İslami STK’ların Dönüşümü

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Lütfi Sunar: “Siyasete Müdahale Azaldıkça Sivil Alan Daha Bağımsız Olacak” İlke İlim Kültür Derneği’nin Kurumsal Yönetim Akademisi Araştırma Raporları’nın ilki olan İslami STK’ların Kurumsal Yapı ve Faaliyetlerinin Değişimi araştırması yayınlandı. Araştırmayı yapan İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Lütfi Sunar toplumsal dönüşümün STK’lardaki değişimin itici gücü olduğunu belirterek, “Son […]

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Lütfi Sunar:

“Siyasete Müdahale Azaldıkça Sivil Alan Daha Bağımsız Olacak”

İlke İlim Kültür Derneği’nin Kurumsal Yönetim Akademisi Araştırma Raporları’nın ilki olan İslami STK’ların Kurumsal Yapı ve Faaliyetlerinin Değişimi araştırması yayınlandı. Araştırmayı yapan İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Lütfi Sunar toplumsal dönüşümün STK’lardaki değişimin itici gücü olduğunu belirterek, “Son on seneyi Türkiye’de siyasete çok ciddi müdahalelerin olduğu bir dönem olarak görüyorum. Siyasete dışarıdan müdahaleler azaldıkça sivil alanın da kendi işleyişini daha bağımsızlaştıracağını düşünüyorum.” diyor. Lütfi Sunar’la araştırma sonuçlarını konuştuğumuz dosyamızın ikinci bölümünde ise; Başkent Kadın Platformu’ndan ilahiyatçı yazar Hidayet Tuksal ile Hamilik Okulu Vakfı’ndan Süleyman Özdil’in  İslami STK’ların süreçleriyle ilgili gözlem ve değerlendirmeleri yer alacak.

 

Araştırma nasıl gerçekleşti? Genel itibariyle İslami STK’ların dönüşümüyle ilgili ortaya çıkan ön önemli tespit nedir?

Araştırma, önde gelen 31 İslami STK’dan 40 kıdemli yönetici ile derinlemesine görüşmeler ve bu kurumların vaka ve doküman incelemelerine dayanılarak yapıldı. Rapor da böyle oluştu.  Araştırmanın en önemli tespiti, İslami STK’lardaki değişimin temel itici faktörünün kaynaklardaki değişim olduğudur diyebiliriz.

Araştırmada İslami STK’ların gelişimini dört dönemle açıklıyorsunuz bunları kısaca anlatabilir misiniz?

Bunlardan birincisi aslında bir dönem değil. STK öncesi dönem diyebileceğimiz bir dönem; 1923-1950 arası dönem. Bu dönemde bir sessizlik var ve İslami gruplar yer altına daha doğrusu toplum dışına çekiliyorlar. Daha çok, saygın kişiler etrafındaki ağlar söz konusu. 1950’de İslami STK’lar özellikle alternatif bir refah müessesesi olarak, dayanışma kurumları olarak bir önceki dönemin şahısları etrafında daha görünür bir hale geliyorlar. Bu anlamda özellikle 1960’lardan itibaren hızlanan bir kurumsallaşma dönemine geçiliyor. Bu dönemde arka planda yer alan bir enformel grup ön planda yer alan bir formel kurum yapısı şeklinde ikili bir yapı oluşuyor. 1980 sonrası ilginç bir dönem. 80 sonrasında yeni tip STK’lar çıkmaya başlıyor. Bu yeni tip STK ortamı özellikle biraz girişimcilikle şekillenen bir ortam. Ekonomik yaşamın çeşitlenmesiyle ortaya çıkan yeni problemler söz konusu. Bunların üstesinden gelebilecek daha ideolojik daha programatik ve daha dinamik kurumsal yapılar ortaya çıkıyor. Eskinin o cemaat temelli kurumlarının yanında daha girişimci, gençlik örgütlenmesi eksenli kurumları oluşuyor. Özellikle 1990’larda bir uzmanlaşma, belirli alanlarda odaklanmış yapılar; hizmet eksenli, meslek eksenli, alan eksenli yapılar yükselmeye başlıyor.  MAZLUMDER, MÜSİAD, Mimar Mühendisler Grubu, Hayat Vakfı gibi… Bunlar eski tip cemaat yapılarından bir miktar farklılaşıyor. 28 Şubat sonrası dönem, aynı zamanda Türkiye’nin aslında birkaç açıdan küreselleşmeye olağanüstü biçimde eklemlendiği bir dönem. Yani bu dönemin ana ekseni Türkiye’nin dünyaya açılmasıdır. İki tane alt dönemi var. Birincisi 1997’den 2008’e kadar gelen dönem siyasetten kopuş, kendi sınırlarına çekilme ve sivil toplumcu söylemin arttığı dönem. 2008 sonrası ikinci on yıl… Yani bugünler… Artan kutuplaşmanın etkisiyle, gittikçe siyasallaşma gittikçe devletle daha fazla yakınlaşma ve gittikçe daha görünür olma yönünde bir eğilim ortaya çıkıyor.

“Kuruluşların dışarıdaki değişimlerden, çevre koşullarına uyum sağlayarak farklılaştığını görüyoruz. Bu farklılaşma iki şekilde oluyor. Cemaatsel tabanı olanlar genellikle eskiden pek çok fonksiyonu üstlenmiş olan ana kuruluşu sembolik bir pozisyona çekiyorlar. Ve o alt fonksiyonlar için de alt kuruluşlar kuruyorlar. Bir tür sivil holding diyebileceğimiz bir sivil topluluklar dönemi başlıyor”

Bu son dönemde kurumların en belirleyici özellikleri nelerdir?

Bu dönemi belirleyen ana unsurun kurumlardaki profesyonelleşme, uzmanlaşma, odaklaşma ve kurumsallaşma süreçleri olduğunu düşünüyoruz. Burada özellikle bu kuruluşların değişen dış koşullara, toplumsal koşullara ve ilişkilere adaptasyon süreci çok önemli.  Şöyle bir şey var; bu kuruluşlar boşlukta asılı durmuyorlar. Toplumsal bir yapı içinde bulunuyorlar. Orada çok ciddi değişimler yaşanıyor. Özellikle bu dış dünyaya açılma, Türkiye için çok önemli etken. Zaman zaman kapandığımızı düşünsek de Türkiye mütemadiyen dışarıya açılan bir ülke. Ekonomik olarak gittikçe küresel etkilerin kendisini gösterdiği bir ülke. Bu dönemde şehirleşme neredeyse kemale ermiş. Büyük bir ivme kazanıyor. Bütün bunlara baktığımızda kuruluşların da dışarıdaki değişimlerden, çevre koşullarına uyum sağlayarak farklılaştığını görüyoruz. Bu farklılaşma iki şekilde oluyor: Cemaatsel tabanı olanlar genellikle eskiden pek çok fonksiyonu üstlenmiş olan ana kuruluşu sembolik bir pozisyona çekiyorlar. Ve o alt fonksiyonlar için de alt kuruluşlar kuruyorlar. Bir tür sivil holding diyebileceğimiz bir sivil topluluklar dönemi başlıyor. Yani eskiden ana kuruluş içinde kadınların da gençlerin de faaliyet yaptığı, yardım faaliyetlerinin yürütüldüğü, iş adamlarının da olduğu yapılar, bunların her birini ayrı ayrı kurumlara dönüştürüyorlar. Ve yukarıdan bu kurumları temsil edecek çatısı altında toplayacak bir ana yapıyı oluşturuyorlar. Bu çok belirgin bir sistematik. Bu sistematiği besleyen en önemli unsurlardan biri de aynı zamanda bir dışsallaşma, dışa yönelik bir açılımla gerçekleşiyor. Artık cemaatsel kuruluşlar içe dönük bilinçlendirme faaliyetlerinden gittikçe daha çok dışa dönük bilgilendirme faaliyetlerine doğru bir eğilim arz ediyorlar. Cemaat tabanlı olmayanlar yani o 90’larda ortaya çıkmış olan kuruluşlar ise çoğunlukla bu süreçte belirli fonksiyonlarını terk edip, diğer fonksiyonlarına odaklaşma yönünde bir seyir arz ediyorlar. Yani her halükarda bu dönemin kuruluşlarında bir odaklaşma, bir uzmanlaşma durumunun ortaya çıktığını görüyoruz. Tabii ki bu birkaç unsurla yakından ilişkili. Evvela finansal kaynaklar dönüşüyor. Bu dönüşüm 90’lardan itibaren başlayan bir dönüşüm. Özellikle 90’larda İslami sermayenin yükselmesiyle birlikte İslami sivil kuruluşların mali kaynaklarında bir çeşitlenme ortaya çıkıyor. Geleneksel zekat, infak ve üye aidatlarının yanına destekler, fonlar, iş adamlarının bağışları başlıyor ve zamanla ağırlık kazanıyor.

Kaynakların farklılaşması kuruluşların dönüşmesinde etkili oluyor diyebilir miyiz?

Şöyle bir söz var: “Altını alan kuralı koyar”. Bir de  90’larda Türkiye’deki bütün kuruluşların mantığı dönüşüyor. Toplam kalite sistemleri, akreditasyon sistemleri, müşteri odaklı yönetim, planlama, raporlama vs. 90’lı yıllarda ticari iktisadi alanlarda da kuruluşların tecrübe ettiği şeyler. Ve bu yeni yükselen sermayenin İslami kuruluşlara bağışlar, destekler verirken bir süre sonra kendi şirketlerindeki benzer süreçleri bu kuruluşlardan beklemeye başladığını görüyoruz. Yavaş yavaş planlama ve raporlamalar; proje eksenli çalışmalar başlıyor. Bu trend 2008 sonrasında kamu kaynakları, kamu fonları, kamu destekleriyle birlikte yeni bir biçim ve mahiyet kazanmaya devam ediyor. Mali kaynaklar farklılaşıyor. Bu dediğim gibi Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısının değişimiyle de yakından ilgili. STK’ları kuşatan çevre değişiyor. 

