“Beka Seçimi Yapmıyoruz, Belediye Seçimi Yapıyoruz”

Şarkiyat Araştırmaları Merkezi’nden Bülent Şahin Erdeğer yerel seçimlerin genel seçim havasında geçtiğini vurgulayarak, "Belediye başkanını mı seçeceksiniz yoksa ülkeyi mi kurtaracaksınız? Dolayısıyla belediye başkanınızın iyi bir şehirci, çoğulcu, iyi bir insan olup olmadığı konu edilmiyor, şu adaya oy verirseniz hainler, teröristler ülkeyi ele geçirecekler diye kaygı oluşturuluyor. Bence bu bir seçim hilesi. Bu ahlaki de değil. Çünkü biz bir beka seçimi yapmıyoruz, belediye seçimi yapıyoruz." diyor.

Yerel seçimlere yaklaşırken, şehri konuştuğumuz röportajlarımıza Şarkiyat Araştırmaları Merkezi’nden Bülent Şahin Erdeğer’le devam ediyoruz…

Şehir kavramı üzerine neler düşünürsünüz şehir, şehircilik ne tür çağrışımlar yapıyor?

Şehir kavramı bana öncelikle Medine’yi çağrıştırıyor. Şehir insanların sadece belli çıkar ilişkisi dolayısıyla buluştukları bir yer değil, aslında insanların evi gibi mahrem bir alan. İnsanlar o şehre kendilerinden bir şey katıyorlar ve buna özellikle bizim geleneğimizde Medine deniyor. Bu sebepten dolayı Peygamberimiz Yesrib’e Medine adını verdi. Belli değerler ve ilkeler çerçevesinde buluşuldu ve orada vesika imzalandı, bir uzlaşıya varıldı. Bir toplumsal sözleşme imzalandığı için Yesrib Medine’ye dönüştü. Dolayısıyla şehir denince aklıma insanların buluştuğu ve ortaklaşa bir özel alan inşa ettiği, değer verdiği ve estetize ettiği yer aklıma geliyor. Ama maalesef bu moderniteyle beraber şehirler daha soğuk, daha estetikten yoksun, daha çirkin yerlere ve bir zorunlu buluşma alanına dönüşmeye başladı. Sanıyorum şehirdeki insanların aralarındaki çatışma buradan kaynaklanıyor. Bazı insanlar estetiğe, mimariye bazı insanlar da sermaye, kazanç gibi başka şeylere önem atfediyor.

İlginç bir şey söylüyorsunuz, genellikle kamusal alan olarak tarif edilir, şehirdeki ortak alanlar, siz bu yerler için özel alan tanımlaması yaptınız. Şehri bu anlamda ne özel yapıyor?

İnsan yaşadığı yeri şekillendirir. İnsanın yaşadığı yeri şekillendiremediği yer Filozof Agamben’in gündeme getirdiği kamptır mesela toplama kampıdır, ya da Foucault’nun yoğunlaştığı “Cezaevi”dir. Orayı şekillendiremezsin. Aslında orayı bile kısmen şekillendirebilirsiniz belki ama duvara resim asarsınız örneğin ama orası sizin değildir, oraya zorla konmuşsunuzdur. Eviniz içinse özel bir mimari geliştirirsiniz, orayı süslersiniz, korursunuz, estetize edersiniz çünkü onunla sizin aranızda duygusal bir bağ oluşur. Aynı şey yaşadığınız şehir için de geçerli. Bu da bir süre sonra şairlerin, edebiyatçıların şehirlerin ruhu dediği şeyi ortaya çıkartıyor. Bundan sonra tarihsel bir bellek oluşuyor şehirde. Bunun yüzden şehrin silueti çok önemli. Aslında siluet  o şehrin genel ruhunu yansıtıyor, o bozulduğunda, şehrin özel kimliği de bozuluyor. Bu anlamda özel alandan bahsediyorum yoksa hukuksal anlamda kamusal alan, özel alan ayrımı bağlamı ayrı.

