‘Kürt Sorununda Eşikteyiz; Barışa Araçsal Yaklaşılmamalı!’

'Kürt meselesine bir tür Türk usulü çözüm icat etme hali var. Barış konusuna araçsal yaklaşıldığı zaman, sorun derinleşebilir ve çözümsüzlüğe mahkûm hale gelebilir.' Barış Vakfı’ndan Hakan Tahmaz, Kürt sorununda bir eşikte olduğumuzu söylüyor ve HDP’nin terörize edilmesinin barış olasılığını güçleştirerek sorunu derinleştirdiği uyarısında bulunuyor. Tahmaz’a göre çözüm, siyasilerin sorunu samimi ve tutarlı olarak ele almasında yatıyor.

Kürt Sorunu’nun barışçıl çözümü üzerine yoğunlaşan ve bunu kolaylaştırmak için çatışma çözümleri, geçmişle yüzleşmek, barış dilinin gelişmesi ve geçiş adaleti gibi tematik konularda öncelikli olarak çalışan Barış Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Tahmaz ile Türkiye’de barışı ve olasılıklarını konuştuk. 20 yıldan bu yana barış alanında çalışan ve bu alanda üç kitap yazan Tahmaz, Kürt sorununun Türkiye’de temel bir mesele olduğunun ve tüm ülkede mağdur ve mazlum yarattığının altını çizerek, soruna siyasilerin samimi ve tutarlı yaklaşması gerektiğini vurguluyor.

Temel evrensel bir hak olarak “barış” kavramını en yalın şekilde nasıl tanımlarsınız?

Biz kendi belgelerimizde yaşam hakkın kendisi, yaşam hakkı olarak tarif ediyoruz barışı. Herkesin başkasının yaşam alanlarına müdahale etmeden nasıl istiyorsa öyle yaşayabildiği haldir diyoruz.

Barışın her birimizin talep edebileceği bir hak olması ve devletlerin barışı temin etme sorumluluğunun, pratikte karşılığı var mı?

Birleşmiş Milletler (BM) barışı sağlama ve çatışmaların ortadan kalkması görevini devletlere vermiştir. 2015 yılında BM bu konuda yerel yönetimlere de görev vermiştir. Barış hakkı, bizim anayasamızda da kutsal bir hak olarak tarif edilir. Buna rağmen, barış hakkını ihlal edenlere karşı bir yaptırım uygulayabilmek BM düzeyinde de Türkiye’de mümkün değil. Barış bir temel haktır ancak bu hakkın pozitif hukukta yeri, bir yaptırım gücü yoktur.

Yurttaşlar barış hakkının varlığından ne kadar haberdar?

Türkiye’de barış kavramını hemen herkes bilir ama yurttaşlık bilinci Türkiye’de yok çünkü yurttaşlık bilinci, en az kendi hakları kadar başkalarının insan ve canlı olmaktan kaynaklanan haklarını da

savunur. Başkası için mücadele bilinci ne yazık ki Türkiye’de oldukça zayıf.

Barış Vakfı olarak siz barışın temini için ne yapıyorsunuz?

2016 yılında, kötü bir dönemde kurulduk ama kurucularının uzun bir mücadele geçmişi var. Vakfın temel hedefi karar alıcıları, toplumu etkileyenleri etkilemek, barış için teşvik etmek, barış ve çatışma çözümü konusunda etkilemek, uyarmak, ikaz etmek. Barış konusunda çeşitli yayınlar hazırlıyoruz. Hak savunuculuğu temelinde çeşitli temel haklarda kendi duruşumuzu güçlendirecek toplumsal duyarlılık, farkındalık yaratmaya çalışıyoruz. Ayrıca, tüm kesimlere yönelik bir tür diplomasi faaliyeti yürütüyoruz.

”Çözümsüzlük Siyaseti’ Toplumsal Çürüme Tehlikesi Yarattı!’

İçinde olduğumuz siyasi konjonktür 1990’lı yıllarla benzeşiyor mu? Türkiye’deki mevcut durumu, barış kavramı eksenini nasıl tarif edersiniz?

1990’larda Kürt meselesindeki çatışma- savaş hali başka bir boyuta geçti. Bugün mesele, Kürtlerin, Kürt olmaktan kaynaklanan, bu ülkenin yurttaşları olmaktan kaynaklı temel haklarını kamusal alanda kullanılmasında düğümleniyor. Kürtlerin Kürtlük bilincinin gelişmesi ve toplumsal olarak da tanınmasıyla birlikte, sorunun çözümsüzlüğü toplumda ciddi bir duygusal, zihinsel kopuşa neden oldu. Aynı zamanda bir tür “çözümsüzlük siyaseti” toplumsal çürüme tehlikesi yarattı.

Kürtlerin hak talepleri hala Türkiye’nin geleceği için tehdit olarak algılanıyor.

İktidar tarafından demokratik yollardan Kürtlerin siyaset yapma, taleplerini dillendirmelerine karşı büyük bir siyasal kırım hareketi yürütülüyor. Bugün bir silahlı örgütün varlığı var ama çatışma hali yok. Kürtlerin hak talepleri hala Türkiye’nin geleceği için tehdit olarak algılanıyor. Hatta sadece Türkiye’de değil, bölgede Kürtlerin anayasal, yasal zeminini, varlıklarının kabulü, idari, mali, siyasi olarak bölgesel olarak varlıkları bile tehdit olarak görülüyor. Bu hem siyasal hem de kültürel bir yozlaşma ve zehirlenme halidir.

Çatışma ve barış kavramları ekseninde, Türkiye’nin küresel örneklerden farkı nedir?

Birincisi, Çözüm Süreci (2013-2015) ve öncesinde Oslo gibi çabaları da dikkate aldığımızda, Türkiye’de sivil toplum başta olmak üzere, bu konudaki evrensel tecrübelerden bihaber ya da sırtını dönmüş durumda. Bir tür Türk usulü, kendine özgü çözüm icat etme, çözüm bulma hali var. Türkiye küresel örneklerden beslenmemiş; Türkiye’nin bu tecrübeleri bilen ya da bilenlerin kamusal alana, sivil topluma, siyasete taşıdığını söyleyemeyiz.

İkincisi, Türkiye’de barış konusu bölgesel ve küresel bir sorun haline geldi. Üçüncü önemli nokta, bölgedeki ve dünyadaki gelişmeler, 2000’lerin başındaki konumlardan farklı, çok değişti. Bizim elimiz gittikçe zayıflıyor. Biz, ne bir uluslararası tecrübelerden yararlandık ne de oradan beslendik. Çatışma çözümü nedir? Barış nasıl olur? Bu bilgi ve deneyimlerden faydalanılmadı. Kendi sınırlarımızı aşan bölgesel bir sorun haline gelmesi de problemi daha çok büyütüyor.

‘Kürt Meselesi Seçim Sonuçlarına Göre Yeni Bir Hal Alacak

Türkiye seçim sürecine giriyor. Bu koşullarda barış ne ölçüde mümkün? Barışın zemini var mı?

Barış her koşulda olur ama kalıcı olması, çok emek, enerji, kırılma ile olması başka bir şey. Barışın da kurumu, kuralları ve hukuku olmalı. Türkiye’de son yıllarda hiçbir şey öngörülebilir değil. Hukukun işlemediği, anayasanın işlemediği bir yerde, barış zor. Türkiye’de seçim sürecine girdik. Seçim sonuçlarını görmeden “şöyle olacak” demek mümkün değil ama şu kritik: seçim sonuçlarına göre Kürt meselesi yeni bir hal alacak. Nasıl bir hal alacağını belirleyecek olan partilerin ya da ittifakların Kürt meselesine nasıl yaklaştığı.

Bugün Kürt meselesi dendiğinde, iktidar tarafından HDP esas mesele haline getirilmiş durumda. Dolayısıyla, barış, partilerin HDP’ye nasıl yaklaşıldığıyla doğrudan bağlantılı. HDP’nin demokratik siyaset dışına itildiği bir yerde, barış konusunda ilerleme şansımız çok zorlaşır. Çünkü toplum ne kadar demokratikleşirse, siyaset ne kadar demokratikleşirse o kadar barışa doğru yaklaşırız.

Bugün, çok umutlu bir durum yok.  Tüm egemen Türk siyaseti kesimleri barış ve Kürt meselesine, HDP meselesine araçsal yaklaşıyor. Kendi hedefleriyle ve araçsal olarak barış konusuna, çatışma konusuna yaklaşıldığı zaman sorun daha kronikleşebilir, derinleşebilir ve çözümsüzlüğe mahkûm hale gelebilir. Büyük oranda belirsizlik var ama buradan çıkılacağına dair çeşitli emareler de var. Bunlar umutlandırıyor insanları; helalleşme tartışmaları gibi.

Türkiye’de barışın tesisi önünde geçmişe göre sorunlar çeşitlenmiş olabilir mi? Kürt sorunu, mülteciler, kutuplaşma, ırkçılık tartışmaları… Barış, eksisinden daha mı zor?

Bardağın dolu ve boş tarafı var. Dolu tarafında; biz bir süreç yaşadık. Çözüm Süreci ve Oslo’da ne yapılmaması gerektiğini öğrendik. Nasıl yapılması gerektiği konusunda ise yol haritası belirsizliği var. Bizim toplumu kutuplaştırarak, ayrıştırarak, karşı karşıya getirerek bu meseleyi halletme şansımızın olmadığı ortada.

İkincisi, demokratik mekanizmaları güçlendirmeden toplumsal barışın çok ama çok zor olduğu da ortada. Sadece siyasal aktörlerle yürüyen bir çözüm süreci olmamıştır. Siyasi liderlerin çok önemli rolü vardır ama sivil toplum, parlamento, siyasi partiler, kanaat önderlerinin katılımıyla topyekün bir sürecin inşası gerekir.  Herkesin masada oturmasından bahsetmiyorum; farklı aktörlerin sürece katılımıyla bu işin olacağını görüyoruz.

Türkiye eninde sonunda Kürtlerin eşit yurttaşlık taleplerini bir biçimde, bir yolla, bir yöntemle, Kürtlerin kendileri olma, kültürünü geliştirme haklarını tanımak durumunda.

Çözüm Süreci’nin sonrasında oluşan güvensizlik, siyasetin “ben her şeyi yapıyordum ama bunlar beni arkadan vurdu.” sözleri, toplumda kutuplaşmanın gelişmesine ve karşılıklı güvensizliğe yol açıyor. Oysa biz daha sürecin başındaydık ama “her şey oldu bitti” havası yaratıldığından, toplumda korku, “karşılıklı aldatıldık” korkusuyla güvensizlik derinleşti. Buna bağlı olarak, Kürt ve Kürt hakları karşıtlığı, “tek vatan, tek millet, tek devlet”, “ne veriyorsak ona itaat edeceksiniz” yaklaşımı,  aynı zamanda Türkiye’de nefret söylemini, milliyetçiliği, ötekileştirmeyi köpürttü.

Bunlar, 21. yüzyılda bir toplum için tehdit tabii ama daha da büyük tehdit şu: ne Kürtler eski Kürtler ne bölge eski bölge ne dünya eski dünya ne Türkiye eski Türkiye!  Her şeyin değiştiği yerde bu meselenin 1923’lerde 1930’lardaki gibi kapatılması ihtimali yok. Türkiye eninde sonunda Kürtlerin eşit eşit yurttaşlık taleplerini bir biçimde, bir yolla, bir yöntemle, Kürtlerin kendileri olma, kültürünü geliştirme haklarını tanımak durumunda. Bunu da çok uzun süre yürütemez. Çok sonrasına kalacak bir iş değil.

Gelinen aşamada Kürt sorununda biz hangi noktadayız?

Biz bir eşikteyiz, Kürt meselesi yeniden tartışılmaya başlandı. Bu tartışma aynı zamanda yeni bir yol yaratma mecburiyetinden kaynaklanıyor. Bu yolun nasıl bir yol olduğu ayrı bir tartışma ama 2015 sonrası sürdürülen politikanın sürdürülebilir bir durum olmadığı ortaya çıktı. Bunun nereye doğru evrileceği seçim sürecinde belli olacak. Sandığa hangi politik önermelerle gidildiği, hangi politik vaatlerin verileceği belirleyici olacak ve tabii ki seçmenin o vaatlerden hangisini tercih ettiğine göre şekillenecek.

‘STÖ’ler Olarak Bu Sürecin Günahının Ortaklarıyız’

Türkiye’de sivil toplum, barışın teşhisine ne kadar rol üstleniyor? Sivil aktörler barış için ne yapıyor?

Biz Barış Vakfı olarak 2016’da Çözüm masasının neden devrildiğini analiz etmek için “Dolmabahçe’den Günümüze Çözüm Süreci” adlı bir rapor hazırladık. Ardından kurucu üyemiz Cuma Çiçek, saha araştırması yaptı. Çıkan tablo bize Türkiye’de sivil toplumun ciddi sorunları olduğunu, hukuksal, finansal ve yasal sorunları olduğunu gösterdi. Sivil toplum örgütü anlayışında da bir problem olduğu ortaya çıktı.

Sivil toplum, toplumu dönüştürebilmek için karar alıcıları etkilemeyi amaçlamalıdır. Türkiye’de böyle değil; sivil toplum örgütlerinin büyük kısmının siyasetin arka bahçesi olması istenir. Sivil toplumun kendisi de buna yatkındır. Bu nedenle, sivil toplum barış ve çatışma konusunda siyasetin alan açtığı kadar yer alır.

Biz, sivil toplum örgütleri olarak da özeleştiri yapmalıyız. Neden etkili olamadık? Bu kadar umut bağlandığımız, emek harcadığımız Çözüm Süreci’ni siyasi aktörler ve taraflar bu kadar kolay, nasıl devirdiler ve bunun faturası bütün sivil toplum örgütlerine çıktı? Biz daha etkili olsaydık bu kadar sıkışmış, bir alana daralmış kalır mıydık? Kanaatimce hem çatışma çözümü, barış konularındaki yeteri kadar uluslararası deneyimimizin olmaması hem de sivil toplumun yapısal sorunları nedeniyle biz de bu sürecin günahının ortaklarıyız.

Buradan çıkmak için son dört beş yıldır çaba sarf ediyoruz ama burada temel sorun siyaset. Bunu zorlamamız gerekir. Sivil toplum, siyaseti besleyen aktör olmalı. Burada kastettiğim çatışma alanı üzerine çalışan sivil toplum örgütleri. Sivil toplum örgütleri olarak kendi özgür sözümüzü ve duruşumuzu yaratma mücadelesini vermemiz gerekiyor. Tabii 15 Temmuz darbesinden sonra yaratılan korku ikliminde sivil topluma da çok büyük darbeyi vuruldu, alan daraldı. Toplum, örgütlü olma fikri, birlikte davranma, dayanışma fikirlerden uzaklaştı. Sivil toplum örgütlerinin dayanışma, bilgi birikimi, iş birliği kanallarını genişletmeye ihtiyacı var. Rekabet işinden de uzaklaşılması gerekir. Türkiye’de sivil toplum örgütleri arasında gizli ya da açık rekabet de var.

‘Türkiye HDP’yi Terörize Ederek ve Dışlayarak Sorunlarına Çözüm Bulamaz’

Barış ekseninde, HDP’ye açılan kapatma davası, seçim sürecinde ittifak görüşmelerinde HDP’nin dışlanmasını ve helalleşme tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir taraftan HDP’yi kapatma davası, bir taraftan demokratik siyasi alanlara, derneklere çeşitli platformlara, kurumlara yönelik baskılar yoğunlaşıyor, denetimler yoğun. Bir taraftan da bu sorunların sürdürülemez bir durumu var. Bugün “PKK eşittir HDP” deniliyor. Kürt meselesi bir tür HDP’nin kapatılma sebebi ve  Kürt meselesinin kendisi haline gelmiş durumdadır. HDP’yle ilgili mesele, HDP’nin siyasal programı ya da duruşu sorunu değildir. HDP’nin varlığıyla nasıl ilişkileniyoruz? Nasıl yaklaşıyoruz? HDP’nin parti kapatma davasının konusu yapılması bile 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye için utanç verici bir şeydir.  Bunu olağan göstermek ya da sessiz kalmak da bu utanca ortak olmaktır.

Helalleşme tartışması ilgili, içeriğinin çok belli olmayan bir şey olmasına rağmen bir yüzleşme çağrısı olarak, en azından çatışarak ötekileştirerek, hakaret ederek, aşağılayarak değil; konuşarak, tartışarak, fikir söyleyerek, düşünce söyleyerek ilerlemeye çalışıldığını düşünüyorum.

Seçimlerde HDP’nin dışlanmasından daha önemli olan, HDP seçmeninin kırılan kalpleridir. Dışlanmış olma duygusu onarmak zordur.

İttifaklarla ilgili olarak; Kürtlerin hak temelli mücadelesinin Türkiye’nin demokratikleşmesi için önemli bir dinamik olduğunu, Türkiye’nin geleceği için önemli bir pencere olduğunu düşünüyorum. HDP’yi ötekileştirerek, terörize ederek, dışlayarak Türkiye sorunlarına çözüm bulamaz çünkü altı milyona yakın oy almış ya da “ben demokratik siyaset yapacağım” diyen bir partiyi “siz bu kulvarda olamazsınız” dediğiniz zaman, onu demokratik siyaset dışına doğru zorluyorsunuz demektir.

İkincisi, altı liderin masaya oturduğu bir yerde, HDP’lilerin dışlanmasının ayrımcılığa tekabül ettiğimi düşünüyorum. Muhalefetin tutumu, iktidarın HDP’ye karşı yürüttüğü dışlama, ayrıştırma, terörize etme tutumunu parçası haline gelmesi olarak anlaşılır. Siz, Türkiye’nin en politik kesimlerini bu işin dışında bırakıyorsunuz. Seçimlerde HDP’nin dışlanmasından daha  önemli olan, HDP seçmeninin kırılan kalpleridir. Dışlanmış olma duygusu onarmak zordur. Burada HDP’nin ne yapacağından daha çok önemli olan, “HDP’ye oy veren seçmen bu tutumu nasıl anlıyor?” sorusudur. Çünkü esas mesele, buradaki negatiflik derinleştikçe Türkiye’nin sorunları büyüyecek.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bugün Türkiye’nin en önemli sorunlardan biri, barışın siyaseten araçsallaştırılmasıdır. Kürt meselesi temel bir mesele çünkü yakıyor. Kürt meselesinde yaşanan süreç, bu ülkenin her mahallesinde mağdur yaratmıştır. Mazlum yaratmıştır. Bu herhangi bir bölgeye ait bir sorun değildir. Acılar, mağduriyetler Edirne’den Kars’a kadar Sinop’tan Diyarbakır’a her tarafta var.

Bir biçimde bu acılar hepimizin acıları. O zaman, düşmanlık siyaseti izlemeyen herkes, bu konuyu araçsallaştırmaktan vazgeçilmelidir. Aslında toplum bunun farkında; buna inanan bir toplum yok artık. Siyaset, soruna samimi ve tutarlı bir biçimde yaklaşmalıdır.

Kapak Görseli :Evrensel