28 Şubat’dan 2020’ye…

28 Şubat’ta hedef tahtasında bir “iç düşman” olarak yeniden üretilmeye çalışılan “irticacılar” vardır: Bu dönemde sivil toplum kuruluşları darbeyi destekleyenler, darbeye sessiz kalanlar ve darbe mağduru olanlar olarak üç gruba ayrılmıştır.

Demokrasinin en büyük sınavlarından biri askeri darbelerdir. Türkiye’de sivil karar alıcılar ve askeri kurmaylar arasındaki hiyerarşiye olan “sadakat” sancılı bir hafızaya sahiptir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 1960, 1971, 1980, 1997 ve 2007 yıllarında askeri kurmaylar siyasete doğrudan veya dolaylı olarak müdahale etmiş, en son 15 Temmuz 2016 tarihinde olmak üzere birçok kez darbe girişiminde bulunmuştur.

Basit manada demokrasi, her yurttaşın oy verdiği ve aday olabildiği çok partili adil seçimlerin mümkün kılınmış olmasını ifade eder. Demokrasinin modern ve çoğulcu tanımıysa Robert Dahl tarafından çerçevelenmiş ve seçmenlerin tamamının oy verme hakkına sahip olduğu adil ve çok partili seçimlerin ötesinde demokrasinin ikinci boyutundaki temeller olan ifade etme, muhalefet edebilme ve bir araya gelebilme özgürlüklerini de şart koşar. Demokrasinin bu asgari prosedürel kurallarına Shmitter ve Karl iki ön şart daha eklerler: Bunlardan birincisi seçilmiş organların anayasal yetkilerini ordu mensupları gibi atanmış aktörlerin müdahalesine gerek kalmadan kullanabilmeleri şartıdır. Bir diğeri ise ezici dış güçlerden bağımsız bir şekilde seçilmiş aktörlerin kendi kendini yönetebilir hale gelmesidir. 

Asker riski ölçer, sivil ise karar verir. Dolayısıyla yanılma hakkı, seçmen nezdinde hesap verilebilirlik sorumluluğuna sahip olan seçilmiş sivil otorite adına saklıdır.

Askeri darbeler, bir devlet için demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi temel ilkelerin selametini seçilmişlerin değil fakat atanmışların sentetik müdahalesi nedeniyle tehlikeye atar. Sivil ve ona bağlı olduğu varsayılan askerin birbiriyle olan sadakat ilişkisini Peter D. Feaver şu ifadelerle berraklaştırır: Asker, sivillerce meydana getirilen ve devletin sürdürülebilir varlığı için tehdidi tanımlama, tehdide karşı gerekli karşılığı verebilecek kapasiteye sahip olma hedefini güden organik bir yapıdır.  Fakat yalnızca sivil otorite askeri müeyyideyi harekete geçirecek risk olma derecesine sahiptir, sahip olmalıdır. Asker, ülkeyi savunmak amacıyla silahlanma derecesini tayin edebilecek gerekli ekipmanları talep eder; fakat sadece siviller başarılı bir toplumun askeri harcamalar için silahlanmaya ne derece kaynak ayıracağına karar verebilir. Asker doğası gereği belirli bir varlığı tehdit olarak tanımlayabilir fakat tehdit olarak tanımlanan varlıkla ilişki derecesine sivil karar verir. Asker riski ölçer, sivil ise karar verir. Dolayısıyla yanılma hakkı, seçmen nezdinde hesap verilebilirlik sorumluluğuna sahip olan seçilmiş sivil otorite adına saklıdır.

Milli Güvenlik Kurulu ve 1997 “Post Modern” Askeri Darbesi

28 Şubat “post modern” askeri müdahalesinin kaynağında Milli Güvenlik Kurulu’nun 1960 ve 1980 askeri müdahaleleri sonrasında sahip olduğu yetkiler ve otonomi yer almaktadır.  Söz konusu müdahaleler sivil-asker ilişkileri dengesinin sürekli olarak asker lehine bozulmasına ve MGK karalarının “tavsiye” niteliği ile siyasete doğrudan müdahale etmesine neden olmuştur. 

Nitekim 28 Şubat 1997 tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı, ordunun siyasete müdahalesinin bir diğer çarpıcı örneği niteliğindedir. Toplantıda Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın önerisi doğrultusunda hazırlanan “Türkiye’deki Radikal Dinci Akımların Rejime Tesirleri” başlıklı MİT raporu ele alınmıştır. Bunun yanında MGK, hükümetten inkılap kanunlarının korunması hükmünü içeren Anayasa’nın 174. maddesi gereğince laik cumhuriyetin temel niteliklerinin muhafaza edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Yaklaşık dokuz saat süren MGK toplantısı sonucunda hükümete siyasi İslam’ın Kürt milliyetçiliğinden bile daha tehlikeli olduğu ilan ettirilmiş, Başbakan Erbakan yirmi maddelik bir önlem planını kabul etmek zorunda bırakılmıştır. Bu durumda Başbakan Erbakan’ın konumu savunulamaz hale gelmiş ve Erbakan 18 Haziran 1997’de istifa etmiştir. Refah Partisi kapatılmış, partinin önde gelen yöneticilerine beşer yıllık siyaset yasağı getirilmiştir.