Şimdi mesela şehrin ruhu dediniz ya. Örneğin İstanbul’un ruhu nedir?

İstanbul’u Medeniyet kılan Bizans-Osmanlı buluşmasıdır. Doğu ve batı arasında bir köprü. Klişe oldu belki ama çok öyle gerçekten. İsmi Roma’dan geliyor. İstanbul, Konstantinopolis’in Arapçalaştırılmış ve kısaltılmış hali. İsmi bile Bizans-Müslüman sentezini ifade ediyor. Daha sonra biliyorsunuz Osmanlı’nın başkenti oluyor İstanbul ve aslında Müslüman Roma olarak ifade edebileceğimiz bir sentezi ifade ediyor. İstanbul’un tarihsel belleği bu anlamda Rum, Ermeni, Yahudi, Müslüman tebanın iç içe yaşadığı, komşu olduğu; Ermeni kuyumcu, Rum zanaatkar ya da Ermeni mimar, Müslüman zanaatkar gibi bir toplumsal karışımı ifade ediyor. Daha sonra ulus devletler sonrası nüfus oranları çok değişti tabi, ama 1914’lere kadar 15’lere kadar İstanbul’un büyük bir kesimi olan ekaliyetler daha sonra çeşitli nedenlerle azaldı. Mesela Osmanlı’nın temel mimari eserleri Ermeni mimarlar tarafından yapılmış. İstanbul’un ruhu dediğimizde bu da var, Fetih de var;  yani Fatih Sultan Mehmed ve daha sonra Fetih düşüncesi de var. Bu hepsini içinde barındıran bir zenginlik.

Bülent Şahin Erdeğer

Peki bu Fetih düşüncesiyle bir arada yaşam kültürü arasında bir çelişki yok mu?

Aslında bu paradoksal bir şey. Çelişki var, ama aynı zamanda güzel bir çelişki bu. Osmanlı İstanbul’u fethettikten sonra bir soykırım ya da uluslaştırma yapmıyor. Aksine bürokraside çok önemli yerlere gelmiş azınlıklar, varlıklarını devam ettirmişler. Ama daha sonra uluslaşma sürecinde homojenleşme bu özelliği ortadan kaldırıyor. Yani fetih düşüncesi bugünkü Osmanlıcıların tasavvur ettiği gibi bir şey değil. Osmanlıcılık bir ideoloji. Benim söylediğim ise Osmanlı ruhu. Osmanlıcılıkta ise tek tipleştirme, düşmanlaştırma, Türkçülük var. Ama Osmanlı’da o yok.

İstanbul’un Şehir Ruhunda Kaybolan Çoğulculuk

Peki, günümüzde bu İstanbul’un ruhu diye tarif ettiğiniz şeyden geriye ne kalmış durumda?

Geriye pek bir şey kalmamış gibi maalesef. Tabii ki küllerin altında bir şey belki yaşıyor, mimarisiyle örneğin, ama şöyle bir şeyle karşılaşıyoruz. Birincisi bu uluslaşma sebebiyle her şeyin Türkleştirilmesi gibi bir politika var. Bu politikadan dolayı Osmanlı’dan kalan o zenginlik, çeşitlilik yok edilmiş ya da yok edilmeye çalışılmış. Bu tek tipleştirme sadece gayrimüslim azınlıklara yönelik değil. Bir tanım yapılıyor. Bu tanımının dışında kalan her şey ya çürümeye bırakılıyor ya da doğrudan müdahale edilerek deforme edilmeye çalışılıyor. Bunu tarihi eserlere yaklaşımda da görebiliyoruz. Mesela tekke ve dergahlar. Bunların birçoğu tekke ve zaviye kanunundan sonra kullanım alanları dışında kullanılmışlar, birçoğu da metruk binaya dönüştürülmüş. Öteki tarafa baktığımızda Rumlara, Ermenilere ait yerler, devletin kültür politikasında şehircilik politikasında restore edilmesi gereken, korunması gerekenler listesinde ya değiller ya da görmezden geliniyorlar. Dolayısıyla bir tahribat söz konusu. Belediyelerin belediyecilik anlayışından kaynaklanıyor. Bugüne kadar İstanbul’daki tüm belediyeler şehrin ruhunu öne almak yerine yol yapmayı, bayındırlık hizmetlerini esas aldığı için bu kayıpları yaşıyoruz. Parti ayrımı yapmadan söylüyorum, Cumhuriyet döneminden bu yana böyle. Son 20 senede de devam ediyor. Yani bu bir gelenek, kötü bir gelenek. Belediye başkanları şehrin tarihi dokusuyla kavga eder bir tarzları var. Binali Yıldırım güzel ve doğru bir açıklama yaptı. ‘Tarihi yarımadayı eski şehir ilan edeceğim’ dedi. Zaten bu yapılması gereken bir şeydi. Orası bir sit alanı aslında, bu açıklamada doğru bir çıkıştı.

Siz belediye başkanı olsaydınız icraatlarınız ne olurdu?

Hiyerarşik iktidar paradigmasına karşı olduğumdan ben belediye başkanı olmam. Yani verseniz de olmak istemem, açık söylüyorum.

Peki belediye başkanına tavsiyeleriniz ne olurdu?

“Ortak akıl” dediğimiz, tüm eksik ve zaaflarına rağmen Batı’nın çoğulcu demokrasi, özgürlükçü demokratik bir sistem var. Bundan neyi kastediyorum, mimarlar odası var, tabipler odası var esnaf ve sanatkarlar odası var, şehirle ilgili kurulmuş sivil toplum yapılanmaları var. Bir belediye başkanına şunu söylerim: kamplaşmaya göre davranmadan bu kurumlarla ortak aklın peşinde olmalı. Mesela bir şehirde X camisinin çevresinde bir düzenleme mi yapacak. Bunun için şehir meclisleri var, konseyler var. Mimarlar odasının görüşünü raporunu almalı, çevresel raporları almalı, muhtarlarla görüşmeli. Bunlarda ortaya çıkan sonuçları üst üste koymalı.Mesela bir belediye başkanı bir meydan yapıyor. İstanbul önemli bir ilçesi meydan yapıyorsunuz.

Üsküdar gibi mi?

Üsküdar gibi. Şimdi bir, burada yaşayan insanlar var, esnafı var, iki Üsküdar halkı var, üç mimarlar odası var, dört sivil toplum örgütleri var, yazarlar var. Ama siz bunlara sormazsanız o zaman seçimi kaybedersiniz işte. Sorun orada. Karar çıkar, çıkmaz ama dersiniz ki kardeşim ben bunu sordum istişare ettim. Mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 1994 ve sonrası başarısının altında bu yatıyor. Yani Recep Tayyip Erdoğan’ın birkaç kez belediye başkanı seçilmesinin altında bu yatıyor.

Mesela dikey mimariden bahsediliyor. Merak ediyorum bu mimariyi kim yaptı? Bir anda her yer böyle gökdelen mi doldu? Bir anda uyandık ve her yer AVM mi oldu? Neden deprem toplanma alanları AVM’lerle dolduruldu? Muhalefet için de söylüyorum bu arada, parti ayrımı yapmadan söylüyorum. Nedense imar konusunda tüm partiler toplumsal bir uzlaşı içine giriyorlar.

Yani istişareyi iyi yürüttü mü diyorsunuz?

Evet ama daha sonra malum başka sebeplerle farklılaştı.

Bu farklılaşma sizce ne kaybettirdi İstanbul’a?

Toplumsal rahatsızlığın, tabandaki rahatsızlıkların yükselmesine yol açtı ve bunlardan birisi Gezi Parkı olaylarıdır mesela. Gezi Parkı olaylarını kim başlatmıştır, hangi noktaya gelmiştir ayrı bir tartışma konusu belki ama bu kadar yaygınlaşmasının, toplumsal bir taban bulmasının sebebi önemli. Mesela neydi her şeyin başlangıcı? Bir park ve o parkla ilgili bir söylenti. Doğru muydu, yanlış mıydı o hengameden sonra pek takip edilmedi ama işte oraya bir AVM yapılacağı söylendi. Bu tepki aldı. Neden? Çünkü şehirde hakikaten çok fazla AVM var ve şehrin yeşil alanları çok azalıyor ve bundan dolayı İstanbul’da bir rahatsızlık var. Bunun üzerine, yine istişaresizlik üzerine bir dayatma, biz böyle yapacağız arkadaş tutumu vardı. Dolayısıyla bu orada, meşhur o ilk 3 gün dediğimiz Gezi Parkı olaylarında, toplum nezdinde meşru ve masum bir yere oturdu. Sonrasında olayların vandalizme evrilmesi ve kontrolden çıkması Gezinin meşruiyetini kaybetmesine yol açtı bu başka bir inceleme muhasebe konusu…

Başka bir örnek vereyim, Üsküdar’da kıyıda bir camii var. Meydan düzenlemesi sırasında camiinin tamamen önünü kesen bir planlama yapıldı, bu da camiyi yaptıranın vakfiyesine aykırıdır ve zaten şehrin ruhuna aykırı yani o camiinin önemi zaten kıyıda olması. Bu Üsküdar Belediyesi’ne sahip olan partinin tabanı açısından da büyük bir tepki topladı. Dolayısıyla belediye bu tepkileri görünce projeyi durdurdu ve değiştirmek zorunda kaldı. AK Parti belediyecilikle ve bayındırlık hizmetleri ile iktidara gelmiş bir parti. Şu anda büyükşehirlerde oyların başa baş olmasının ya da kaybedebilecek olmasının, bu özelliğini kaybetmesi ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Genel seçim faktörleri de var elbette.

Şöyle bir algı vardır AK Parti tabanında: belediye ayrı, Recep Tayyip Erdoğan ayrı. Erdoğan’ı destekleyen birçok insan aynı partinin belediye başkanını desteklemeyebilir ya da onu çok şiddetli eleştirebilirdi. Bu fark hep vardı ama bu sefer bu fark biraz daha kapanmış gibi. Rahatsızlıklar biriktiği için. Belediyelere yönelen bu tepkiler, Erdoğan da kendini bunlarla eşleştirdiği için, ona da yönelebiliyor.

Peki vatandaşlar neyden rahatsız şehir hayatında?

En önce şehirlerin yaşanılabilir olması lazım. Ama siz projenin kendisine yoğunlaşıp onun insani yönünü yok saymaya ya da ihmal etmeye başladığınızda o güzel proje de anlamını yitiriyor.Mesela metrobüs projesi, evet büyükşehir trafik sorununa güzel bir çözüm çabası, ama siz bunu yaptıktan sonra insanların yoğunluğunu ayarlamazsanız insanlar balık istifi halinde seyahat ederse iyi bir proje olmaktan çıkıyor. Mesela Kanal İstanbul. Kanal İstanbul projesi çoğulcu, demokratik bir anlayışla topluma açılmış, bilim insanları tarafından onaylanmış, bir konsensüsle ortaya çıkmış bir proje değil. Siyasiler diyor ki “benim çılgın projem var, buna uyacaksınız, zaten güzel bir şey.” Onun güzel olduğuna vatandaş karar vermiyor. Sadece ütopik yaklaşımlara ya da  ekolojik açıdan karşı çıkışlara değil, insani, vicdani duruşlara da kulak verilmiyor. Ben metrobüse binerken bunu bizzat yaşıyorum. Benim gibi her gün binlerce insan yaşıyor. Bunun için belediye başkanının ya da adayının ve bürokratlarının metrobüse binmeleri lazım, her gün olmasın da haftada bir binsinler de göreyim! Fotoğrafçılarla ya da protokol ağıyla yani formalite icabı değil, o sıkışıklıkta olması gerekiyor. 2-3 gün sonra hala metrobüs hakkında bir sorun yok, aslında güzel diyebiliyorsa o zaman tamam. Bunu yapmadıkları için insanların tepkilerini anlayamaz hale geliyorlar. Bu sefer de ne oluyor? Tepkilerin sebeplerini başka yerlerde arıyorlar. Dış güçler, gizli dünya devleti, üst akıl vs. Bunlara gerek yok. Evet, dış güçler vardır. Ama belediye başkanlarının işi sorunları çözmektir, her şeyi dış güçlere ya da teröre bağlamak değildir. Mesela dikey mimariden bahsediliyor. Merak ediyorum bu mimariyi kim yaptı? Bir anda her yer böyle gökdelen mi doldu? Bir anda uyandık ve her yer AVM mi oldu? Neden deprem toplanma alanları AVM’lerle dolduruldu? Muhalefet için de söylüyorum bu arada, parti ayrımı yapmadan söylüyorum. Nedense imar konusunda tüm partiler toplumsal bir uzlaşı içine giriyorlar.

Peki, bu seçim döneminde takip ediyorsunuz anladığım kadarıyla. Adayların vaatlerini, programlarını nasıl buluyorsunuz? Doğruları ve yanlışları neler sizce?

Sonuçta dünya görüşü olan bir insanım. İnsanların dünya görüşü olması bunu dogmalaştırıp kendisi gibi düşünmeyenleri düşmanlaştırmadığı sürece değerli de bir şey. Ancak şu ana kadar sorduğunuz soruları bu kentte yaşayan bir vatandaş olarak şehircilik ekseninde cevaplamaya çalıştım. Oysa, konu belediye seçimleri, ama ülkede genel seçim havası var, hatta bir kurtuluş savaşı. Siz belediye seçiminde belediye başkanını mı seçeceksiniz yoksa ülkeyi mi kurtaracaksınız? Dolayısıyla belediye başkanınızın iyi bir şehirci, çoğulcu, iyi bir insan olup olmadığı konu edilmiyor, şu adaya oy verirseniz hainler, teröristler ülkeyi ele geçirecekler diye kaygı oluşturuluyor. Bence bu bir seçim hilesi. Bu ahlaki de değil. Çünkü biz bir beka seçimi yapmıyoruz, belediye seçimi yapıyoruz. Bu belediye seçimi sonuçları itibariyle belediyenizdeki hizmetleri sağlıklı alamayabilirsiniz çünkü seçeceğiniz belediye başkanı iktidarla uyuşmayacağı için vaatlerini gerçekleştiremeyebilir derseniz bunu anlarım. Ama ülkenin beka sorunu buna bağlarsanız bu işte kurallarına göre oynamamak demek. Diğer taraftan baktığımızda muhalif adayların da yeterli olmadığını görüyoruz. En azından böyle bir görüntü var. Bir vizyon ve ufuk sunan, yapıcı bir şekilde şurası yanlış, şurası doğru; biz bu doğruları sahipleniyoruz ve bu yanlışları da düzelteceğiz, şöyle projelerimiz var gibi bir söylem geliştirmediklerini görüyoruz.