İslami STK’lardaki faaliyet tipleri ise iki sebepten ötürü değişiyor. Evvela 28 Şubat’ın baskısı ile İslami kuruluşların yapageldikleri bazı faaliyetleri terk edip yeni faaliyetlere yönelmelerine yol açıyor. Bu yeni faaliyetler ağırlıklı olanlar daha kamusal alana hitap eden eğitim faaliyetleri oluyor; meşruiyeti daha kolay kabul edilen yardım faaliyetleri oluyor. Zamanla daha fazla toplum kesimleri tarafından onaylanan kültürel, sanatsal, akademik faaliyetlerin öne çıktığını görüyoruz. Bu faaliyet değişimi aynı zamanda arka planda bu faaliyetleri yapan insan kaynaklarının da değişimine yol açıyor. Artık bu kuruluşlar geleneksel olarak, belirli gruplara hitap etmekten çıkıyor ve farklı mali kaynaklara dayanan çeşitlenmiş faaliyetler yürüten kuruluşlara dönüşüyorlar. Bu süreçte insan kaynağı da farklılaşıyor. Özellikle eskinin adanmış insan tipi, cemaat adamı tipi yerini yeni eğitimli insan tipine, uzmana bırakıyor.

Kurumsallaşma tüm STK’lar için geçerli mi?

Bir sonuç olarak baktığımızda kurumsallaşma zayıf ama bir süreç olarak baktığımızda kurumsallaşma söz konusu. Burada kurumsallaşmayı bir süreç olarak anlıyoruz. Kurumsal reflekslerin ortaya çıkışını belirtiyoruz. Buna pozitif veya negatif bir anlam da yüklemiyorum. Fakat oradaki hikaye şu. Bir mimetizm var. Hiç kimse bunu başta kabul etmiyor. Hatta başlangıçta bunu bir bozulma olarak görme refleksi daha yüksek. Bu dönüşümü en önce 90’larda ortaya çıkmış cemaat tabanlı olmayan kuruluşlar gerçekleştiriyorlar. Çünkü onların yeni iktisadi, siyasi sosyal düzene eklemlenmeleri daha kolay. Onlar başarılı olunca, kamuoyunda daha fazla yer edinince, daha fazla kaynak elde edince, daha görünür faaliyetler yapmaya başlayınca bu sefer diğerleri de onlara öykünerek bu dönüşümü başlatıyor. Bunun kırılma noktası 2008. Biz 2008’e kadar kurumsallaşma çabalarını cemaat tabanlı kurumlarda çoğunlukla görmüyoruz. 2008 sonrasında hem siyasal sistemdeki rahatlama, kolaylıkla kamusal alana çıkabilmeye yönelik bir duygu oluşturuyor hem de başarılı örneklikler bu dönüşümü temellendiriyor.

Görüştüğüm STK’lara bu kurumsallaşmaya nasıl karar verdiklerini sordum.  Genellikle gelen cevap: “İyi örneklikler bizi motive etti”  şeklinde. Diğer bir sebep de, bu kuruluşlar içerisinde profesyonel yaşamdan gelen yöneticilerin teşvikleri çok yüksek. Yeni insan tipi dediğim eğitimli insan tipi aynı zamanda kurumsallaşmayı istiyor; aynı zamanda faaliyet yapısının dışa dönük olmasını istiyor; aynı zamanda bilgili, becerili insanların daha kolay gelebildikleri bir yapı istiyor. Dolayısıyla değişimin çarkı bu yönde devam ediyor. İkincisi insan tipinin değişimi, adanmış insan tipinden eğitimli insan tipine geçiş, cemaat adamından cemiyet adamına doğru gidişin söz konusu olması önemli. Bir başka dönüşüm hattı da kadınların katılımı…

“Zahiren güçlenildiğini ama aslında devletin yarın öbür gün herhangi bir durumda daha fazla kontrol edebileceği yapıların ortaya çıktığına dair endişeler söz konusu. Bir tür akredite kuruluş olmanın zamanla bu kuruluşların yapılarını zedeleyeceğine dair, asıl güçlerini ortadan kaldıracağına dair bir endişe bütün kuruluş yöneticilerinde var.”

Kurumsallaşmanın arttığını söyledik peki şeffaflaşma ne durumda?

Yardım kuruluşları hem bağış topladığı hem de rekabet halinde olduğu için daha çok şeffaflaşıyor. Hak temelli kuruluşlar ise bu konuda aynı şeffaflıkta değil. Onlar içe daha kapanık ve adanmış insanlar topluluğu gibi davranıyor. İş adamlarının yönlendirdiği, ekonomik destek verdiği yapıların şeffaflaşmasını bekleriz ama Türkiye’de ekonomik alanın genel işleyişi o şeffaflaşmayı beslemediği için orada da bir şeffaflaşma olmuyor. Kaynaklar belirliyor bu şeffaflaşmayı. Eğer kaynaklar çeşitliyse ve bu kaynaklar için rekabet ediyorsa kurumda şeffaflık oluyor. Kaynaklar çeşitli değilse ve bu kaynakları elde etmek için rekabet yoksa o zaman şeffaflaşma olmuyor. Süreç neticesinde iki tip yapı ortaya çıkmış vaziyette: Belirli bir manevi, karizmatik ya da ideolojik liderlik etrafında ortaya çıkmış yapılar, yani daha cemaatsel tabanı olanlarda genişleme esas. Büyümeye odaklı kuruluşlar bunlar. Bir de belirli alanlarda faaliyet, hizmet yürütmek için uzmanlaşmak için ortaya çıkmış kuruluşlar var. Bu kuruluşlarda da nitelik ön plana çıkıyor. Nitelikte yarış yapıyor. Şeffaflaşmanın sağlanabilmesi, bağımsız bir sivil toplumun ortaya çıkabilmesi anlamında bunlardan daha fazla ümitliyim.

 Araştırmanın sonuçlarında kadınların daha görünür olduğu belirtiliyor. Bu görünürlük karar alma mekanizmalarına etki edecek bir mahiyette mi?

Kadınlar karar verme ve etkileme pozisyonlarında daha azlar. Ama yirmi yıl öncesine kıyaslandığında bugün sayı olarak çok arttığını görüyoruz. Türkiye’de sivil toplumun yönetim yapısı erkek ağırlıklı zaten. Bugün sivil toplum kuruluşlarındaki üye oranlarına baktığımızda kadınlar yüzde 23. Bu oran İslami STK’larda da böyledir. Yöneticilere baktığımızda kadınlar yüzde 15. İslami kuruluşlar da aşağı yukarı bu oranlarda. Fakat 20 yıl öncesine baktığımızda İslami kuruluşlarda kadınların çok daha az yer bulduklarını; buldukları yerin de onlara tahsis edilmiş “hanımlar komisyonu” çerçevesinde olduğunu görüyoruz. Bunu kıran Refah Partisi’dir. Kadınların daha görünür olması için çaba göstermiştir. Fakat buna tepki olduğunu biliyoruz. İslami camiada. 97’den sonra kadınların katılımını arttıran iki mekanizma var: Birincisi genel toplumsal süreçler dahilinde eğitim yaşamına daha fazla katılım ve kentleşme kadınları daha görünür kılıyor. Kadınlar iş yaşamında gittikçe daha kamusal pozisyonlarda yer edinmeye başlıyorlar. Bu genel hat. Bir de özel hat var. 28 Şubat sonrasındaki başörtü yasağı İslami sivil kuruluşlarda kadınlara alan açılmasıyla neticelendi. Başörtüsü yasağı sebebiyle okuyamayan kadınların eğitimi için özel mekanizmalar kurulmaya başlandı. Başörtü yasağı sebebiyle açığa çıkan nitelikli bir insan gücü var; kamusal alanda çalışmaya, aktif olmaya alışmış insanlar bu özelliklerini İslami kuruluşlarda çalışarak değerlendirmeye başlıyorlar. Ayrıca ideolojik olarak İslami kuruluşlar kamusal alandan dışlanan bu kadınlara sahip çıkmak mecburiyetinde hissediyorlar kendilerini. Dolayısıyla bir süre sonra İslami STK’lar kadınların daha fazla aktif olduğu bir yer olmaya başlıyor.  Böylece faaliyetlere daha fazla kadın katılmaya başlıyor; daha fazla kadın katıldıkça da bir sonraki dönemde görev alacak kişiler arasında kadınların ağırlığı artmaya başlıyor. Bugün geldiğimiz noktada birçok İslami kuruluş faaliyetlerine neredeyse sadece kadınların devam ettiği ve bir konuda aday aradıklarında; görevlendirilecek bir kişi aradıklarında da neredeyse seçeneklerin çoğunun kadınlardan oluştuğu bir duruma gelmiş vaziyette. Bundan rahatsız olanlar var ama aynı zamanda bu bir vaka olarak kendisini dayatıyor. Dolayısıyla geldiğimiz yerde şunu görüyoruz. Bugün en geleneksel kuruluşların bile yönetim kurullarında kadınlar var. Bu konuda ciddi bir değişimin olduğunu görmemiz gerekiyor.

Mekanların dönüştüğüne de vurgu yapılıyor araştırmada…

Mekanlardaki değişim aslında çok önemli. İslami sivil kuruluşların mekanlarında çok büyük bir dönüşüm görüyoruz. 20 yıl önce neredeyse gizlenen, tabelası küçük olan, daha çok kenarda olan kuruluşların yavaş yavaş merkeze geldiğini, ana caddeye bakan binalar yaptırdıklarını, tabelalarını büyüttüklerini, bültenlerini resimli hale getirdiklerini, web sitelerini gittikçe bütün faaliyetlerini yansıtacak hale, hatta “aşırı şeffaf” bir hale soktuklarını görüyoruz. Mekanlar gittikçe dışarıdan insanların daha rahat girip çıktığı etkinliklere katıldığı bir mahiyet arz etmeye başlıyor. Bu mekanlarda dışa yönelik sunumların yapılabileceği alanların arttığını görüyoruz. Burada ayakkabısız girilen mekanların azaldığını ayakkabıyla girilen mekanların ana form olduğunu görüyoruz.

Bu değişimler nasıl karşılanıyor özellikle de eski kuşaklar tarafından?

Tüm bu değişimlere paralel yaşanan bir de kuşak değişimi var. O olduğu için yorumlaması kolay. Aslında o eski tip faaliyet tarzlarını, eski tip ilişkileri, eski tip kurumsal yapıları isteyen kuşak da bu süreçte kenara çekilmiş oluyor. Adanmış insan tipi gidiyor cemaatçi adam gidiyor, cemiyetçi adam geliyor. Mekanların değişimi de bu değişime tekabül ediyor. Genellikle bunu ihtiyaçlar ve yapılan faaliyetlerin bir neticesi olarak görme eğilimi var. Yani doğal bir değişim olduğu düşünülüyor. Aslında bu değişim tartışılmıyor değil. Mesela mekanlara ayakkabıyla girme mevzusu tartışılıyor. Ama ayakkabısız girmeyi savunanların bu alandan çekilmesi neticesinde tartışma bitiyor. Burada eski kuşak biraz tasfiye edilmiş oluyor. Ya da eski kuşak yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılamayacağını görüp kendisi kenara çekiliyor.

“İslami kesimlerin devlete bakışıyla bugünkü devlete bakışları da farklılaşıyor. Yirmi yıl önce devleti kendisine baskı yapan, dışsal bir aygıt olarak değerlendiren bir ideolojik şekillenmeden bugün devleti daha çok koruyucusu olarak gören bir ideolojik şekillenmeye giden bir dönüşüm söz konusu. Toplumda bir dönüşüm var ve bu STK’lara da yansıyor.”

Kamu fonları ve devletle kurulan yakın ilişkinin İslami STK’ları olumsuz yönde dönüştürdüğüyle ilgili tartışmalar var bu konuda görüşleriniz nelerdir?

Bunu gözlemlemek için henüz çok fazla zaman geçmedi. Kamunun İslami STK’lara kaynak aktarımı çok yeni bir olay. Biraz 15 Temmuz sonrası görülen bir vaka. Öncesinde daha özel birkaç kuruluş ekseninde yürüyen bir şeydi. Bunun dönüştürücü etkileri olduğunu, toplumdan kopardığını söylemek için çok erken olduğunu düşünüyorum. Fakat bu mesele görüştüğümüz STK’larda tartışılan bir konu. Siz eğer bir faaliyeti yapmak için bir kamu kurumundan kolaylıkla kaynak buluyorsanız doğal olarak daha az bağış arıyorsunuz, doğal olarak daha fazla profesyonellerle çalışıyorsunuz. Doğal olarak bu sizi gittikçe etkinlik düzenleyen bir organizasyona, yaptıklarınızı da halkla ilişkiler faaliyetine dönüştürebilir. Aslında tarihsel olarak İslami STK’ların devletle ilişkisi güvensizlik üzerine kurulmuştur. Gerek devletin onlara karşı güvensizliği gerekse onların devlete güvensizliği çok belirleyici psikolojik bir etkendi. Ne zamana kadar, son beş-altı yıla kadar. Bu tarihsel psikolojik bariyeri yokmuş gibi kabul etmek, ortadan kalkmış gibi kabul etmek çok kolay değil. Halen insanların zihninde bu sorular soruluyor. Aslında devletin yarın öbür gün herhangi bir durumda daha fazla kontrol edebileceği yapıların ortaya çıktığına dair endişeler söz konusu. Bir tür akredite kuruluş olmanın zamanla bu kuruluşların yapılarını zedeleyeceğine dair, asıl güçlerini ortadan kaldıracağına dair bir endişe bütün kuruluş yöneticilerinde var. Fakat bizim dikkatimizden kaçan en önemli nokta şurası: STK’lar da dahil olmak üzere bütün kuruluşlar hatta bütün insanlar aslında çevre kaynaklarına bağımlı bir şekilde varlıklarını sürdürürler. Kaynaklar her zaman olumlu değildir; aynı zamanda çeşitli olumsuzlukları da bünyesinde barındırır. Siz kolaylıkla bir kaynağa eriştiğinizde başka kaynaklara erişme imkanınız da körelebilir. Dolayısıyla çevre koşullarında bir değişiklik olduysa kuruluşların buna adapte olması da bir vakadır. Nitekim en çok eleştirenlerin dahi bir kamu fonu söz konusu olduğunda bunu almaktan imtina etmediğini görüyoruz. Zahiren eleştiriyor ama herhangi bir imkan söz konusu olduğunda reddeden de yok. Neden? Çünkü o kaynağa kendisi ulaşmadığında bir başkasına tahsis edileceğini dolayısıyla rekabet edemeyeceğini, varlığını sürdüremeyeceğini düşünüyor. Bunun neticelerini hep birlikte göreceğiz. Muhtemelen bu alanın bütüncül dönüşümünü beraber izleyeceğiz.

Bunun toplumsal etkileri ne olur sizce? Öte yandan STK’ların kamuyu etkilemekten çok, kamunun halkla ilişkilercisi gibi bir pozisyona dönüşme riski var mı?

Burada devletin yapısını ihmal etmemek lazım. Devletin yapısı hiçbir zaman yön verilmeye politika oluşturmaya müsait değil. Birilerinin bunu topluma anlatın, ilişkilendirin dediğini sanmıyorum. Biraz ideolojik konsolidasyonla ilgili.  STK’lar böyle yapmaları gerektiğini düşündükleri için öyle yapıyor. Birileri çağırıp onlara vazife vermiyor.  Birilerinin bunu kendine görev görmesi sorun değil bana göre. Madem buralar siviller, kendi kitleleri açısından gerekli olduğunu düşünüyorlar, o halde yapmakta özgürler. Biz siyasetle ilişkiyi, hep siyasete muhalefet olarak koyuyoruz. Halbuki siyaseti destekleyebiliriz, siyasetin lehinde de hareket edebiliriz. Bunu kendi tercihleriyle yapar görünürler ama her zaman arka planda bağlayıcı ilişkiler, çevre koşullarının zorlayıcı mekanizması bunda bir etkendir.

Bu ilişkiselliğin kökeninde ne var ?

2007 sonrası Türkiye’de artan ve gittikçe körüklenen siyasal kutuplaşma bu anlamda çok önemli. Orada şunu tabii ki unutmamak lazım. 28 Şubat’ın travmatik hafızası İslami kuruluşların belirli hatlarda konumlanmasına yol açıyor. Bu etkeni ihmal edersek süreci anlayamayız. Konuştuğumuz pek çok kuruluş temsilcisi, siyasetle girilen ilişkilerden memnun olmadıklarını ama alternatifin 28 Şubat’a dönmek olarak görüldüğü için bu hususta net ve sabit durmak yönünde bir hissiyat içinde olduklarını dile getiriyorlar. 28 Şubat dönemi çok ciddi baskıların olduğu ve hukuksuz bir şekilde İslami kuruluşların üzerine gidildiği bir dönem. Ardından 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi kutuplaşması aynı hafızayı diriltiyor. Dolayısıyla şöyle bir hissiyat oluşuyor; ‘burayı korumamız lazım.’ Başlangıçta bu demokrasiyi koruma söylemiyle ortaya çıkıyor. Siyasal alana dışarıdan müdahale devam ettikçe İslami sivil kuruluşlarda koruma refleksi artıyor.  Başlangıçta, Milli İrade Platformu’na katılımın daha az olduğunu ama sonra gittikçe arttığını görüyoruz. Neden? Çünkü şunu hissediyor, İslami kuruluşlar: Burada siyasete dışarıdan bir müdahale var ve eğer bu müdahale başarılı olursa biz tekrardan zor zamanlara döneriz. Siyaset de bu duyguyu kullanıyor kimi zaman. Bu hissiyatın niye oluştuğunu anlamak bizim görevimiz. 2017’ye kadar korkunun beslediği bir siyasallaşma var. 2017 itibari ile yavaş yavaş faydanın beslediği bir konsolidasyon olacağını öngörüyorum.

“Kutuplaşmanın o zamanki unsuru Kemalist STK’lar ötekileri dışarıda bırakacak şekilde devletle ilişkide bir tekeli kurmalarıydı. Bunu sürdürmek istiyorlardı. Şimdi pozisyonlar değişmiş durumda. Aslında bu konu sık tartışılıyor. Bazen bir safları sıkılaştırma söylemi olarak bazen de bir beka sorunu olarak ortaya çıkıyor. Eğer gevşek davranılırsa siyasete müdahalenin bütün sahneyi değiştireceğine dair bir korkuyla besleniyor. Bunun nesnel zemini yok mu? Var. Bu siyasal kullanımı yok mu? O da var. Her ikisi de üst üste geliyor. Siyasete müdahale devam ettikçe ister istemez o korumacı refleks meşru bir hale gelmeye başlıyor.”

Korku siyasallaşmasının biteceğine gerçekten inanıyor musunuz?

2000’lerin başında Irak işgaline karşı Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu oluşmuştu. Burası çok ciddi bir iletişim alanıydı. Pek çok alanda özellikle aktivist kuruluşlar çok ciddi bir toplumsal ilişki ağına sahip olmuşlardı. Fakat Türkiye’deki badirelere verilen reflekslerin farklılaşması gittikçe konumları değiştiriyor. Bu refleksler İslami STK’ları muhafazakarlaştırıyor; korumacı ve daha kapalı yapılara dönüştürüyor. Devlete daha fazla yaslanan, kaynakları daha fazla devlet tarafından tahsis edilen bir yapıya dönüştürüyor. Bu dönüşümler içerideki ilişkileri de değiştiriyor. İslami STK’larda siyasetle ilişkiyi kim kurabiliyorsa, o becerilere kim sahipse onların öne çıktığı bir süreç yaşanıyor. Bunlar var ama bunun nedenleri salt bu alandakilerin kendi tercihleri değil. Yani siyasal ortam, ekonomik ortam farklılaşıyor ve o buradaki değişimi tetikliyor. Bunu görmemiz lazım. Burada tercihleri çok mu pasifize ediyoruz, yapıyı çok mu vurguluyoruz. Elbette ki aktörlerin tercihleri de önemli. Ama ben son on seneyi Türkiye’de siyasete çok ciddi müdahalelerin olduğu bir dönem olarak görüyorum. Siyasete dışarıdan müdahaleler azaldıkça sivil alanın da kendi işleyişini daha bağımsızlaştıracağını düşünüyorum.

Kutuplaşmanın sona ermesi için de geçerli mi bu?

Son yıllarda İslami STK’ların faaliyetlerini bütün toplum kesimlerine daha açık hale getirdiklerini görüyoruz. Siyasal tercihlerde kutuplaşma var ama bireysel ilişkilerde, gündelik yaşamlarda kutuplaşmanın etkilerini pek göremiyoruz. Bu iyi bir şey.  Eskiden de çok az sayıda kurumun birbiriyle ilişkisi vardı.  Pek çoğu birbirinden kopuktular. Kutuplaşmanın o zamanki unsuru Kemalist STK’lar ötekileri dışarda bırakacak şekilde devletle ilişkide bir tekeli kurmalarıydı. Bunu sürdürmek istiyorlardı. Şimdi pozisyonlar değişmiş durumda. Aslında bu konu sık tartışılıyor. Bazen bir safları sıkılaştırma söylemi olarak bazen de bir beka sorunu olarak ortaya çıkıyor. Eğer gevşek davranılırsa siyasete müdahalenin bütün sahneyi değiştireceğine dair bir korkuyla besleniyor. Bunun nesnel zemini yok mu? Var. Bu siyasal kullanımı yok mu? O da var. Her ikisi de üst üste geliyor. Siyasete müdahale devam ettikçe ister istemez o korumacı refleks meşru bir hale gelmeye başlıyor. Ümit ederim ki siyasete müdahaleler biter ve daha nesnel bir şekilde belirli meseleleri daha konuşabilir hale geliriz.

 “28 Şubat dönemine benzer siyasal tablonun oluşmaması için bir siyasal mobilizasyon olduğunu görüyoruz. Zahiren bu AK Parti iktidarını korumak olarak karşımıza çıkıyor.  Ani dönüşüm riskini önlemeye yönelik bir siyasal bütünleşme, siyasetle bütünleşme İslami kuruluşlarda çok belirleyici bir şekilde karşımıza çıkıyor.””

Araştırma sonuçlarında “düzenle, uyumsuzluktan ve dönüştürücülükten ziyade uyumlulaştırma karakteri” gösterildiğiyle ilgili bir tespit var bunu biraz açıklar mısınız?

 

Gittikçe siyasal alana, devlete muhalefetle kendisini ifade eden bir konumdan ona uyumlu entegre bir karakter kazanıyor. Ben uyumlulaşma toplumdan bağımsız değil. Toplumda da bir uyumlulaşma olduğunu düşünüyorum. İslami kesimlerin devlete bakışıyla bugünkü devlete bakışları da farklılaşıyor. Yirmi yıl önce devleti kendisine baskı yapan, dışsal bir aygıt olarak değerlendiren bir ideolojik şekillenmeden bugün devleti daha çok koruyucusu olarak gören bir ideolojik şekillenmeye giden bir dönüşüm söz konusu. Toplumda bir dönüşüm var ve bu STK’lara da yansıyor. Fakat STK’lar bunu kurumsal olarak yaptıkları için bu değişimi daha kolay müşahade edebiliyoruz. Bunun iki yönü var: Devlet de değişiyor aslında bu anlamda. İster bunu kullanıyor olarak değerlendirelim isterse kendisine yeni bir biçim vermesi olarak değerlendirelim devlet de İslam’la arasındaki mesafeyi daraltıyor. İster bir ideolojik kullanma olarak görelim isterse doğal bir çıktı olarak görelim, bu bir vaka. Bugün TRT’yi izlediğinizde bunu çok açık bir şekilde görüyorsunuz. Orada artık baleyi, operayı öne çıkaran bir kültürel kodun yerine Kur’an-ı yarışmada kullanan, Osmanlı padişahlarını anlatan dizilere yer veren bir kültürel kodun ortaya çıktığını görüyoruz. Devlette de değişim var. Bu değişim kalıcı mıdır geçici midir o ayrıca tartışılır. Ama aynı değişim toplumda da var. Toplum da gittikçe devletin dinin koruyucusu olduğunu, dini yok etmek üzere organize olan, ona yönelik yaptırımlar yapan bir yapı olmaktan çıktığını düşünmeye başladı. Bu ciddi bir rahatlama getiriyor ilişkilerde. Bugün hiç olmadığı kadar İslami sivil kuruluşlar kendilerini kamusal alanda ifade edebiliyorlar. Devletle muhatap olabiliyorlar ve bu anlamda karşılık bulabiliyorlar. Bu doğal olarak yapı ve faaliyetleri etkileyecek ve değiştirecektir. Eskinin o muhalif yapısını bugün kurmak istediğinizde bunun muhatabı yok.

Bunu sadece din alanından değil diğer konularda da görmek mümkün. Misal 2000 sonrası devletin sosyal yardım, sosyal hizmet alanındaki dönüşümü İslami STK’ların geleneksel olarak yaptığı pek çok faaliyeti anlamsızlaştırdı. İslami STK eskiden sünnet törenleri yaparlardı, bugün belediyeler yapıyor; evlendirme yardımları yapıyorlardı artık belediyeler yapıyor; hastalara yardım ederlerdi artık devlet yapıyor; Aşırı yoksullara yardım ederlerdi bunu da artık devlet üstlendi. Gerçekten de pek çok alanı devletin STK’ların elinden aldığını görüyoruz.

Bu bütünleşme meselesinde devletin el değiştirmesinin yapacağı etkileri konuşuluyor mu bunun olmaması için nasıl çabalar gösteriliyor?

Biraz siyasi konsolidasyonu buna yönelik olarak görebiliriz. Mevcut devlet toplum ilişkilerini korumaya yönelik bir siyasal mobilizasyon olduğunu görüyoruz. 28 28 Şubat dönemine benzer siyasal tablonun oluşmaması için bir siyasal mobilizasyon olduğunu görüyoruz. Zahiren bu AK Parti iktidarını korumak olarak karşımıza çıkıyor.  Ani dönüşüm riskini önlemeye yönelik bir siyasal bütünleşme, siyasetle bütünleşme İslami kuruluşlarda çok belirleyici bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu bir önlemdir, bir tedbirdir. Ama biz şunu biliyoruz uluslararası şekillenmelere çok açık, ekonomisi kırılgan bir ülkeyiz. Yarın öbür gün başka etkenler ortaya çıkabilir. Türkiye toplumu büyük şoklarla karşı karşıya kalabilir. Bütün bunlar her şeyin gözden geçirilmesine sebep olabilir. Buna yönelik bir hazırlık yapılabilir mi? Türkiye’deki sivil toplum yapısının buna uygun olmadığını düşünüyorum. Böyle uzun vadeli hazırlıklar yapabilecek bir sivil toplum yapısı halen söz konusu değil. Şu endişe var tabii ki: Özellikle bu olağanüstü hal döneminde ciddi bir biçimde pek çok şeyin bir kanun hükmünde kararname ile yapılabilmesi İslami kuruluşlarda ciddi bir tedirginlik oluşturmuş vaziyette. Dolayısıyla yarın öbür gün bir değişim durumunda bugüne kadar kazandıkları şeylerin tamamının benzer bir uygulamayla ellerinden gidebileceğinden endişe ediyorlar. Ama bu ne kadar mümkündür? Bunu ayrıca konuşmak lazım. 28 Şubat tecrübesi bize şunu da gösterdi: Toplumda belirli hizmetleri yürüten, belirli bir yaygınlığa erişmiş, belirli bir meşruiyeti elde etmiş kuruluşlara, kesimlere, gruplara yönelik devletin gayri hukuki baskısı o baskıyı yürüten siyasal yapıların kaybıyla neticeleniyor. Bence Türkiye’de en büyük garantimiz de bu. Yani 28 Şubat sürecinin kısa bir sürede başarısızlığa uğraması pek çok siyasetçiye bunu öğretmiştir muhtemelen. Belirli bir zinde gücü arkanıza alıp topluma baskı yapmanız üç sene beş sene iktidarda kalmanızı temin edebilir ama  uzun vadede kesinlikle iktidarda kalamazsınız.

Şunu da ekleyeyim. İslami STK’larda FETÖ’ye karşı mücadelenin ciddi bir meşruiyeti var, bunu sorgulayan kimseyi göremiyorsunuz. Belirli kuruluşların kapatılması, mallarına el konulması ve farklı yerlere tahsis edilmesini neredeyse sorgulayan yok. 15 Temmuz öncesinde bu sorgulanıyordu belki ama 15 Temmuz sonrasında bunun olmadığını görüyoruz. Yani o yapının bir darbe girişiminin içinde görünür şekilde yer alması bu meşruiyeti sağlayan önemli bir konu. Bu kaynakların devlet tarafından oluşturulduğu ve şimdi yeniden devlete dönmesi fikri de çok belirgin. ‘Zaten bunlar milletin kaynaklarıydı o halde devletin el koyması çok normal’ şeklinde düşünülüyor. Bu da aslında bize bir şey gösteriyor. Eğer sadece devlet tarafından kollanan, devlet tarafından beslenen bir yapıysanız bir süre sonra devletteki baskın fikir değiştiğinde, size yönelik tavır değiştiğinde ortaya çıkacak olumsuzluklar başkaları tarafından doğal karşılanıyor. