“Hemşehri Dernekleri Temel Haklara Erişim Tecrübesine Sahip”

"Hemşehri Deyip Geçme" dosyamızın son röportajında hemşehri dernekleri ve sivil toplumun diğer aktörleri arasındaki ilişkiyi değerlendiren YADA Vakfı Kurucusu Mehmet Ali Çalışkan, "Hemşehri dernekleri temel haklara erişim tecrübesine sahip" diyor.

Hemşehri derneklerinin bir araya gelme motivasyonunu nedir sizce?

Hemşehri derneklerinin ortaya çıkışı 60-70 yıllık bir geçmişe dayanıyor. Dernek formu olarak, statü olarak ortaya çıkmaları daha yakın zamana dayanıyor fakat bir sivil toplum kuruluşu olarak hemşehri derneklerine baktığımızda, Türkiye’deki iç göçün sonucu şehirlere göçmüş kırsal nüfusun şehre tutunma ihtiyacını karşılamak için yurttaş girişimi olarak ortaya çıkıyorlar. Tüzel kişilik olan dernekler değil ama aynı mahallenin etrafında toplanmış; aynı köyden, aynı şehirden gelmiş olan göçmenlerin geldikleri yerde hayata tutunabilmeleri için bir dayanışma ihtiyacı oluyor ve bu sayede ortaya çıkıyorlar. Benim hemşehri derneklerine ilişkin aslında çok sembolik olarak gördüğüm ortaya çıkış hikayelerinden bir tanesi, bir grup göçmenin mahallesinde hemşehrilerinden biri hayatını kaybettiğinde onun cenazesini köye götürmek için arabaya, paraya, topluluğu köye taşıyacak kaynağa ihtiyaç duymaları. Yani önce cenazesini köye götürmek için bir ihtiyaç duydular. Aslında bu çok önemli bir dayanışma halinde ortaya çıkar. Dernek olmuyorlar ama aralarında para toplayıp araba tutuyorlar. Bu sayede hem cenazelerini hem de hemşehrilerini köye götürebiliyorlar ve cenazelerini orada defnediyorlar. Dolayısıyla hemşehri derneklerinin bir dernek formu olarak ortaya çıkmadan önce, bir grup yurttaşın ortak meselelerini çözmek için geliştirdikleri bir dayanışma formu olarak görüyoruz. 

Hemşehri derneklerinin sivil toplum sektörü içinde ikinci sınıf olarak görüldüğüne dair bir tespit var. ‘Lokallerde pişpirik oynamaktan öteye geçemediklerine’ dair bir kanı var. Bu algının sebebi nedir?

Bunun sebebi Türkiye sivil toplum dünyasının kendi iç yapılanmasındaki bir takım dinamikler olabilir. Daha kentli arka plana sahip olan yurttaşların oluşturdukları yapılar, bu derneklerle karşılaştırıldığında görece seçkinci bir performans ortaya koyuyor. Mesela onlar daha hobi odaklı, hizmet odaklı ya da savunuculuk odaklı kuruluşlar kuruyorlar. Yani kendilerinin mağdur olmadıkları meseleler hakkında mağdurların hakkını savunmak üzere bir yapı kuruyorlar. Bu da ortak bir bilgi birikimine ihtiyaç duyuyor. Bir tür kentli ortak sosyallik ya da mağduriyet tarifine dayanıyor. Dolayısıyla ya hayırsever bir yaklaşım ya da belli bir kültürel arka plandan gelen kuruluşlar ortaya çıkıyor (hobi gibi). Daha çok da bir bilgi birikimine ve yurttaşlık kültürüne dayanan, bilginin üzerine inşa edilmiş bir entelektüel form ortaya çıkıyor. Şimdi bu formları üretenler, kendilerine benzemeyen; hem sınıfsal olarak kendilerinin temsil ettiği orta-orta üst sınıfın kültürel kodlarına uymayan hem de kültürel olarak kentlilikle arasında mesafe gördükleri kuruluşlara bir küçümsemeyle bakabiliyorlar. Eğer Türkiye sivil toplum dünyasının içerisinde bir ikinci sınıflaştırma söz konusuysa, bunu yapanların kendilerini birinci sınıf olarak görmesiyle ilgili. Bu sadece hemşehri topluluklarına yönelik bir küçümseme değil aslında. Mesela hangi konuyla ilgileniyor olursa olsun -çevre, insan hakları, kent hakkı vs.- bu seküler kuruluşlar da daha inanç eksenli örgütlenmiş olanları da aynı şekilde sivil toplum dışı olarak görebiliyor.. Ya da savunuculuk odaklı, hak eksenli olarak kendisini tarif eden kuruluşlar kendilerine benzemeyen kuruluşları “hizmet eksenli” ya da “hayırsever eksenli” kuruluşlar olarak görüyorlar. Oraya yönelik bir talileştirici bakış ortaya koyabiliyorlar. Sivil toplum kuruluşları arasında bir değer hiyerarşisi üretiyorlar. İlgilendikleri konunun sofistike, rafine ve kentli bir konu olduğunu düşünüyor ve buna uygun olmayanları; yani kentli bulmadıkları, rafine bulmadıkları, bir uzmanlık kategorisinin dışında buldukları, daha kültürel, daha inanç odaklı buldukları ya da daha kırsal buldukları şeylere dair bir değer hiyerarşisi yarattıklarını ve bu değer hiyerarşisi içerisinde kendilerini yukarıda yerleştirdiklerini düşünüyorum. 

Yani hemşehri dernekleri kendilerinin ikinci sınıf görmezler ama kendilerini birinci sınıf bulanlar onları ikinci sınıf olarak konumlandırır. 

Hemşehri derneklerinin de hak eksenli kuruluşlar kadar hakla ilgili kuruluşlar olduklarını düşünüyorum. Çünkü mesela cenazeyi köyüne götürme girişimi aslında hak bağlamında değerlendirilmeli. Ya da kendi köyünden hemşehrisi şehre göçtükten sonra onun gecekondusunu onunla birlikte yapmak için inşaat çalışmasına destek verme girişimi, barınma hakkıyla ilgili bir girişim.

Dosya için görüşlerini bildiren Ulaş Bayraktar da buna yakın tespitlerde bulunmuştu. Sivil toplumun, hemşehri derneklerinin nasıl bir potansiyele sahip olduklarının farkında olmadığını ifade etti. Bu potansiyeli nasıl değerlendiriyor sunuz?

Türkiye sivil toplum dünyasında özellikle ayrımı şu şekilde yapma eğilimi çok güçlü; hak eksenli olanlar, hizmet eksenli olanlar ve hayır eksenli olanlar diye ayrım yapma davranışı. Bunu böyle ayırdığımızda hizmet eksenli ya da hayır eksenli olanların hakla bir bağı olmadığını varsaymış oluyoruz. Bu tasnifin kendisini problemli buluyorum. Çünkü Türkiye’nin sivil toplum yapısına ve tasnifine uygun bulmuyorum. Hemşehri derneklerinin de hak eksenli kuruluşlar kadar hakla ilgili kuruluşlar olduklarını düşünüyorum. Çünkü mesela cenazeyi köyüne götürme girişimi aslında hak bağlamında değerlendirilmeli. Ya da kendi köyünden hemşehrisi şehre göçtükten sonra onun gecekondusunu onunla birlikte yapmak için inşaat çalışmasına destek verme girişimi, barınma hakkıyla ilgili bir girişim. Ya da birlikte enformel, kayıt dışı işler yapıp hayatını geçindirmeye çalışan yoksul bir hemşehri mahallesinin yaptığı şey bir istihdam hakkı girişimi. Zamanla bu derneklerin şehre tutunmasıyla, refahtan daha fazla pay aldıkça, göçtükleri yerdeki çocukların, gençlerin eğitime daha fazla katılması için dayanışma geliştirmeye başlıyorlar. Bu eğitim hakkıyla ilgili bir girişim. Dolayısıyla hak eksenli, hizmet eksenli ayrımı yaptığınızda bunun hakla ilgisini görmüyorsunuz. Bunu bir sosyal dayanışma ya da hizmet gibi görebiliyorsunuz. Bu ayrımın kendisi çok problemli olduğu için biz hemşehri derneklerinin hakla kurdukları bağdaki potansiyeli göremez hale geliyoruz. Fakat ayrımı hak eksenli-hizmet eksenli diye yapmaktan çıkarıp konu eksenli ayrım yapmaya başlarsak, mesela barınma hakkıyla, eğitim hakkıyla, inanç haklarıyla ilgili meseleler olarak görmeye başlarsak hemşehri derneklerinin çok önemli bir potansiyel ortaya koyduklarını görüyoruz. Kürt şehirlerinden gelen hemşehrilerin kurdukları derneklerde Kürtçe konuşulur. Suriyelilerin bugün Türkiye’de kurduğu derneklerde Arapça konuşulur ya da Kafkas derneklerinde Kafkas dilini koruma etkinlikleri yapılır ve sonraki nesle de aktarılır bu diller aynı zamanda. Bu ana dil hakkıyla çok ilgili bir faaliyet aslında. Dolayısıyla bu ayrımın kendisi onların esas potansiyellerinin ortaya çıkmasını engelliyor ve kendini hak eksenli olarak tarif edenlerin kendilerini izole etmelerini de aşamıyor. Bu yüzden asıl potansiyelin, onların haklarla olan bağının görünürleştirilmesiyle ortaya çıkacağını düşünüyorum.

Hemşehri kuruluşlarının, açıkça haklarla çok doğrudan bir bağı var. Bir katkısı var bu alana, bir tecrübe katkısı var. Örneğin bütün haklar devletle müzakere edilerek elde edilemeyebiliyor, onu uygulayarak elde edilebiliyor. Hemşehri dernekleri bize barınma, istihdam, eğitim gibi hakların müzakereci, savunucu odaklı; görece daha orta üst sınıflara ait, batılı yurttaşlık kültürünün içerisindeki bir tarzdan farklı olarak tecrübeyle, bu tür uygulamalarla elde edilebileceğini gösteriyor. 

Bir potansiyel daha gördüğümü söylemek istiyorum. Hemşehri kuruluşları şehirdeki refahtan daha fazla pay almaya başladıkça, kendilerinden başka hemşehri gruplarıyla da temas etmeye başlıyorlar. Dolayısıyla bu, bir arada hayatı mümkün kılacak olan diyalog kanallarının oluşma imkanını da sağlıyor. Yani Türkiye’nin göç hakikatine baktığımızda gördüğümüz önemli bir dinamik var. O da, Türkiye göçünü şehirlerden topluca yapan bir ülke. Yani Sivas’tan, Kars’tan, Tokat’tan, Rize’den topluca göçüyor insanlar. Burada küçük topluluklar oluşturuyorlar. Küçük Sivas, Küçük Kars, Küçük Tokat… Fakat yeni kuşaklar için böyle değil. Başlangıçta birbirinden uzak, kendi izole hayatlarını kuran ve bu küçük, izole topluluklarının içerisindeki dayanışma ağlarıyla haklara erişmeye çalışan topluluklar iken, yeni kuşakların yeni formlar yaratmalarıyla beraber, diğerleriyle temas ettikleri, köprüler kurdukları, diyalog kurdukları bir araca dönüşüyorlar. 

Birinci büyük potansiyelin hakla kurdukları bağda olduğunu inanıyorum. İkincinin ise şehirlerdeki farklılıkların birbiriyle diyaloglarını kurabilme kanalları oluşturduklarını ve birlikte bir hayatın nasıl inşa edileceğine ortak tecrübeyle karar verme verme potansiyeli olduğunu düşünüyorum.

Yaptığım görüşmelerde, özellikle KAFFED’le yaptığım görüşmede, şunu gördüm ki; gençlerin hemşehri derneklerine ilgisi çok az. Ya burs almaya gidiyorlar ya çocukken babalarıyla bir kez gitmişlerdir. KafDer gibi dil ve folklor kurslarının olduğu bir kuruluş yine gençlerin ilgisini daha çok çekiyordur ama daha küçük çaplı dernekler, gençlerin gözünde babalarının sosyalleşme alanından ibaret. Bu durum hemşehri derneklerinin eleştirilmesi gereken bir yönü mü sizce?

