‘Vatandaş ve Mülteci Ayrımı Olmaksızın İfade Özgürlüğüne Erişim Hakkı Olmalıdır’

Medya ve Göç Derneği Koordinatörü Dilan Taşdemir, Mültecilerle Dayanışma Derneği (Mülteci-Der) Genel Koordinatörü Pırıl Erçoban ve Göç Araştırmaları Derneği (GAR) kurucularından Polat Alpman ile haklarında sınırdışı kararı verileceği açıklanan mültecileri ve sivil toplumun yapması gerekenleri konuştuk. Dilan Taşdemir, vatandaş ve mülteci ayrımı olmaksızın herkesin ifade özgürlüğüne erişim hakkı olması gerektiğini söylüyor.

Bir Youtube kanalında yayınlanan sokak röportajında, Türkiye vatandaşının Suriyeli gence “Ben muz yiyemiyorum, siz kilolarca muz alıyorsunuz” demesi sosyal medyada gündem olmuştu. Bu sözler üzerine mültecilerden tepki olarak video paylaşımları yapıldı. Göç İdaresi Başkanlığı bu videoları paylaşan kişileri “provakatör” olarak tanımlayıp yedi kişi hakkında sınır dışı kararı verileceğini açıkladı. 11 kişinin göz altına alındığı ve video paylaşımında bulunan 31 kişinin kimliklerinin belirlendiği haberleri üzerine birçok sivil toplum örgütünün imzacı olduğu ortak bir açıklama yapıldı. İmzacı sivil toplum örgütlerinden Medya ve Göç Derneği Koordinatörü Dilan Taşdemir, Mültecilerle Dayanışma Derneği (Mülteci-Der) Genel Koordinatörü Pırıl Erçoban ve Göç Araştırmaları Derneği (GAR) kurucularından Polat Alpman ile konuştuk.

‘Mültecilerden Tepki Geleceğini Bekliyorduk.’

Durumun endişe verici olduğunu, uluslararası sözleşmeler ve Türkiye yasalarıyla korunmuş kişilerin ifade özgürlüğü konusu ve geri göndermeme ilkesine değinen Dilan Taşdemir, bu ilkenin kapsamının “kimse geri gönderilemez” üzerinden kurgulanmamakta olduğunu söyledi. Bunun bir mesaj olduğunu düşünen Taşdemir, bu sürecin bugün başlamadığını; ekonomik krizin kaynağı olduklarının söylenmesi, demografik yapının bozulması, suçla ilişkilendirilme gibi konularda gerçeğe uymayan sebeplerle mültecilerin sürekli hedef gösterildiğine değindi. Bunların sonucunda bu tip toplumsal kaoslar yaşanmasının beklenen sonuç olduğunu belirten Taşdemir, mültecilerden tepki geleceğini beklediklerini söyledi: ”Bu videolar şu açıdan önemli; mülteciler ilk defa kitlesel bir tepki verdi, bunun karşılığında da ‘herhangi bir muhalif bir tutum sergilerseniz, varlığınızı savunacak bir şey yaparsanız sizi sınır dışı ederiz’ mesajı verilmiş oldu. Bu, kişilerin ifade özgürlükleri için bir tehditken öte yandan mültecilerin içinde bulundukları durumlara dair herhangi bir savunuculuk ve seslerini çıkaramayacaklarını gösteren bir hamle. Onun dışında bir mültecinin en ağır şekilde cezalandırılacağı şey,  zulüm altında olduğu için ayrıldığı ülkesine geri gönderilmesi veya bununla tehdit edilmesi; bu da ciddi anlamda endişe verici bir şey.”

‘Şaka mı? Bir Akıl Tutulması mı Yaşıyoruz?’

”Kendi açımdan, bu haberleri öncelikle şaşkınlıkla, hele ki gözaltılar ve sınır dışı kararları ile ilgili haberleri önce ‘şaka mı? Bir akıl tutulması mı yaşıyoruz?’ diye izlediğimi söyleyebilirim açıklamalarında bulunan Mültecilerle Dayanışma Derneği (Mülteci-Der) Genel Koordinatörü Pırıl Erçoban, şaka olmadığını anlayınca ayrımcılığın, dışlamanın, mülteci korumasının ve hukuk ihlalinin geldiği nokta itibari ile üzüldüğünü ve endişesinin arttığını söyledi: ”Trajikomik bir durumun ortasındayız, insanlar muz yeme videoları paylaştıkları için haklarında soruşturma açılıyor ve sınır dışı kararı veriliyor; şu anda hala sınır dışı edilmedilerse geri gönderme merkezlerinde özgürlüklerinden mahrum edilmiş şekilde alıkonuyorlar.”

Erçoban, ”Düşünün ki, savaştan zulümden kaçıp size sığınan insanlar, sürekli ‘istenmiyorsunuz, sevilmiyorsunuz, defolun gidin’ mesajlarının, bakışlarının, uygulamaların altında yaşamak durumunda kalıyorlar; yedikleri-yemedikleri, söyledikleri-söylemedikleri, çalıştıkları-çalışmadıkları için sürekli siyasi çevrelerin, basının, sosyal medyanın hedefi haline getiriliyor ve her gün böyle bir dışlanma ile yaşamlarını sürdürmek durumunda kalıyorlar.” dedi.

‘Geçicilik’ üzerine kurulu bir statüde ülkede yıllar, hatta bir ömür geçirmiş olsalar bile, her an sınır dışı edilmek korkusu yaşadıklarının altını çizen Erçoban, herhangi bir eleştiride, bir şikayette, bir serzenişte bulunma haklarının da olmadığını söyledi. Erçoban, böylesi mesajların her an, her taraftan geldiği bir ortamda yaşayan insanların, hele ki çocukların psikolojisini, insan onuruna verdiği zararı düşünmek zorunda olduğumuzu ve sahadaki izlenimlerinden çok ciddi ihlaller, ayrımcılık ve nefret suçuna varan söylem, davranışlar karşısında bile, mültecilerin şikayet etmekten çekindiklerini gösterdiğini ekledi. Erçoban buna örnek olarak, haftalarca, aylarca çalışıp, ücretini alamayan pek çok kişi olduğunu ancak şikayetçi olmak istemediklerini gösteriyor. Veya iş kazası sonrası sakat kalanlar, hayatını kaybedenlerin ailelerinin şikayetçi olmadıklarını, haklarını aramadıklarını; çünkü, çalışma izni olmadan çalışmaktan dolayı sınır dışı edilmekten korktuklarını söyledi.

Hukuki açıdan bakarsak, Anayasa’nın 25 ve 26. Maddeleri, Türkiye’nin taraf olduğu BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 19. Maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 10. Maddesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 19. Maddesi ile güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlalidir.

Bu tepki videolarının kin ve nefret içermediği, kamu düzenini bozmaya yönelik bir eylem olmadığı halde, suç yaratılmakta olduğunu söyleyen, Erçoban, “19 Sivil toplum kuruluşunun imzaladığı açıklamada ifade edildiği gibi, eğer ortada bir suç olduğu düşünülüyorsa, bu olayda olduğu gibi her fırsatta kin ve nefretle mültecileri hedef alan paylaşımlar, açıklamalar, TCK’nın 122. Maddesi’nde yer alan ‘nefret ve ayrımcılık’ suçu kapsamında soruşturulmalı ve cezasız kalmamalıdır. Eğer muz yeme paylaşımlarının bir ‘suç’ olduğu konusunda ısrar ediliyorsa, kişilerin adil bir şekilde yargılanıp, kendilerini savunmalarına izin verilmelidir. Apar topar, üstelik yasaları ihlal riskini göze alıp, sınır dışı etmek adil yargılanma hakkını da ihlal edecektir.” dedi.

Göç Araştırmaları Derneği (GAR) kurucularından Polat Alpman, yapılan açıklamada herkesin ifade hürriyeti hakkına sahip olduğunu, geri göndermeme, iade etmeme yükümlülüğünü yeniden ve yeniden hatırlatmaya çalıştıklarını söyledi. Bunlar dışında birkaç noktaya dikkat çekmek isteyen Alpman, sığınmacılara yönelik giderek artan bu tahammülsüzlüğün nedenlerini ve Türkiye’deki aşırı-sağın ve milliyetçiliğin göçmenleri bahane ederek topluma dayattıkları siyasal seçeneklerin, göçmenlere yönelen fiili şiddetten ve ayrımcılıktan bağımsız düşünülemeyeceğini belirtti. 

”Biz Muz Yiyemiyorken Onlar Muz Yiyorlar’ İfadesi Türkiye’de Yaşanan Krizi Dile Getiren Cümle’

Alpman, yaşadıkları hayatın gerçek sorunlarını çözmek için gerçek çözümler üretmeyen seçmenlerin, bunu üretmekle yükümlü olanlara seslerini duyuramadıklarını ve ekonomik, sosyal, siyasal alanlarda üst üste yaşadıkları yıkımların nedeni olarak göçmenleri yaftaladıklarını söyledi: “’Biz [yurttaşlar] muz yiyemiyorken onlar [sığınmacılar] muz yiyorlar’ ifadesi Türkiye’de yaşanan krizi dile getiren cümle. Gerçek sorumlulardan hesap soramıyor olmanın çaresizliği ile ekmeğini göçmenlere kaptırmış gibi hissetmenin öfkesi, göçmenlerle ilgili hiçbir hakkaniyet ilkesi tanımayan ırkçılık-milliyetçilik ile iç içe girerek muz gibi -artık lüks olan- bir meyveyle gösteriliyor.’ 