Bununla birlikte koalisyon protokolüne göre Başbakan Erbakan ile yardımcısı Tansu Çiller’in yer değiştirme işlemleri sırasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, görevi Mesut Yılmaz’a devretmiş ve bu süreçte İslamcı olarak addedilenler kovuşturulmaya, cemaatlerin yurtları teftiş edilmeye, kilit resmi görevdeki İslamcılar başka yerlere tayin edilmeye, belirli bürokratların İslamcı eğilimleri araştırılmaya ve 1997 yılında sayısı 800’e ulaşan dini vakfın denetlenmesine başlanmıştır.  Ayrıca zorunlu öğretim sekiz yıla çıkarılmış, imam hatiplerin orta okul kısmı kapatılmış ve meslek liseleri ile imam hatip liselerine üniversiteye girişte katsayı uygulaması getirilmiştir.

Erbakan’ın Haziran 1997’de istifası üzerine askerlerin yeni hükümete kabul ettirdikleri EMASYA protokolü nedeniyle askeri vesayet koyulaşmış, askeri özerklik alanı genişlemiştir Protokolle Protokolle, EMASYA komutanlıkları, sıkıyönetim döneminde gerçekleştirildiği üzere, mülki amirin (vali ve kaymakam) daveti olmaksızın toplumsal olaylara doğrudan müdahale edebilme hakkına erişmiştir.  Ali Bayramoğlu’nun vurguladığı üzere protokolün ilk gerekçesi İslami kesime duyulan güvensizlik karşısındaki örgütlenme ihtiyacıdır. İkinci gerekçesi ise Olağanüstü Hal’in kaldırılması ile Olağanüstü Hal nizamını ikame edebilecek bir düzenleme arayışı olmuştur. Söz konusu protokol 2010 yılında yürürlükten kaldırılmıştır.

“28 Şubat” ve Sivil Toplum Kuruluşları

Sivil toplum devletin kontrolünde olmayan ve kendi faaliyetlerini organize ve inşa edebilen özerk kuruluşlardır. Jurgen Habermas’ın ifade ettiği üzere sivil toplum aynı zamanda toplumsal alandaki problemleri devletin dışında çözüme ulaştırmayı hedefleyen gönüllü kurumlardır. Sivil toplum, meselelere ilişkin belirli bir yaklaşımda uzlaşabilen devletin hegemonyası karşısındaki “özne”ler için bir aradalık zeminidir. 

Devlet ve sivil toplum karşılıklı olarak konumlandırılmak yerine aynı zamanda birbirini tamamlayıcı iki öğe olarak okumak mümkündür. Örgütlenmiş aktif bir grup kamusal alanda kendini gösterip yasama ya da diğer karar organlarına toplumsal talepler konusunda karar alıcılar için pozitif katkılar gerçekleştirebilir. 

Türkiye’de sivil toplum özellikle 1990’lar sonrasında iletişim olanaklarının hızlanması ve ekonomik liberalleşme akımıyla birlikte güç kazanmıştır. Özellikle Türkiye’nin 1996 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı olan Habitat II konferansına ev sahipliği yapması sivil toplumun elini daha da güçlendirmiştir. 

Fakat 28 Şubat 1997 tarihindeki Başbakan Necmettin Erbakan’ın istifasını talep eden MGK kararları sonrasında başlayan “irtica” tehdidine karşı ordu ve bürokrasi merkezli süreç demokrasi ve sivil toplum zemini derinden sarsmıştır. Tunahan Gür’e göre kurmaylar bu dönemde sivil toplumu (1) Türk ulusal kimliğinin yanında diğer kültürel kimliklerin tanınmasına yönelik taleplerde bulunan “bölücüler”, (2) Cumhuriyetin kazanımlarını yetersiz gördükleri için eleştirel yaklaşan “Sözde Aydınlar” ve (3) toplumsal alanda dini bir takım özgürlükleri dillendiren “irticacılar” başlıklarıyla sınıflandırarak üç tehlikeli odak şeklinde adlandırmıştır. 

28 Şubat’ta hedef tahtasında bir “iç düşman” olarak yeniden üretilmeye çalışılan “irticacılar” vardır: Bu dönemde sivil toplum kuruluşları darbeyi destekleyenler, darbeye sessiz kalanlar ve darbe mağduru olanlar olarak üç gruba ayrılmıştır. Bu dönemde irticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle vakıfların 187 taşınmazına el koyulmuş, 21 vakıf da kapatılmıştır. Bu noktada maalesef bazı kemalist-modernleşmeci sivil toplum kuruluşlarının askeri müdahaleye destek verdiğini kayda geçmiştir. 

