‘Türkiye’deki Sivil Toplum, Afetlerin Ardından Daha da Güçlendi ve Çeşitlendi’

Sivil toplumdaki ayrımcılık üzerine konuştuğumuz Kırkayak Kültür Genel Koordinatörü Kemal Vural Tarlan, yaşanan afetlerin ardından sivil toplumun güçlenerek ve çeşitlenerek çıktığını söyledi.

Yakın zamanda birinci yılı dolan 6 Şubat depremleriyle başlamak gerekirse; sivil toplumun alanda yaşadıklarıyla ilgili neler söylersiniz?

Sivil toplum, özellikle depremin etkilediği bölgelerde faaliyet gösteren STK’lar, afet sonrası dönemlerde nasıl müdahale edeceklerini, kapasitelerinin bu tür durulmalarda nelere yeteceğini,  bence önemlisi de, dezavantajlı kesimlerin afet sonrası süreçte kırılganlıklarının nasıl artığını yaşayarak deneyimledi. Özellikle, 2011’de başlayan kitlesel göçle, Suriyeli mültecilerin yoğun olduğu illerde pek çok yere, ulusal ve uluslararası örgüt zaten aktif olarak çalışıyordu, bu illerdeki ve sınır ötesi çalışan ekipleri, çünkü deprem sadece sınırın bu tarafını etkilemedi, sınırın diğer tarafında, Suriye içerisinde de büyük yıkıma sebep oldu, bu sebeple, onlarca sivil toplum örgütü  yerel ihtiyaçlara odaklanarak çalışmalarını sürdürüyordu. Ancak, depremin ardından herkes gibi sivil toplum da zorlu bir süreç yaşadı. Örneğin, Kırkayak Kültür’ün her iki merkezinde de hafif hasarlar oluştu ve bir süre kullanılamadı. Sivil toplum çalışanları, özelliklede gönüllüler, ilk günlerde fiziksel mekanlara girmeden çalışmaya başladılar. Ancak diğer yandan Pandemi sürecinde de yaşadığımız gibi ne yazık ki, insani yardım örgütleri de dahil olmak üzere sivil toplum, bu tür acil durumlara hazırlıklı değildi. Pandemi sürecinde de aynı durum yaşandı; sivil toplum bu tür beklenmedik doğal tehlikelerin yaratacağı afetlere hazırlıklı değildi. Ancak, yine de kısa süre içinde, uluslararası ve yerel sivil toplum örgütlerinin hızla organize olması ve sağlanan uluslararası fonlarla birlikte etkin bir şekilde çalışma için sahaya dönüldü ve bir yıldır bu çalışmalar sürüyor. Bir yıl sonra, dönüp geriye baktığımızda, Türkiye’deki sivil toplum, afetlerin ardından daha da güçlendi ve çeşitlendi. Gölcük Depremi ve Van Depremi gibi geçmiş afetlerin ardından kurulan STK’lar, şimdi sahada aktif olarak çalışıyor. Suriyeli mültecilerin kitlesel göçüyle birlikte Türkiye’de sivil toplumun yapısı da değişmişti, şimdi afet sonrası dönemde sivil toplum yeniden bir değişim yaşıyor.  Bugün, sivil toplum hala bu alanda faaliyet gösteriyor, ancak çalışmalarının etkinliği ve ihtiyaçlara göre yönlendirilmesi hala tartışma konusu, özellikle insani yardım alanı hak temelli bir yaklaşımın çok uzağında, oysa afet sonrası dönemlerde şunu gördük ki, hak temelli yaklaşım insanları hem afet riskinden korumayı hem de afet sonrası hayatlarını sürdürebilmeleri için onları güçlendirmek için olmazsa olmazlardan biri.

Afet sonrası dönemde insan haklarına saygı ve koruma açısından sivil toplum kuruluşlarının paydaşlarla iş birliği nasıl sağlanabilir?