İmamoğlu burada bir istisna oluşturmaya çalışıyor bireysel çabalarıyla. Partisi CHP ve AK Parti’ye rağmen. AK Parti’ye rağmen olması normal zaten. Ama kendi partisine rağmen bir seçim kampanyası yürütüyor olması hüzünlü ve ilginç. Allah sabır ve çaba versin, çünkü bir insanın kendi partisine rağmen kampanya yürütmesi o kadar kolay bir şey olmasa gerek. Karşı taraftan oy kazanmak yerine karşı tarafın seçmen kimliğini, dünya görüşünü, yaşam tarzını aşağılayan, işte makarnacılar, cahiller şeklinde küçümseyen, o insanları tamamen ötekileştiren, o bildik Ortodoks dili kullanan adaylar ve siyasetçiler var. İmamoğlu kendi tarafındaki bu çoğunluğa rağmen çabalıyor. Şu an itibariyle mevcut olan muhalefette genel ruh açısından bir ümit göremiyoruz. Ama İmamoğlu kendi şahsı adına başarılı ve doğru bir şey yapıyor. Yani halkla bizzat görüşüyor, kendisine oy vermeyen insanların da değerlerini küçümsemiyor.

“Seçmenin Beklentisi Ekonomik Sorunlara Çare”

Cumhurbaşkanı seçimi beka çerçevesinde genelleştirerek, rahatsızlığı da belediyeye yansıtmış oluyor. Ekonomik kriz, o domates, patates fiyatı belediye seçimine de yansıyor. Benim gördüğüm kadarıyla vatandaşın en önemli problemi ekonomi.  Mesela aracı olan da artık metrobüsü, metroyu kullanıyor, tabi bu aslında iyi bir şey. Ama akbil de çok pahalı, aktarma yok çoğu yerde. Ulaşım çok pahalı yani. Vatandaş daha ucuz ve daha sakin bir İstanbul istiyor, sen çılgın proje diyorsun. Çılgın proje dediğiniz şey şehre bir şehir daha koymak.

Ekrem İmamoğlu belediye başkanı olursa ne olur, Binali Yıldırım belediye başkanı olursa ne olur? Nasıl bir İstanbul olur her iki durumda da?

Binali Yıldırım zaten mevcut olan statükoyu temsil ediyor. Onların da zaten bir şehircilik anlayışı, faaliyetleri var zaten. Binali Yıldırım belediye başkanı olursa bu faaliyetler devam edecek. Yani hiçbir özeleştiri yapılmayacak, toplumda rahatsızlıklar artarak devam edecek ama iktidar partisi de doğru bildiği, kendi doğrusu olan projelerini uygulamaya devam edecek. Bu projeler ne? Çılgın projeler adı altında kurulmuş olan, topluma sorulmayan ve bilim insanlarına sorulmayan, gerekli çevrelere sorulmayan projeler, Kanal İstanbul gibi. Binali Yıldırım’ın geçmişinde olduğu gibi bayındırlık anlamında hizmetler de devam edecek. Ama bu bayındırlık hizmetlerinin bir de götürüleri var: paralı olması. Yani öyle babasının hayrına Demirel ve Özal’ın yaptığı gibi ücretsiz yapmıyor. Hem vatandaş hem müşteri oluyorsunuz siz orada. Ekrem İmamoğlu gelirse farklı projelerle de karşılaşmaya başlayabiliriz, ama Ekrem İmamoğlu sınanmış ya da ortaya somut bir proje çizmiş değil. Mevcut projeleri de üst başlık olarak kalıyor. Daha bilmiyoruz ama göreceğiz. Daha temiz bir sayfa, daha kirlenmediği için henüz daha temiz bir portre çiziyor. Binali Bey de samimiyeti dolayısıyla ilgi çekiyor, AK Parti içerisindeki en samimi portrelerden birisi izlenim olarak. Ancak onun da şöyle bir sorunu var. Nasıl Ekrem İmamoğlu yalnızsa Binali Bey de yalnız. Geçen hızlı trene bindi torunuyla. Evet çok sempatik göründü, çok espritüel. Ama o trende son 3 yılda 75 insanımız hayatını kaybetti. İşte Çorlu’da, Ankara’da, Konya’da. Dolayısıyla tamam o trene bindi, o tren güzel. O zaman Ulaştırma Bakanı’ydı. Dede-torun ilişkisi seçim için sempatik. Hepsine eyvallah ama 75 cenazenin üzerinde bu sempatiklik yapılıyor. Daha o 75 cenazenin sorumluları hesap vermedi. Hesap vermek bir yana çok oyalayıcı açıklamalar yaparak özellikle o kazalarda ölenlerin yakınlarına yönelik hatta çok kaba çıkışlarda bulundular. Çünkü hesap vermiyorlar ve eleştirileri, en basitinden özür dileme çağrılarını bile kendilerine yapılmış bir saldırı olarak algılıyorlar. Açıklamalarından bu görülüyor. Dolayısıyla bu sempatiklik böyle bir gerçeklikle çelişki arz ediyor. Yani partilerine ve kendi siyasi yapılarına tezat teşkil eden iki adayla karşılaşıyoruz aslında. Dolayısıyla ben biraz umutsuz görüyorum.

Seçmenleri gözlüyor musunuz? Onların belediyelerden beklentileri yani seçimler bir şey ifade ediyor mu İstanbullu için?

Seçmenin beklentisi aslında ekonomik sorunlara çare. Cumhurbaşkanı seçimi beka çerçevesinde genelleştirerek, rahatsızlığı da belediyeye yansıtmış oluyor. Ekonomik kriz, o domates, patates fiyatı belediye seçimine de yansıyor. Benim gördüğüm kadarıyla vatandaşın en önemli problemi ekonomi.  Mesela aracı olan da artık metrobüsü, metroyu kullanıyor, tabi bu aslında iyi bir şey. Ama akbil de çok pahalı, aktarma yok çoğu yerde. Ulaşım çok pahalı yani. Vatandaş daha ucuz ve daha sakin bir İstanbul istiyor, sen çılgın proje diyorsun. Çılgın proje dediğiniz şey şehre bir şehir daha koymak. Sonra diyorlar ki neden böyle oldu. Sen yaptın kardeşim, ben mi yaptım diyor vatandaş. Dolayısıyla bu da şehirleri yaşanmaz hale getiriyor. Erdoğan İstanbul’a göçü engellemek için vize konmalı demişti yolun başındayken. İstanbul nüfusunu her dakika kalabalıklaştıran bir inşaat-yönetim stratejisi var. Nüfus arttıkça trafik, toplu ulaşım, çevre, sosyal yaşamdaki sorunlar katmerleşiyor. Yani sorunların sebeplerini çözmek gerekiyor. Sürekli o sebepleri besleyip ardından da ortaya çıkan sonuçları tali çözümlerle geçiştirmek İstanbulluya umut vermiyor.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

İstanbul’da hükümetin Suriye politikalarını destekleseniz de desteklemeseniz de bir göçmen gerçeği var. Hoşlansak da hoşlanmasak da kentimiz mahallelerinin sosyolojilerini derinden değiştiren Suriyeli, Afgan, Doğu ve Batı Türkistanlı, Afrikalı vs. fenomeni var. Ama hem İstanbul hem de diğer büyükşehirlerimizde göçmenler hakkında özel birimler yok. Oysa bu birimler hem bu kardeşlerimizin yaşamlarını kolaylaştırmaları hem de kent sakinleriyle, şehrin kültürüyle entegre olmaları, şehir halkıyla göçmenler arasında yaşanabilecek sorunları minimize etmeleri açısından çok önemli. Ama halen böyle bir farkındalık yok. Düşmanlık yapmanın da görmezden gelmenin de bu gerçekliği soruna dönüştürmekten başka bir etkisi yok. Ayrıca şehrin kültürü, mimarisi, engellileri için de somut projeler halen ya konuşulmuyor ya da kısık sesle dillendiriliyor…

Ulaş Tol

Üyelik Tarihi: 02 Ocak 2017
22 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör