‘Kutuplaşma’ kelimesinin ardında yatanlar

28 Haziran 2018
Bu yazı 10 Haziran 2018'de Serdar Kuzuloğlu'nun sitesinde yayınlanmıştır.

Şu ‘ötekiler’ olmasa her şey ne güzel olurdu. Ne hakikatı görür ne de laftan anlarlar. Ne düşünmeyi bilirler ne de konuşmayı. Neyse ki sonları yakın.

‘Makus kader’ kontenjanından her geçen gün nasibimize biraz daha fazlası düşen ‘kutuplaşma‘ bahsinde aklıma gelen ilk isim, saygı ve ilgiyle takip ettiğim (araştırma şirketi Konda‘nın Genel Müdürü) Bekir Ağırdır oluyor. Seneler önce -yani böyle şeylerin ekranlarda rahatça konuluşabildiği yıllarda- bir televizyon programında bu kavrama dair çok güzel bir özet yapmıştı. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi:

Kutuplaşma toplumun farklı görüş, umut ve ideolojilerle ayrılması değil bu grupların hiçbir koşulda diğer tarafa geçme ihtimalinin kalmamasıdır. Tehlikeli olan da budur.

Yani kutuplaşma ile kast ettiğimiz ‘kireçlenme’ tarzı bir şey. Kendi varlığını koruyabilmek için karşı tarafı şeytanlaştıran, empati (kendini karşısındakinin yerine koyma) duygusunu kemiren bir olgu.

Kutuplaşma her doğruyu kendi tarafında, her yanlışı da karşı tarafta aramaya zorlar. Bu süreçte herkes kendi kuytusuna çekilir. Sadece kendi liderini dinler, kendi kanalını izler, kendi gazetesini okur, kendi gibi insanlarla bir arada bulunur. Çünkü -pek dillendirilmese de- kutuplaşmış bir toplumda herkes kendi varlığını kutbunun varlığına bağlar. İnsanlar ‘birey’ olmaktan çıkmış, kendini bir tarafın ‘parça‘sı haline gelmiştir. ‘Diğer taraf’ zihinlerde kendine yaşam hakkı tanımayacak bir şeytana dönüşmüştür.

Ve en acısı (özellikle bizim gibi ülkelerde) kutuplaşma, siyasi, ideolojik, tarihi temellerden öte ekonomiye dayanır. Yürütülen bir var olma mücadelesidir. Arz değil; talep edenler vardır. İş isterler, aş isterler, maaş isterler, bağış isterler, af isterler… Siz hiç bu coğrafyada kendi cenahı için varını-yoğunu seferber eden bir taraf gördünüz mü? Hele bir talep etmeyi deneyin bakalım.

Oysa bal gibi biliyoruz ki hiçbir devlet vatandaşlarına rağmen gelişemez.

Kutuplaşmış düzen, kendi ayakları üstünde duramayan (durması istenmeyen) bireylerin dayanak arayışıdır. Böylesi yapılarda dinler dahi önce tarikatlara, sonra onlar eliyle devlete muhtaç hale getirilir. Bu düzende dini kurumlar ve tarikatlar siyasi bir kutba tabi hale getirmeden ayakta kalamaz, helak olur.

Kutuplaşma düzeninde en büyük günah birey olmaktır. En büyük korku, uçlardan birine yerleştirilemeyen kişi, kurum ve kavramlardır.

İşte böylesi bir ortamda; yani ‘kutuplaşma’ kavramını her türlü tanımı yetersiz bırakacak şekilde yaşayan Türkiye’de kimilerine göre ülke tarihinin en önemli; hatta kimilerine göre son seçimine hazırlanıyoruz.

Şahsen bu iki tanıma da katılmıyorum. Yaşanılan zamanı gözde büyütmek insanın en büyük zaaflarından biri (Keops ehramını inşa ederken Firavunlar da medeniyetin ulaşabileceği son noktaya vardıklarına emindi). Yaşadığımız zamanı, şahit olduklarımızı çok önemli sanıyoruz ama dünya tarihi içinde esamesi bile okunmayacak küçük bir detay olarak kalacaklarına emin olun.

Bazıları için ikinci baskı olabilecek aşağıdaki video, bugün ‘Avrupa’ diye adlandırdığımız kara parçasının Milattan Önce 400 yılından bu yana geçirdiği evreleri birkaç dakika içinde özetliyor. Bundan 500 yıl sonra güncellenmiş haline bakanların da benzer şeyler göreceğine ve seyrettikleri zamanın nihai şekli temsil ettiğine inanacaklarına emin olun.

Yani zamana sadece kendi ömrümüzün ölçeğinde bakmak mümkün. Üstelik bu sandığımızdan daha yaygın (ve ürpertici) bir tavır. Sigorta satıcılığı yaptığım yıllarda hayat sigortası satışında ne kadar zorlandığımı dün gibi hatırlıyorum. Öldüğü zaman ödediği primler oranında ailesine toplu bir para verileceği fikri garip bir şekilde neredeyse kimseyi ilgilendirmiyordu (oysa hepsi ailesi için çalıştığı iddiasındaydı). Hatta çoğu “Öldükten sonra parayı ne yapayım, sen bana sağlık sigortasından bahset” diyordu.

Anne-baba da olsan sonuçta en tatlı olan kendi yaşamındı zira. Seçenek olarak sunulduğunda, öldükten sonra ailesine bir şeyler bırakmak yerine daha uzun ve sağlıklı yaşamak herkese daha cazip geliyordu.

Para, her fikrin, kutsalın ve ideolojinin evrensel turnusol kağıdıdır.

Siyaseten baktığımızda yaşanılan dönemi ve olayları aşırı önemseme bir yere kadar mazur da görülebilir. Sonuçta elimizden gelenler, hayatta olduğumuz sürece yapabildiklerimizdir, değil mi? Kızmayın ama pek de değil. Daha doğrusu bu denklem, hayatta kim olduğunuz ve o sürede ne yaptığınızla ilgili. Kafka ve Dostoyevski ölmüş müdür mesela? Peygamberler? Churchill, Atatürk, Gandhi, Hitler ölmüş müdür? İnsanı diğer bütün biyolojik bedenlerden ayıran akıl(mantık, zihin, muhakeme, tahayyül, vs) kavramını görmezden gelmeyelim. Bedenler elbet ölür. Fikirler ve akılcı sistemler ise kalır. Seçmenler ölür. Ama iktidarlar, devletler -bir şekilde- yoluna hep devam eder.

KAYNAK: AMERİCAN DREAMİNG

Seçim arefesindeyiz. Ve her şey tahmin ettiğimiz gibi neredeyse. Herkes kendi tarafını canla-başla savunuyor, karşı tarafı lanetliyor. Kendi desteklediği liderin televizyondaki laf sokmalarıyla kendinden geçiyor ve bunu sosyal medyada bütün dünyaya duyurmak istiyor. Oysa hepsinin (hala) fark edemediği detay, bunun kendini tatminden (veya kandırmadan) öte bir şey olmadığı. Çünkü kutuplaşmış toplumlarda ne o liderlerin ne de taraftarlarının söylemleri karşı tarafa ulaşmaz. Yankı vadisindeki çığlıklar gibi duvarlar arasında seker durur, ağır ağır yok olur.

Kutuplaşmış toplumlarda taraftarlar maçı bir stadyumdaki gibi izlemez. Yani resmin bütününü görmez. Göremeyeceğinden değil; bunu istemez. Görme fırsatlarını bertaraf eder. Maruz kalırsa görmezden, duymazdan gelir. Kendi doğrusu dışında bir başka kavramın varlığı bile ona kabul edilemez gelir.

Ve istisnasız kutuplaşmış her toplum, çözümü kendi kutbunun liderliğinde arar. Aksi mümkün değildir. Meseleler bir kan davası mantığında işler. Çünkü kutuplaşmış toplumda mantık, liyakat gibi kavramlar yoktur; sadece ‘senden ve benden’ olanlar vardır. O yüzden kimin neye ehil olduğu değil; kimlerden olduğu önemli hale gelir. Bu yüzden susuzluktan ölme pahasına öte taraftan bir yudum su içemez. Öte taraf da acından ölme pahasına bir lokma yemek isteyemez. Böylece o koca toplumlar birleşmek yerine ayrışarak önce sefalete, ardından çürümeye ve dağılmaya sürüklenir. Ortadoğu’nun özeti budur. Her zaman işe yaramıştır, yarayacaktır (Cemil Meriç’in İbn-i Haldun’un gayet isabetle buyurduğu gibi ‘Coğrafya kaderdir‘).

Bu uzun kutuplaşma tanımının ardından biraz da sonuçlara bakalım. ‘Öteki’ kavramının ne ifade ettiğini ve nelere yol açtığını anlamaya çalışalım. Detaylara -her zaman olduğu gibi- yazıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.

Rakamlarla memleket

TÜBİTAK desteğiyle gerçekleştirilen ‘Diğeri ile Karşılaşmada Ötekileştirme/meyi Anlamak: Türkiye’de Gençlerle Empati ve Eşitliği Tartışmak’ başlıklı 3 yıllık, disiplinlerarası araştırmanın sonucuna göre:

  • Gençlerin yüzde 90’ı ‘kızlarının diğer gruptan birisiyle evlenmesini’ kabul etmeyeceğini söylüyor.
  • Gençler arasında ‘ötekiler’ ile arkadaşlık edenlerin oranı yüzde 11.
  • Ötekilere misafirliğe gidenlerin oranı yüzde 10.
  • Çocuklarının ‘ötekilerinin’ çocuklarıyla arkadaşlık etmesini istemeyen anne-babaların oranı yüzde 90.
  • Ötekilerle birlikte iş yapılmamasını isteyenlerin oranı yüzde 84.

Bir kamu kuruluşu olan Türkiye İstatistik Kurumu’nun ‘Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’ araştırmasına göre 31 Aralık 2017 itibariyla 80 milyonu aşan bir nüfusun yüzde 18,6’sı (başka bir deyişle -ve sadece resmi rakamlara göre- 15 milyondan fazla kişi) İstanbul’da yaşıyor. Üstelik iç göçten nasibini en fazla alan da yine İstanbul. Sadece 2016 yılında 369 bin 582 kişi bu şehre göç etmiş. Bu veri neden önemli? Çünkü kutuplaşmış toplumlarda nüfusun (dolayısıyla ekonominin) belirli şehirlerde konsantre olması tehlikelidir.

2010 – 2014 yıllarını kapsayan (6. Dalga) Dünya Değerler Araştırması (World Values Survey) verilerine göre:

  • Yüzde 95,4 gibi bir oranla aile Türk toplumunda inanılmaz yüksek bir oranda öneme sahip (bunu ‘birey’ olma ekseninden okuyun).
  • Halkın yüzde 68,1’i için din önemli. Toplumun yüzde 97,3’ü kendini bir dini inanç ya da dini gruba aktif olarak mensup olarak tanımlıyor.
  • Türkiye için ‘boş zaman’ lüks ihtiyaçlar listesinde yer alıyor. Boş zamana sahip olmayı önemli bulanların oranı sadece yüzde 41,9.
  • Hayatımdaki en önemli konu ‘iş’ diyenlerin oranı yüzde 49,6.
  • Kendisini tamamen ‘memnun’ hissedenlerin oranı yüzde 14.
  • Halkın yalnızca yüzde 11,6’sı çoğu insana güvenilebileceğini düşünürken, yüzde 82,9’luk kesim diğer insanlarla etkileşime geçerken çok dikkatli olunması gerektiğini düşünmektedir.
  • Halkın yüzde 95,5’i herhangi bir spor aktivitesi yapmıyor, yüzde 96,6’sı sanat ile ilgilenmiyor, yüzde 97,4’ü herhangi bir sendikaya, yüzde 94,9’u siyasi partiye üye değil (kutuplaşma ekseninde düşününce ilginç, değil mi?).
  • Türklerin yüzde 85,4‘ü eşcinsel komşu istemiyor. Evlenmeden birlikte yaşayan çiftleri istemeyenlerin oranıysa yüzde 65,4.
  • Kadının kocasından fazla kazanmasını doğru bulmayanların oranı yüzde 47. Erkeklerin iş hayatında kadınlardan daha başarılı olduğuna inananların oranıysa yüzde 64.

Bu kapsamlı araştırmanın ayrıntılarını yukarıda paylaştığım bağlantıdan incelemenizi tavsiye ederim. Analiz kısmının özetinden küçük bir parçayı da paylaşmak istedim:

  • Türkiye halkı, çok geleneksel ve aşırı muhafazakârdır. Özellikle aile konusundaki aşırı önem, dünyada çok az benzeri bulunan ölçüde yüksektir. Dolayısıyla, Türkiye toplumu ailecidir. Din konusunda da oldukça yüksek oranda bir onaylama olmakla birlikte, bu durum, aile konusundaki kadar yüksek değildir.
  • Türkiye toplumu sanılanın aksine politik bir toplum değildir. Toplumda muhafazakâr ve ataerkil değerler yoğun olmakla birlikte, bunlar politik temelli düşünceler değildir ve sosyolojik tabanlıdır.

Biraz da ‘halkı yetiştiren’ kadınlara bakalım. Konda araştırma şirketinin ‘Kendi Akvaryumunun Dışındaki Kadınlar’ başlıklı araştırmasına göre:

  • 14 yaş üstü 31 milyon kadının yüzde 66’sı (başka bir deyişle 20 milyon kadın) evde oturuyor.
  • 40 milyon toplam kadın nüfusun 31 milyonu erkeklerden daha fazla kazanmalarının sorun oluşturacağına inanıyor.
  • Hafta sonları kadınların yüzde 61’i hiçbir şey yapmadan evde oturuyor, yüzde 26’sı akraba ziyaretine gidiyor.
  • Kadınların (yüzde 50 oranla) en çok söz sahibi olduğu tek konu: mobilya seçimi.

SiA Insight Genel Müdürü Hüseyin Tapınç’ın paylaştığı verilere göre:

  • 15-24 yaş grubundaki her üç genç kadından biri, ne eğitim ne de iş hayatında kendine yer bulabiliyor.
  • 15-24 yaş arası kadınların yüzde 50’si ilköğretim mezunu.
  • Kadınların yüzde 78’i evlenmek, yüzde 74’ü çocuk sahibi olmak istiyor.
  • Kadınların yüzde 90’ı yabancı bir dil bilmiyor.
  • Kadınların yüzde 95’inin pasaportu yok.

2108 yılı Dünya Mutluluk Raporu‘na göre:

  • Mutlu olma sıralamasında Türkiye 2017 yılında 69. sıradayken 2018’de 74. sıraya gerilemiş durumda (İlk 10 ülke: Finlandiya, Norveç, Danimarka, İzlanda, İsviçre, Hollanda, Kanada, Yeni Zelanda, İsveç ve Avustralya).

Türkiye gibi gırtlağına kadar siyasete dalmış, ekonomiden spora, bilimden sanata her şeyi siyasetten bekler hale gelmiş ülkeler adına önemli bulduğum bir veriyi İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Black Sea Trust (BST) tarafından gerçekleştirilen 2016 tarihli Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları başlıklı araştırmadan paylaşmak isterim.

  • Araştırmaya göre Hükümetin kendine diğer insanlar kadar saygı gösterdiğini düşünenlerin oranı muhafazakarlarda yüzde 73 iken bu oran Kürtler’de yüzde 25’e düşüyor.
  • Son 5 yılda benim gibilerin maddi durumu diğerlerine kıyasla daha iyi gelişmiştir diyenlerin oranı muhafazakarlarda yüzde 58 iken, Atatürkçüler’de yüzde 24.

Aynı araştırmanın 5 Şubat 2018’de yinelenen sürümündeyse:

  • Türk siyasetinin ortak ‘zıt kutbu’ değişmemiş. 2016’da genel anlamda kendine en uzak hissedilen parti yüzde 43,6 ile HDP iken bu oran 2018’de yüzde 52,7 olmuş.
  • Siyaset Türkiye’yi o kadar bölmüş ki nüfusun neredeyse yarısı karşıt gördüğü partinin kendi bölgesinde basın açıklaması yapmasına, toplantı veya yürüyüş düzenlemesine, eğitim almasına; hatta yüzde 37 oranında seçimlere katılmasına bile tahammül edemez hale gelmiş. Gerekirse telefonlarının dinlenebileceğini savunanların oranı yüzde 30!

Siyasi beslenme kaynaklarımız çoğunluğun tahminlerinden farklı.

Yazının başında paylaştığım ‘yankı vadisi’ meselesi bu araştırmada daha da belirgin ortaya çıkıyor. Yukarıdaki grafikte açık ara en büyük bilgilenme kaynağı olarak çıkan televizyonların parti seçmenleri bazındaki tercih edilme dağılımına bakalım:

Gördüğünüz gibi hiçbir ‘partili’ diğer tarafın televizyonlarını açmıyor bile. Özellikle iktidar ile özdeşleşen kanalların muhalefetten herkese kapalı olduğu ve iktidara hiçbir kanalın ekranını kapatamayacağı hatırlandığında bu grafiği okumak daha anlamlı oluyor. Bu durum diğer mecralarda da farklı değil üstelik. Gazetelere bakalım.

Dahası -ironik bir şekilde- herkes kendi medyasının tarafsız, karşı tarafın ise ‘taraflı’ olduğunu düşünüyor. Araştırma böyle düşündürücü veriler ışığında sayfalarca sürüyor. İncelemenizi kesinlikle tavsiye ederim.

Son olarak Kadir Has Üniversitesi’nin Türkiye Çalışmaları Merkezi’nin 31 Ocak 2018 tarihli ‘Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması‘ raporuna bakalım:

Sonuçlara göre Türkiye gündemindeki en önemli sorunun başını PKK, FETÖ gibi başlıklar altında terör çekiyor. Ardından işsizlik, pahalılık ve özgürlükler geliyor. Maslow mantığında hiç de şaşırtıcı değil.

Seçmen gözünde istisnasız bütün partiler bir önceki yıla göre daha başarılı bulunuyor.

Bu uzun ve bereketli araştırmadan son seçimim yazımızın da konusuyla doğrudan ilintili. Sormuşlar: Türkiye’de bir siyasal kutuplaşma olduğunu düşünüyor musunuz?

“Lafın tamamı deliye söylenir” kabilinden derlediğim (daha önce de değinmiş olmaktan güç alarak) bu yazı kutuplaşma adı verilen illetten çektiklerimizi gözden geçirmek ve mevcut durumu ortaya koymayı hedefliyordu. Ama muhtemelen bahsettiği derdin kurbanı olarak, sadece benim çevremdeki bir avuç insana dağılacak. Oysa niyetim o değildi. Herkes elinden geleni yaptığı sürece varsın, olsun.

Socrates’ten bu yana bu tarafta değişen pek bir şey yok gibi.

Son olarak; sanmayalım ki bu kutuplaşma meselesi sadece bize has. Hayır. Aksine gelişmiş ülkelerde de farklı doz ve şekillerde uç verdiğini görüyoruz. Deniz Ülke Arıboğan’ın sözleriyle “Şimdiye kadar sadece coğrafi haritalarda gördüğümüz (sanal) ülke sınırlarını artık uzaydan dahi gözlemleyebiliyoruz. Çünkü (Türkiye dahil) birçok ülke sınırlarına duvar örüyor“.

Oysa insanın doğası, fıtratı böyle değil. Bakın sadece 1980’den bugüne nasıl değişmiş kültürler. İnsanlık böylesine devingen işte sonuçta. Kimileri baskılamayı, geciktirmeyi becerebiliyor sadece.

Birey olarak düşünüp var olabildiğimiz; her çiçekten öz alıp kendi balımızı harmanlayabileceğimiz, rengarenk bir gelecek hayaliyle…