Kırkayak Kültür olarak, hak temelli  çalışmalar bir sivil toplum örgütüyüz. Özellikle dezavantajlı toplum kesimleri için koruma faaliyetleri yürütüyoruz ve savunuculuk yapıyoruz. İnsani yardım alanında faaliyet göstermiyoruz, ancak pandemi sonrasında gönüllülük esasıyla ihtiyaç sahibi ailelere destek olduk. Depremle birlikte fark ettiğimiz bir şey var. Depremin yaşandığı ilk dönemlerde, sivil toplum örgütlerinin insani yardım ve koruma alanında hak temelli bir çalışma yürütmediğini gördük. Yardım yerine destek vurgusu yapmamız gerektiğini fark ettik. Konteyner ya da çadır gibi desteklerin, aslında barınma hakkı içinde, bir hak olduğunu vurguladık.

Bu deprem bize, insani yardımın koruma olmadığını, ancak hak temelli yaklaşımla korumanın bir aracına dönüşebileceğini gösterdi. Bu nedenle, gelecek için dersler çıkarmamız gerekiyor. Bu depremde sivil toplum örgütlerinin ne kadar önemli olduğunu anladık. Ancak, afet öncesi ve sonrası çalışmalarda sivil toplumun daha fazla dahil edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye’nin deprem bölgesi olması ve küresel göç yolları üzerinde bulunması nedeniyle, afet öncesi koordinasyonun sivil toplumu da içerecek şekilde yapılması önemli.

Şimdiye kadar, AFAD ve kamu kurumları bu konuda düzenleyici rol oynadı, ancak sivil toplum örgütlerinin bu sürece daha fazla dahil edilmesi gerekmekte. Afet sonrası dönemde koruma ekseninin insan hakları temelli olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu yaklaşımla, dezavantajlı toplum kesimlerinin ihtiyaçlarına daha etkili bir şekilde yanıt verebiliriz.

Özne, hizmet götürdüğümüz ya da hizmet verdiğimiz toplum kesimleri, hedef kitlemiz, yaralanıcılarımız, ne ad verirsek verelim, ama özne biz değiliz. Bu büyük bir yanılgı… Özne olarak kendimiz alırsak sadece kendimiz eksenli düşünürüz, proje odaklı düşünürüz ve asli görevlerimizi unuturuz.

Sivil toplum kuruluşlarının kendi içinde çeşitliliği teşvik etme ve ayrımcılığı önleme konusundaki çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şu anda dünyada belirli terimler ve alanlar trend olabiliyor. Sivil toplumda da benzer bir durum söz konusu. Son dönemlerde, kırılganlık ve yerelleşme gibi terimler üzerinden bir söylem oluştu. Ancak, bu trendler genellikle pratikte karşılığını bulmuyor. Bence, sivil toplum çalışanlarının ve sivil toplum örgütlerinin öncelikle kabullenmeleri gereken bir şey var ki o da, kendilerinin özne olmadığı gerçeğini kabullenmeleri, özne hizmet götürdüğümüz ya da hizmet verdiğimiz toplum kesimleri, hedef kitlemiz, yaralanıcılarımız, ne ad verirsek verelim, ama özne biz değiliz. Bu büyük bir yanılgı… Özne olarak kendimiz alırsak sadece kendimiz eksenli düşünürüz, proje odaklı düşünürüz ve asli görevlerimizi unuturuz… Yıllardır ayrımcılıkla mücadele ediyoruz ve ayrımcılığa uğrayan toplum kesimlerinin ve bireylerin uğradıkları ayrımcılığın epeyce bir kısmının da sivil toplum çalışanlarınca yapıldığına tanık oluyoruz. Birçok örnekte, sivil toplum çalışanlarının ayrımcı tavırlarla sergilediğini görüyoruz. Örneğin, bir Çingene mahallesine giden bir çalışanın, mahalleye girdiğinde “burası Çingene dolu, dikkatli olun bir şeyini çalmasınlar” gibi ifadelerle kullanması ya da depremden sonra sivil toplum kurumlarının bir kısmının, Dom, Abdal ve mültecileri desteklememesi, sağladıkları desteklerde onları geride bırakmaları gibi…  Ne yazık ki bu tür ön yargılar ve kalıp yargılar her dönemde ve her toplumda oldukça yaygın ve bunlar ayrımcı uygulamalara sebep oluyor. Ama son 10 yılda öğrendiğimiz bir şey var ki afet sonrası dönemler, bu tür önyargıların ve ayrımcı uygulamaların daha da güçlenip, toplum içerisinde yaygınlaşıyor. Dünyanın her yerinde bu ayrımcı uyulmalarla, başta sivil toplum örgütleri olmak üzere, insan hakları savunucuları, aktivistler mücadele ediyor. Sivil toplum bu açıdan çok önemli ama bugün neo-liberalizmin de etkisiyle artık kendisini bir sektör olarak tanımlıyor. Oysa sivil toplum örgütleri, dünyayla dertleri olan insanların, devletin boşalttığı yada erişemediği alanlarda çalışmalar yapmak için kurulur, var olma sebeplerinden biri de budur.

Sivil toplum sektörü olarak adlandırılan bu dönemde, özellikle gençlerin insan hakları alanında eğitilmesi ve ayrımcılık konusunda duyarlı hale gelmeleri önemli. Ancak maalesef, gelinen noktada, pek çok sebebi olmakla birlikte, bu konuda duyarlılık artık pek yaygın değil, bu alana artık sektörel iş olarak bakılıyor.

Yapılan çalışmalar, dezavantajlı grupların yaşam koşullarının normal zamanlarla kıyaslanamayacak kadar kötüleştiğini gösteriyor. Haklara ve hizmetlere erişimleri zorlaştı. Deprem sürecinde sivil toplumun da ‘dezavantajlı gruba’ dönüştürüldüğünü düşünürsek, bir dezavantajlının diğeri için ne yapabileceğini düşünüyorsunuz?

Şu anda elimizde özellikle göç dönemini ve deprem sonrası dönemi ilgilendiren sivil toplum verileri oldukça sınırlı. Tabi ki, deprem sivil toplum çalışanlarını da etkiledi ve bazı travmatik deneyimler yaşandı, özellikle Hatay’da sivil toplumda da can kayıpları oldu, büyük kayıplar yaşandı.  Ancak sivil toplum örgütleri insan kaynağı açsından hızla kendini yeniledi ve sivil toplum örgütleri hala topluma hizmet etmeye çalışıyorlar, özellikle deprem sonrası travma yaşayan kesimlere destek olmaya çalışıyorlar. Bu süreç zorlu olsa da, sivil toplumun görevi bu tür durumlarda topluma yardımcı olmak, biz bunun için varız.

Ayrımcılıkla mücadelede sivil toplum kuruluşlarının karşılaştığı en büyük zorluklar nelerdir ve bu zorlukların üstesinden gelmek için neler yapılabilir?

Şu anda dünyada çok güçlü bir mülteci karşıtı hareket var ve bu hareketin temeli aslında ırkçılık. Bu ırkçı düşünce, özellikle de  yeni medya aracılığıyla, toplumda hızla yayılıyor ve sokakta, gündelik hayatta ciddi bir ayrımcılığa dönüşüyor. Günümüzde özellikle sivil toplum örgütlerinin dezavantajlı toplum kesimleri için çalışanlarının en büyük problemi, siyasetin popülist eğilimleri üzerinden ayrımcılığı körüklemesi. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor ki, bu eğilime karşı bir karşı dalga daha var,  ben bu dalgadan oldukça umutluyum, son dönemde dünyanın farklı yerlerinde katıldığım, toplantılar, forumlarda bu kaşı dalganın filizlenip güçlendiğini gördüm, bu gün dünyanın her yerinde birlikte yaşamı savunan dalga da yükseliyor. Bu yıl katıldığımız,  Nepal’de düzenlenen Dünya Sosyal Formu, Cenevre’de düzenlenen Göç ve Kalkınma Formu ve daha pek toplantı, özellikle, bu yeni dalganın güçlenmesinin görünürlüğü açsından oldukça önemliydi. Dünyanın her tarafında bu dalga yükseliyor. Özellikle de küresel güneyden gelen taban hareketleri, dünyanın her tarafından dezavantajlı, marjinalleştirilmiş toplum kesimlerinin temsilcileri, küresel kuzeye göç etmiş göçmen örgütleri,  yeni kuşak göçmen gençler, göçmen işçi örgütleri, insanı önceleyen, sadece geleceği değil bugünü de isteyen, farklıkların birlikte ve eşit yaşayacağı bir dünya talebiyle bir araya geliyor. Bu günün dünyasında kadın hareketinin en güçlü olduğu dönemi yaşıyor. Özellikle gençler arasında, kadın hareketinin de verdiği güçle ve göçmen kökenli gençlerin söz sahibi olduğu, bir hareket güçleniyor. Diğer taraftan tarihsel olarak marjinalleştirilmiş, dezavantajlı Roman, Dom ve diğer topluluklar içinde eğitimli bir kuşağın ortaya çıkması da bu dalgayı güçlendiriyor. Tüm bunlar bir araya geldiğinde yeni ve yaşanabilir bir dünyanın geç olmadan kurulması gerektiğinin farkına varan insan sayısı da artıyor. Çünkü dünyanın her tarafında, biraz olsun olup bitenin farkına varan herkes, yaşanan iklim, çevresel ve ekonomik krizlerin dünyanın sonunu getireceğini görüyor, mevcut sistem sürdürülebilirliğini hızla yitiriyor.

Belki bu günlerde, popülist siyasetin yükselişiyle birlikte, sivil toplum örgütlerinin ayrımcılıkla mücadele etmesini zorlaştıran bir ortam oluşuyor. Türkiye’de de benzer bir durum söz konusu, mülteci ve göçmen karşıtlığıyla mücadele eden sivil toplum örgütlerinin seslerini duyurmakta zorlandıkları bir dönemden geçiyoruz. Ancak, yaptığımız işlerde  hak temelli yaklaşımı eksen alan kurumlar olarak, bizim de içinde bulunduğumuz dalganın pozitif enerjisini hissederek, bu zorlukların üstesinden gelmek için çaba gösteriyoruz.

Sıfırdan başladık, yine sıfıra döndük raporunuz Abdal ve Dom’ların yaşadığı ayrımcılığa odaklanıyor. Bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşları diğerlerinden farklı olarak neler yaşadı deprem sürecinde.

Sıfırdan başladık, yine sıfıra döndük” raporu, Suriyeli mültecileri de içererek afet sonrası dönemlerdeki  haklara ve hizmetlere erişim ve ayrımcı uygulamalara odaklanıyor ve geleceğe dair politika önerilerini içeriyor. Mevcut deneyimlerimiz bize afetlerin ilk günlerinde toplumların homojenleştiği, herkesin etkilendiği ara dönemler oluştuğunu gösteriyor. Ancak zamanla afetlerden sonraki o kaos hali sona erince, sosyoekonomik açıdan farklılıkların görünürlüğü hızla artıyor ve heterojenleşme daha hızlı ve daha keskin bir hal alıyor. Afetlerin, özellikle dezavantajlı toplum kesimlerini daha fazla etkilediğini görüyoruz. Çünkü deprem gibi afetlerde en çok zarar görenlerin genellikle yoksul bölgelerde yaşayanlar olduğu, depreme dayanıksız konutların en çok yoksulların yaşadığı bölgelerde olduğunu, toplumsal dayanıklılığın bu toplum kesimlerinde daha düşük olduğunu görüyoruz. Bunu son yaşadığımız afet sonrasında da gördük, kitlesel göçün yaşandığı dönemde de. Bu raporu hazırlarken görüşmeler yaptığımız insanlar, desteklerin sağlandığı yerlerde, medyada özellikle de sosyal medyada ayrımcılığın yaşandığını, dile getirdiler. Hizmetlere ve haklara erişimde dezavantajlı ve kırılgan toplum kesimlerinin nasıl geride bırakıldığını, onlardan dinledik ve bunu raporladık.