Bu bence hemşehri derneklerinin sorunu değil, bu Türkiye sivil toplum dünyasındaki dernek formunun bir sorunu. Yani dernek ya da vakıf statüsü şeklinde örgütlenen, devletten bir statü talep eden, onun formal prosedürünü izleyerek kurumsallaşan bütün yapıların sorunu bu. Türkiye’deki genç kuşaklar çevre odaklı derneklere de aktif bir şekilde katılmıyor. Ya da hak eksenli kuruluşlara da aktif katılmıyor. Yani Türkiye’nin insan hakları camiası genç kuşaklardan yeterince insan kaynağı elde edebiliyor mu ki hemşehri dernekleri buradan yeterince insan kaynağı elde edemiyor diye bunu onların sorunu olarak görelim? Bence buradaki konu esas olarak, Türkiye sivil toplum dünyasının vakıf, dernek, kooperatif vesaire gibi formlarının; bir statü ile kurulmuş formlarının artık eskimiş olduğunu ve yeni kuşakların bu formlarla ilişki kurmak istemediğini gösteriyor. Esas üzerine düşünülmesi gereken şey de bu. O zaman soruyu şöyle sormalıyız, hemşehri derneklerinin fonksiyonlarını yerine getirmek için kullandıkları bu araçlar, genç kuşaklar tarafından itibar görmüyor ve buraya katılım ortaya koymuyorlarsa o zaman bu gençler o performansı nerede ve nasıl icra ediyorlar? Bu, bir yurttaşlık tavrının olmadığı anlamına gelmez. Gözlemlerimden yola çıkarak söylüyorum, Türkiye’nin çevre meseleleri çevre kuruluşlarının dışında gençler tarafından da tartışılıyor, konuşuluyor. Fakat o formlarda değil. Bu kent hakları, hayvan hakları gibi meseleler için de geçerli. Gençler bu konuşlarda yeni formlar ortaya koyuyorlar. Yani kurumsal yapılar artık statüsüzleşerek sivil toplumun kendini yeniden ortaya koymasını sağlıyor. Kurumlar statüsüzleşiyor, genç kuşaklar statüsüz sivil toplum girişimleri kuruyorlar. Mesela internette bir Facebook grubu kuruyorlar. O Facebook grubu içerisinde kendi kültürlerini de konuşuyorlar, kendi dilleriyle alışverişte bulunuyorlar ya da kent hakları konusunda gidip bir dernek kurmuyor ama bisiklet topluluğu olarak hayata bir performans geçiyor. Onunla birlikte ‘farkındalık sürüşleri’ diye sürüş yapıyor. Yani 50 tane genç Facebook’ta konuşup kararlaştırıyorlar ve mesela “Bugün Ümraniye’de bir farkındalık sürüşü yapacağız” diyorlar ve 50 tane genç bisikletleriyle Ümraniye’den, trafiğin içerisinden geçiyorlar ve yurttaşlara “bisikletin trafikte bir yeri vardır” farkındalığı kazandırmaya çalışıyorlar Dolayısıyla bence gençler katılmıyorlar demek doğru değil, gençler katılıyorlar. Neye katılıyorlar? O konuya katılıyorlar. Hemşehri dernekleri açısından düşünürsek, gençler kendi memleketlerinin lokal jargonunu öğreniyorlar. Nereden öğreniyorlar? Dernekteki yetişkinden öğrenmiyorlar ama internetten öğreniyorlar. Kendi coğrafyalarından, oradaki kültürden, geçmişlerinden haberdar olmadıklarını söyleyemeyiz. Bunlardan haberdar oluyorlar ama bilgiyi kendi araçları üzerinden elde ediyorlar. Yetişkinler gibi dernekler, buluşmalar üzerinden değil sosyal medya üzerinden yapıyor. Onun için buradaki esas konu, hemşehri derneklerinin gençlerini kapsayıp kapsayamadığı değil. Gençlerin hemşehri derneklerinin mevcut formu yerine ne koyduğuyla ilgili. 

İkinci potansiyeli ele alalım. Hemşehri derneklerinin bulundukları şehirlerde iletişim köprüleri kurabilme potansiyelinden bahsediyorsunuz. Bana göre bunu ikinci nesil üstlenmeli, çünkü onların sırası geldi. Fakat diğer yandan ikinci nesil de hemşehri derneklerinin yöntemleri yerine daha yeni yöntemlere yönelmiş durumda. Bunların yanı sıra, az önce kendilerini birinci sınıf olarak addettiklerini söylediğin sivil toplum sektörüyse sosyal medyayı kullanma konusunda daha başarılı. Buradan şöyle bir çözüme varamaz mıyız? Sivil toplum sektörü bir şekilde hemşehri dernekleriyle irtibata geçmeli ayrıca gençlerle birinci nesil arasındaki iletişimi sağlamalı. Bu şekilde şehir içi diyalogun gerçekleşmesi mümkün diyebilir miyiz?

Fonlara, insan kaynağına, mekansal kaynağa ulaşan ve kendini hak eksenli olarak tanıtan kuruluşların bence Türkiye’deki temel açmazlarından bir tanesi bu. Kendilerini değer hiyerarşisinin tepesinde konumlandırdıkları için kendilerinin dışında olan her sivil toplum yapısıyla ilişkisini de o hiyerarşiyle kuruyor, tepeden bir dille, üstten bir akıl olarak, bilen olarak bilmeyene öğretmeye çalışan akıl olarak… Bizim buradaki ilişkideki bu birinci, ikinci sınıf tutumunu ortadan kaldırmaya ihtiyacımız var. Aradaki ilişkiyi daha eşitlikçi kılmaya ve birbirinden öğrenen bir ilişki haline getirmeye, ortak bir tecrübe arayışına ihtiyacımız var. 

 

“Sivil toplum hemşehri dernekleriyle irtibata geçmeli” cümlesine bir itirazım var. Çünkü, sanki sivil toplum içerisinde gerçekten birinci sınıf diye bir şey varmış da hemşehri dernekleri de ondan ayrı bir sivil toplum olmayan bir şeymiş gibi konuşuyoruz.

Fakat diğer yandan, eleştirsek de kabullensek de kendini ayrı bir yere konumlandırmış durumda. Fonları onlar alıyor, sosyal medyayı onlar kullanıyor…

Tam da buna değinmek istiyorum. Böyle konumlandırdığımızda birinci grubun ikincisine öğretecek bir şeyi varmış gibi yorumlamış oluyoruz. Yani bilgi orada, kaynaklar orada, paraya onlar erişiyor, vasıflı insan kaynağına onlar erişiyor. Dolayısıyla bütün kaynaklar orada konsantre oluyormuş gibi düşünüyoruz. Böyle düşününce de onların ötekilere öğretecek bir şeyi varmış gibi kuruyoruz. Şimdi ilişkiyi böyle tahayyül ettiğimizde, çok tahakkümcü ve hiyerarşik bir ilişki olur. Oysa benim argümanım şu; bu “birinci sınıf” kategorisinin, hemşehri dernekleri gibi yapılarla ilişkisinde öğreteceklerinden daha çok öğrenecekleri şeyler var. Çünkü tecrübe orada, temel haklara erişim tecrübesi de orada. Biz oradaki lokal tecrübeyi değersizleştirdiğimiz için, burada ürettiğimiz bilgiyi hakiki bilgi olarak konumlandırdığımız için onlara haklara nasıl erişeceklerini anlatmaya gidiyoruz. Fonlara, insan kaynağına, mekansal kaynağa ulaşan ve kendini hak eksenli olarak tanıtan kuruluşların bence Türkiye’deki temel açmazlarından bir tanesi bu. Kendilerini değer hiyerarşisinin tepesinde konumlandırdıkları için kendilerinin dışında olan her sivil toplum yapısıyla ilişkisini de o hiyerarşiyle kuruyor, tepeden bir dille, üstten bir akıl olarak, bilen olarak bilmeyene öğretmeye çalışan akıl olarak… Bizim buradaki ilişkideki bu birinci, ikinci sınıf tutumunu ortadan kaldırmaya ihtiyacımız var. Aradaki ilişkiyi daha eşitlikçi kılmaya ve birbirinden öğrenen bir ilişki haline getirmeye, ortak bir tecrübe arayışına ihtiyacımız var. 

Eski kuşakla yeni kuşak arasında da benzer bir ilişki görüyoruz. Eski kuşak kendini şöyle konumlandırıyor; diyelim hemşehri derneklerindeki yönetici “Gençler artık çok yozlaştı, buraya hiç gelmiyorlar. Kendi kültürlerini merak etmiyorlar” diyebiliyor. Aynı o hak eksenli kuruluşun hemşehri derneğiyle kurduğu ilişkiye benziyor ve o yetişkin, gence bir şey öğretmek istiyor. Buradaki varsayım da şöyle, “Gençler buna ilgi göstermiyor.” Bu varsayımın da doğru olmadığını düşünüyorum. Sorunun şöyle olması gerekiyor; “Gençler bu tutumlarını nasıl gerçekleştiriyorlar? Yani kendi kültürleriyle bağlarını hangi araçlarla kuruyorlar? Hangi yaratıcı, yenilikçi yöntemleri kullanıyorlar?” Eski kuşak yeni kuşağa böyle yaklaşsa, yeni kuşaktan öğrenecek şeyleri var. Yaşlının gence öğrettiği bir halden çıkıp ikisinin arasında görece daha eşitlikçi ve ortak tecrübe üretmeye dönük bir ilişki haline getirecek olsalar, gençlerinin araçlarının o derneklerde yer bulma imkanları oluşur. Dolayısıyla bu meselenin arkasındaki temel problemin katılım eksikliği değil, değer hiyerarşisinde kendilerine biçtikleri yer olduğunu düşünüyorum. 

İletişimi kurma rolü de gençlere düşmüyor bana kalırsa çünkü gençler için bu önemli değil. Gençler oraya gidip de hayatlarını oraya vakfetmek istemiyorlar. Gençler çevre kuruluşlarına da hayatlarını vakfetmek istemiyorlar, hemşehri kuruluşlarına da. Geçmişteki dernek kurma davranışına baktığımızda, insanların oraya kendilerini, enerjilerini, zamanlarını vakfettiklerini görüyoruz. Gençlerin katılım mekanizmalarına baktığımızdaysa artık bunu görmüyoruz. Daha esnekler. Üç beş gün çevre meseleleriyle ilgili bir şey yapıyor, ondan sonra gidiyor bir koruma projesinde çalışıyor veya başka bir şey yapıyor. Yani konudan konuya geçiyor. Nasıl dernek formu statüsüzleşiyorsa, enformelleşiyorsa, bir dernek mekanında olmaktan çıkıyor ve sosyal medyada bir mecra haline geliyorsa katılma mekanizmalarında da bir esneklik yaşıyor. Onun için bu esnekliğin inkar edilmemesi ve buna uyum sağlanması gerekiyor. 

Savunuculuk odaklı kuruluşları iyi rapor yazarlar, bilgi üretirler, bir konuyu gündemleştirmeyi iyi bilirler. Ötekiler ise daha geniş topluluklara erişmeyi, onların mekanlarına ulaşmayı daha iyi biliyorlar. Bu iki yaklaşımın ve mekan kullanımının aralarında bir etkileşime ihtiyaç var. Dolayısıyla hemşehri kuruluşlarının siyasi angajmanlarını gözden geçirmeleri ve yeniden bir toplumsal kuruluş olarak faaliyet göstermeye ihtiyaçları var, sivil toplumun savunuculuk odaklı çalışanlarının ise hemşehri derneklerinin mecra, mekan kullanımlarını, geniş kitlelere erişme olanaklarını anlamaya ve onunla bir etkileşim kurmaya ihtiyacı var. 

Sonuç olarak bir iletişim gerekliliğinden bahsettik. Sivil Sayfalar da sivil toplum içerisinde iletişim ve haberleşme sağlamayı hedefleyen bir platform olarak geçti hayata. Bu dosya yayınlandıktan sonra, okuyacak olan insanlar “Evet burada bir potansiyel var ve bu potansiyelin değerlendirilmesi lazım. Hak temelli kuruluşların hemşehri derneklerine, hemşehri derneklerinin de gençlere ulaşmak konusunda inisiyatif alması lazım” diyecek belki. Fakat sonuçta somut bir ilk adım nasıl gerçekleşmeli?

Bence burada birkaç dinamik var. Birincisi, hemşehri derneklerinin kendini gözden geçirmesi gereken bir alan var. Hemşehri dernekleri, toplumsal bir ihtiyaçla ortaya çıkmış ama günümüzde daha siyasi angajmanlara girmeye başlamış bir özellik gösteriyor. Özellikle de Türkiye’nin girdiği seçim dönemlerinde, şu geçtiğimiz 10 yılda da sık seçim gerçekleştiği için, siyasi partiler Türkiye’deki seçmenin oy verme davranışının da kolektif olduğunu varsaydığı için hemşehri derneklerini, kitlesel oyu iknada bir araç olarak görmeye başladılar. Yani Sivaslılara tek tek, birer yurttaş olarak seslenen propaganda dilinden ziyade gidip Sivaslı dernekleriyle, Erzurumlu dernekleriyle, Ordulu, Trabzonlu dernekleriyle bütün o memleketlilerin oyunu almaya çalışan bir araç olarak görmeye başladılar. Siyasetçiler için bu çok kullanışlı bir araç, yani daha az enerjiyle daha büyük bir kitleye seslenebiliyorsunuz. Siyasetin keşfettiği bu imkanı sivil toplumun da keşfetmesi gerekir. İki düzeyi var bunun, hemşehri derneklerinin siyasi araç angajmanı olmaktan çıktıkları, daha toplumsal bir rol üstlendikleri, farklılıkların bir arada yaşamasına yönelik yeni tecrübeleri ürettikleri bir mecraya  dönüşmeleri gerekir. Siyasetle arasındaki mesafeyi yeniden tarif etmeleri gerekir. 

Türkiye sivil toplum dünyasının, özellikle savunuculuk ve hak eksenli gibi kategorilerinin de, oradaki tecrübeden öğrendiklerini kendi projelerine yansıttıkları bir yeni düşünme tarzına geçmeleri gerekir. Mesela orada gördüğüm çok önemli şeylerden bir tanesi şu, proje odaklı çalışan sivil toplum kuruluşlarının mekanları ofisleri ve toplantı yaptıkları salonlardır. Hemşehri derneklerinin hedef gruplarıyla buluşma mekanları ise mahalleleri, dernek lokalleri, piknik alanlarıdır. Buradaki mekansal mesafe bana çok önemli geliyor. Aşılabilir olduğunu düşündüğüm şeylerden bir tanesi de bu. İkisinin de kendi mecralarından biraz ötekilerin mecrasına geçmeye ihtiyaçları var. Çünkü salonlarda yapılan önemli bir iş var ya da ofislerde üretilen önemli bir bilgi alanı var. Savunuculuk odaklı kuruluşları iyi rapor yazarlar, bilgi üretirler, bir konuyu gündemleştirmeyi iyi bilirler. Ötekiler ise daha geniş topluluklara erişmeyi, onların mekanlarına ulaşmayı daha iyi biliyorlar. Bu iki yaklaşımın ve mekan kullanımının aralarında bir etkileşime ihtiyaç var. Dolayısıyla hemşehri kuruluşlarının siyasi angajmanlarını gözden geçirmeleri ve yeniden bir toplumsal kuruluş olarak faaliyet göstermeye ihtiyaçları var, sivil toplumun savunuculuk odaklı çalışanlarının ise hemşehri derneklerinin mecra, mekan kullanımlarını, geniş kitlelere erişme olanaklarını anlamaya ve onunla bir etkileşim kurmaya ihtiyacı var.