Alpman, bu tutumun göçmenleri sosyoekonomik gerilemenin nedeni olarak damgalamakla sınırlı olmadığını ama onları bir iç güvenlik sorunu ya da asalak gibi temsil etmeye yönelik girişimlerin arkasında ekonomik krizin, düşük ücretlerin, artan masrafların ve işsizlik baskısının izlerini görmenin mümkün olduğunu ekledi. 

‘Sivil Toplum Örgütleri Bir Şeyler Yapıyor Ancak Yeterli Değil’

Konunun sivil toplum boyutuna geldiğimizde ise Dilan Taşdemir, sivil toplum örgütlerinin hukuki destek, savunuculuk, bir arada yaşama ve uyuma dair şeyler yaptıklarını ancak bunun yeterli olmadığını gördüklerini söyledi. Taşdemir’e göre bu sadece sivil toplum çabasıyla çözülebilecek bir mesele değil. Sivil toplum örgütlerinin bir arada yaşam, uyum, mültecilerin medya ve siyasiler tarafından hedef gösterilmemesi için politikacılara daha fazla baskı yapması gerektiğini belirten Taşdemir, ”Medya kuruluşlarının nefret söylemi üreten ve üretilmesine aracı olan özellikle sosyal medya kurumlarının bir politika üretmesine dair örgütlü bir çalışma yürütebilir. Özellikle mülteci hakkı ve ifade özgürlüğü çalışan kurumlar mültecilere yönelik nefret söylemiyle mücadele eden daha fazla çalışma yapabilir. Herkesin ifade özgürlüğüne erişim hakkı vardır; vatandaş ve mülteci ayrımı olmaksızın bu olmalıdır. Geri göndermeye dair bir politika uygulanacaksa sivil toplum örgütleri olarak bunun işaretlerini almalı ve daha sıkı çalışma yapmalıyız.” dedi.

Pırıl Erçoban, imzacı oldukları açıklamada 19 kurumun kısa sürede güçlerini birleştirerek tepkisini ortaya koyduğunu; bazı kuruluşların bireysel açıklamaları ile bunu yaptığını vurguladı: ”Avukatlar, barolar, sivil toplum kuruluşları, bu olayda haklarında sınır dışı kararı verilen kişilere ulaşmak için çaba harcıyor. Umarım, bu kişilere ulaşılabilir, adalete erişimleri sağlanır ve tabii hukuk uygulanır. Bu tepki sesleri de özellikle ırkçı reaksiyon verenlerin de kulağına gider, durup içtenlikle ‘haklı mıyız?’ diye düşünürler, özeleştiri yaparlar; bu tutumda ısrar edenler için de gerekli idari ve yasal süreçler işletilir.” 

Polat Alpman ise daha önce Sivil Sayfalar’da sivil toplum teorisi üzerine birkaç yazı yazdığını hatırlatıp, o yazılarda sivil toplum ile devlet ilişkisinin niteliğini çözümlemeye ve değişen toplumsal formasyonun içinde sivil toplumun nereye karşılık geldiği üzerine düşünmeye çalıştığını belirtti.

Yirminci yüzyılın dönüştürücü dinamiklerinden biri olan sivil toplum hareketinin, bu yüzyıl için aynı dinamiklere sahip olmadığını düşündüğünü söyleyen Alpan, ”Elbette ‘sivil toplum örgütleri ne yapıyor ve ne yapmalı’ sorusu pratik bir yanıt talep ediyor. Şunları yapıyor, şunları yapmalı gibi… Göç alanında çalışan sivil toplum örgütleri takip, izleme, değerlendirme, raporlama, saha araştırmaları, ayni-nakdi yardımlar, eğitim-edindirme programları ve hak savunuculuğu başta olmak üzere neredeyse her şeyi yapıyor. Örgütlerin büyük çoğunluğu bu faaliyetleri gerçekleştirebilmek için uluslararası fonların ve hibe programlarının standartlarına uygun bir iş planı ve tekniği geliştirmek zorundalar, çünkü öz gelir kaynakları ya çok kısıtlı ya da yok. Dolayısıyla uğraş verdikleri alanla ilgili gittikçe profesyonelleşme baskısı artıyor. Sivil toplum hareketi içerisinde profesyonelleşmenin gelişmesi ise sivilliğin niteliğini konuşmamızı zorunlu hale getiriyor.” açıklamalarında bulundu.

Alpman son olarak, göç alanında çalışan sivil toplum örgütleri ‘ne yapmalı’ sorusuna, ”Göçmenlerle ilgili ne yapılacağını biliyoruz. Bunların neredeyse hepsi Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmeler tarafından belirlenmiş. Sivil toplum örgütleri, bu sözleşmeler tarafından belirtilen siyasal, hukuki, ekonomik uygulamaların gerçekleştirilmesi için hükümeti teşvik etmek ve onu zorlamakla yükümlüdür. Bunun yapılmadığını söyleyemeyiz ama neredeyse hiçbir etki üretemediği de ortada… Belki de Türkiye’deki sivil toplum pratiği üzerine daha düşünmeliyiz” dedi.