2000’li yılların başı ise sivil toplum kuruluşlarının özellikle Avrupa Birliği adaylık süreci ile yükselişe geçtiği yıllar olarak kaleme alınmıştır. Örneğin 2004 yılı AB İlerleme Raporu; Türkiye’de reform hareketlerinin başlamasıyla insan haklarından ordu üzerindeki genişletilmiş sivil denetime kadar birçok değişikliğin gerçekleştirildiğini ve sivil toplumun daha güçlendiğini kayda geçmiştir. Nitekim Birlik 2005 yılı Türkiye raporunda “Özellikle Ceza Kanunu ve Dernekler Yasasının yürürlüğe girmesiyle temel özgürlüklerin uygulanması konusunda yasal ilerleme sağlanmış ve uygulamada hem bireyler hem de sivil toplum örgütleri geçmişe kıyasla daha büyük özgürlüklere sahip olmuşlardır.” ibaresini not düşmüştür. 

AB-Türkiye ilişkileri 2006 yılında Fransa ve Kıbrıs’ın engellemeleri nedeniyle zayıflamıştır. 2013 yılında gerçekleşen Gezi Olayları ve 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi sonrasında hükümetin tutumu AB yetkilileri tarafından katı bir şekilde eleştirilmiştir. Bu dönemde Avrupa Birliği Olağanüstü Hal sonrası Türkiye’deki tutuklama süreçlerini, KHK’ları, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini, yargı sistemi ve yolsuzlukla mücadele gibi birçok başlığa eleştiriler yöneltmekteyken, hükümet ise Birliğin Türkiye’ye karşı ikircikli bir tavır sergilediği, raporların siyasallaştığı, Türkiye’nin münhasır güvenlik koşullarının göz ardı edildiği gerekçesiyle Birliğe eleştiriler yöneltmiştir. 2019 yılına gelindiğinde ise hükümet nezdinde inandırıcılığını yitiren İlerleme Raporu, “Temel haklar ve özgürlükler alanında faaliyetlerini sürdüren sivil toplum kuruluşlarının çalışma alanı daha da daralmıştır.” ifadesini kayda geçmiştir.

Küresel sistemin “Askeri Darbeler” ile Olan İmtihanı Son Bulmuş Değil!

2000’li yıllarda en çok dikkat çeken verilerden biri de giderek yükselen popülizm dalgaları ve askeri darbeler nedeniyle demokrasilerin düşüşüdür. Yapılan araştırmalara göre küresel sistemde soğuk savaşın bitiminden sonra son 30 yılda darbe girişiminin sayısı azalmasına rağmen, demokratik ülkelerdeki darbe girişimlerinin sayısı artmıştır. Üstelik demokratik ülkelerde darbe girişimlerinin başarılı olma ihtimalinin daha yüksek olduğu gözlemlenmiştir. Demokratik ülkelerdeki liderlerin neredeyse 3’te 2’si askeri darbelerle devrilmiştir. Bu yönüyle Curtis Bell askeri darbelerin aynı zamanda Batılı demokratik ülkelerin de bir meselesi olduğunu vurgulamaktadır.

Askeri Darbe Girişimleri

Sivil asker ilişkilerinde ordunun otonomisini çerçeveleyen demokratik sınırlamaların ve çok boyutlu demokratik reformların darbelerden korunma konusunda ek bariyerler getirdiğini inkâr etmek mümkün değildir. Uluslararası araştırmalarda demokratik pekişme askeri darbeleri önlemek için yeterli bir yöntem olmadığı gözlemlenmiştir. Darbelerin kaynağında kültürel kodlar, toplumsal yaklaşım, dış müdahaleler ve her orduda bulunabilen otonom aktörler yer alabilmektedir. 

Türkye Sivil-Asker İlişkilerinde Dikkate Değer bir İlerleme Kaydetti fakat…!

28 Şubat 1997 yılında MGK açıklaması yoluyla gerçekleştirilen askeri müdahalenin ardından Türkiye sivil asker ilişkilerinde özellikle ilk dönemde AB reformlarıyla dikkate değer bir ilerleme kaydetmiştir. MGK’nın yetkileri “sivilleştirilmiş”, Sayıştay’ın silahlı kuvvetleri denetlemesi konusunda yetkileri artırılmış, Askeri Mahkemelerin sivil alandaki yetkileri kısıtlanmış, Yüksek Askeri Şura’nın kompoziyonda sivil ağırlık artırılmış, Milli Savunma Bakanlığı’nın konumu güçlendirilmiştir.

Fakat sivil-asker ilişkileri başlığında Narcis Serra’nın vurguladığı üzere; sivil-asker ilişkilerinde uyum sadece yasal bir süreçten ibaret değildir ve askeri reformlar genel reform sürecinden soyutlanmamalıdır. Demokratik pekişme tek yönlü olarak sivil-asker ilişkileri üzerinde yürütülmeye çalışılırsa bu eksik ve problemli kalacaktır.  Bir ülke genel olarak demokratikleşme sürecinde ilerleme kaydedemezse, askeri kurmayların demokrasiyi özümseyebilmesi mümkün olmayabilecektir.

Selim Vatandaş

Üyelik Tarihi: 18 Aralık 2019
41 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör