‘Mahallede Tehlikeli Gerginlik’ Derken Aslında Ne Demiş Oluyorlar?

Mültecilerin medyadaki görünümünü inceleyen raporun koordinatörü Prof. Dr. Ülkü Doğanay: "Hak taleplerini, hak ihlallerini görmüyorlar, onları birer “insan” değil “sayı” olarak değerlendiriyor, bir “güruh” gibi lanse ediyorlar. Bizim literatürde “yeni ırkçılık” olarak tanımladığımız durum tam da bu işte." diyor.

Bu yılın başlarında İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi ile Gazeteciler Cemiyeti’nin yürüttüğü bir proje kapsamında 18 aylık bir dönem için mültecilerin medyadaki görünümüne ilişkin hazırladığınız bir rapor yayınlandı. Mültecilerle ilgili haber, köşe yazısı veya analizlerde tespit ettiğiniz problemler neler oldu?

Söz konusu rapor, 18 aylık titiz bir izleme sürecinin sonucu olarak ortaya çıktı. 2018 yılı ortamı açısından baktığımızda, medyada açıkça ırkçı, ayrımcı, nefret söylemi diyebileceğimiz bir dil yok. Açık söylemek gerekirse bunda hükümetin ve bazı medya organlarının hükümet yanlısı yayın yapmasının da önemli bir payı var. Böyle olmasaydı bu insanları barındırmak zor olabilirdi ve medyanın dili de daha saldırgan olurdu gibime geliyor. Nitekim bazı yazılı medya organlarında bu ayrımcı dil bugün de var. Bunu bazı köşe yazılarında daha açık görebiliyoruz. Ama asıl meselemiz, hükümet yanlısı medya da dahil, mülteci haklarının ve mültecilerle ilgili hak ihlallerinin neredeyse hiç görülmemesi. Görüldüğünde de meseleye, haber konusu olaya çoğunluğun gözünden bakıyorlar ve bunun adını koymuyorlar. Mültecilerden gelen bir hak talebi ise neredeyse hiç yok. Binlerce haber izledik, çok sayıda gazeteyi takip ettik, bir de TV kanalarında olanlar var. Bunların hiçbirinde bir hak talebinin bir mültecinin ağzından dile getirildiğini hiç görmedik. Sadece bir veya iki örnekten bahsedebiliriz. Hak odaklı bir habercilik yapılmıyor. Neden? Çünkü onların da hakları olduğu noktasından bakılmıyor, temel haklara sahip olması gereken insanlar oldukları görmezden geliniyor. Biz “bahşeden”, “lütfeden” bir pozisyonda duruyoruz onlar da “lütfedilen” oluyor.

Bakın mülteci çocuklar var, sayılarını da tam olarak bilemiyoruz, sağlıklı bir veri yok elimizde, ama şunu biliyoruz: Bu çocukların okul çağında oldukları halde eğitim dışında, okula gitmiyor, gidemiyorlar. 15 yaşından küçük çocukların çalıştırılması yasalarımıza göre suç teşkil ediyor. Ama mülteci çocuklar çalıştırılıyor. Ve bu insanlar “haber” olduklarında “çocuk işçi” oldukları için haber olmuyorlar; “çalıştığı için çok yorgun düşmüş” denilerek haber oluyorlar. Bu çocuk o yaşta neden okulda değil ve çalıştırılıyor? Buna dair hiçbir şey yok. Mesela bir iş kazasına uğramış, “Dikkatsizliği nedeniyle elini kıyma makinesine kaptırdı” deniyor. Raporda yer verdiğimiz çarpıcı örneklerden biriydi. 11 yaşında ve elini kıyma makinesine kaptırmış. O yaşta çocuğun ne işi var kıyma makinesinin başında? Haberde bu yok…

Mülteci kadınlarla ilgili de geldiklerinden itibaren çok açık bir istismar var. Bir kere açıkça “pazarlanıyorlar.” Zorla evlendiriliyorlar. Para karşılığı evliliğe zorlanıyorlar. Çok küçük yaşlarda evlendiriliyorlar. İkinci, üçüncü eş olarak evlendiriliyorlar, birkaç ay sonra da sokağa bırakılıyorlar. Bunlar oluyor. Bunların olduğunu biliyoruz, ama basında sadece “Suriyeli gelin altınları aldı kaçtı” haberleri görüyoruz. O kadınların “pazarlanması” suç değil mi? O kadınlarla para karşılığı evlenmek suç değil mi? Bu, düpedüz “kadın ticareti” değil mi? Ve bu işlere aracılık yapanlar var bir de, bunların yaptıkları da suç değil mi? Ama tam tersine basın da buna aracılık ediyor adeta. Şunu söylüyor mesela: 18-25 yaş arası 10 bin, 25-35 yaş arası 7 bin filan gibi fiyat tarifeleri yayınlanıyor. Bir tek adres verilmiyor, şu “pazardan” alacaksınız diye. Adeta bu pazarın aracısı gibi davranıyorlar.

Mesela “Suriyeli kaçaklar” deniyor, “Şu kadar Suriyeli kaçak yakalandı” diye verilen haberler var, ya da öldüler diye verilen haberler, deniz kazalarında. Bütün bunların arkasında bir kaçakçılık sektörü var; insan kaçakçılığı. Bunu organize eden bir “ağ” olması gerekir, değil mi? Kimse kendi başına ortaya çıkıp “Benim bir teknem var, hadi binin sizi istediğiniz ülkelere götüreyim” diyerek bu işe girişmez. Ama haberlerde sorunun bu boyutuyla ilgili en ufak bir bilgi bile yok. Göremiyorsunuz. Sadece “kaçak” ve “kaçakçılar” ifadesini görüyorsunuz. Suçlu kim? “Kaçak” olarak ifade edilen Suriyeliler! Oysa onlar “kaçak” filan değil. Çünkü bir suç işlemiş de kaçıyor değiller kanundan. Canlarını kurtarmak için bir yerlere gitmek çabasındalar.

Bir de şu var: Türkiye madem bu kadar kucak açtı, imkan sağladı onlara, asparagas haberlere bakarsanız maaş bağlanmış, hastanelerde sıra beklemeden tedavi görüyorlar vs. Niye gidiyorlar peki? Bir insan neden çocuğunun ölebileceğini göze alarak bir şişme botla açık denize açılır? Bunu niye göze alır? Haberlerde bunlara dair hiçbir şey yok. Suçlu kim? Yine kendileri, yani “kaçak” olarak ve “kaçakçı” olarak adlandırılan kişiler. Bu haber dilinin değişmesi gerekir. Örnekleri var, mesela bizim çalışmamızın kapsamı içinde değil ama Evrensel gazetesi kullandığı haber diline çok dikkat ediyor. Bu, önemli.

İstihdam sektöründe de ciddi bir istismar var, hiç görülmüyor. Mesela yangınlar oluyor, ölüyorlar, sigortasız, güvencesiz çalıştırılıyorlar. Sonrasında ne oluyor, bilmiyoruz. Aslında suç oranları çok düşük mültecilerde. Çünkü bir suç işlerlerse aileleriyle birlikte geri gönderilmeleri ihtimali var. Suçun şahsiliği prensibi de göz ardı ediliyor. Geri gönderilenler oldu ve sonra o insanlar ne oldu? Bilmiyoruz. Haber takibi yok. Oysa geri gönderilmek bir can güvenliği riski taşıyor.

Haberlerde “linç” denilmiyor ama aslında linç diyebileceğimiz olaylar oldu biliyorsunuz. Dükkanları yakıldı, zorla otobüslere bindirilip yollandılar bulundukları yerden. Nereye gidiyorlar? Ne oluyor? Haber takibi yok. Gerçekte ne olmuştu, onu da bilmiyoruz. “Omuz attı, mahallenin kızına laf attı” gibi sudan sebepler okuyoruz, basın bize böyle yansıtıyor. Gidip de mültecilere mikrofon uzatmıyorlar. Basın mensuplarıyla konuştuğumuzda “dil bilmiyorlar” diyorlar. Ama çocuklar var ve onlar biliyorlar artık, eğer mesele dil bilmemek ise. Ya da mültecilerle ilgili çalışmaları olan STK’lar var; gidip de bu işin aslı nedir diye sormuyorlar. O gece mahallede ne oldu? Sadece mahalleliye soruyorlar ve mahalleli de “Gitsinler, onları burada istemiyoruz” diyor.

Medya dilinde pompalanan bariz bir ırkçılık yok ama toplumda mültecilerle ilgili ön yargıların, tepkilerin varlığını da herkes biliyor, gözlemliyor. Seçim dönemlerinde siyasetçilerin üslupları da değişiyor. “Şımarmasınlar yoksa geri yollarız” şeklinde açıklamalar yapıyorlar kendilerini dinleyen seçmenlerine. “Zaten hayat pahalı, işsizlik var bir de Suriyelileri besliyoruz” şeklinde düşünen insanların sayısı az değil. Bu tabloda medya nerede duruyor?

Medyanın burada çok açık oynadığı bir rol var. Açıkça ırkçılık, nefret söylemi üreten bir dil kullanılmıyor gibi görünüyor. Ama mültecilerle ilgili olumsuz önyargıları, tepkileri canlı tutan, hatta canlandıran bir rol oynuyor medya. Mesela “Gitsinler!” diye haber yapılmıyor, ama “Mahallede tehlikeli gerginlik” diyorlar. Aslında ne olduğuna dair herhangi bir bilgi vermeden, mültecilerle ilgili önyargıları meşrulaştıran bir dil kullanılıyor. Hak taleplerini, hak ihlallerini görmüyorlar, onları birer “kişi” ya da “insan” değil “sayı” olarak değerlendiriyor, bir “güruh”, bir “suçlular topluluğu” gibi lanse ediyorlar. Bizim literatürde “yeni ırkçılık” olarak tanımladığımız durum tam da bu işte. Ana akım medya, genele hitap etmeyi esas alır. O yüzden açık, bariz, doğrudan uç ifadelere yer vermez. Gerek duymaz. O yüzden “yeni ırkçılık” veya “kültürel ırkçılık” olarak isimlendiriliyor. Aslında bütün o anlamlandırma sistemi, ne söylediği kadar ne söylemediği, satır aralarında ne söylediği ile ortaya çıkıyor.

“Kaçak” sözcüğü mesela, insanda direkt olumsuz, “suç” veya “suçlu” çağrışımı uyandırır. “Kaçak” dediğimizde, “Suriyeli gelin altınları aldı kaçtı” dediğimizde, burada doğrudan ırkçı bir ifade yok, ama onun hakkını, hukukunu görmezden gelen, yok sayan, ötekileştiren bir söylem var.

Tabii ki kamuoyundaki mülteci düşmanlığı, ırkçılıktır neticede. Irkçılık artık soya çekim, biyolojik özellikler, ten rengi, göz rengi, kafatası üzerinden yapılmıyor. Bu tarz bir ırkçılık hiç yok demeyelim ama eskisi kadar yaygın da değil. Artık ırkçılık daha çok dil, kimlik, yaşam tarzı gibi hususlar üzerinden kendisini belli ediyor. Bu sadece mülteciler için de değil, Kürtler için, Aleviler için de aynı şekilde kendisini gösteriyor. Mesela Kürtler kastedilerek “Kaçak elektrik kullanıyorlar” denildiğinde bu tepkiselliğin ardında bariz bir aşağılama var. “Öteki” olan hep negatiftir. Dünyada da böyle. Dünya basınındaki temel eksenlerin benzerini Türkiye basınında da görebiliyoruz. “Bize benzesinler” diyoruz ama hemen beraberinde “Benzeyemezler” deniyor. “Biz” hep “üstte” olmalıyız çünkü ve o “bizim gibi” olmak zorundadır, ama olamaz… Bu, günümüzdeki tanımıyla ırkçılıktır.

Mültecilere yönelik tepkilerin ekonomik sıkıntılarla beraber artacağı şeklinde yorumlar var. Ne dersiniz?

Artırır gibi görünüyor… Yaşam ve geçim koşulları zorlaştıkça sorunun ardında yatan gerçek nedenlere bakmak yerine en görünür, en elinin altındaki nedenlere bakarak onları zorlukların sorumlusu olarak görmek eğilimi ağır basıyor. Kapitalizmin gelişim mantığıyla uyumlu, iç içe bir durum bu. Çünkü beraberinde işleyen bir sömürü mekanizması var. İnsanların bir kısmı sigortasız, güvencesiz, riskli ve ağır şartlar altında çalışmak durumunda. Bunlar birbirini besleyen süreçler. “Neden bu hale geldik?” bunu sorgulamak yerine “Onlar yüzünden bu hale geldik, işsizliği mülteciler yarattı” şeklinde düşünmek daha “kolay” olanı. Oysa mülteciler sistemin kurbanları, mağdurları. 21. Yüzyılda sigortasız, güvencesiz, karın tokluğuna çalıştırılıyorlar ve bu da “olağan” kabul ediliyor. Çarkların döndürülmesine katkıda bulunan en mağdur kesim, sorunların sorumlusu olmakla suçlanabiliyor.

Mültecilerle komşu olmak istemeyenlerin oranı da az değil. Toplumdaki tepki ve önyargıların bir yansıması da burada kendisini gösteriyor.

Evet. Mesela “gürültücü” olurlar denir. Bu sadece mülteciler için söylenen bir şey de değil, ırkçılığın hedefinde kim varsa onlar da karşılaşır bu tepkiyle. Mesela Kürtler için de göç ettikleri büyük kentlerde “Gürültücü, pis, kirli” denilmiştir hep. “Ötekilere” kirlilik atfetme de öteden beri vardır. Hatice Çoban Keneş’in bu konuda bir doktora tezi de vardı. Mülteciler neden komşun olmasın diye sorduğunuz zaman muhtemelen alacağınız cevap “Onlar gürültücü, kirli, pis” olacaktır çoğunlukla. Bunlar çok tipik türev ırkçılığın temel argümanları. Tehlikeli. O yüzden “karşılıklı kabul” önemli. “Entegrasyon” da denilebilir, önemli değil, önemli olan altını iyi doldurmak. “Biz size dil kursu, meslek edindirme kursu açtık, hadi şimdi gidin gettonuzda yaşayın” demek, çözüm değil. Linç dediğimiz olaylar çok hassas, kritik bir sınırdır. Toplumsal olaylar bir kıvılcıma bakar, çok tehlikelidir. “Suriyelilerden nefret ediyorum” diyenler var. Peki karşı taraf? Dışlandığında, hor görüldüğünde, kendisine ve ailesine bir hayat kuramadığında ne yapacak? “O zaman geri göndeririz” bir çözüm değil.

“Geri gönderilmek” tepelerinde sallandırılan Demokles’in kılıcı adeta…

Bir hayat kurmaya çalışan insanlardan bahsediyoruz. Bir hayatları vardı, hatıraları vardı, zorlu bir süreçten gelmişler can havliyle. Onlara bunu tekrar tekrar söylemek yüreklerini deşmek gibi.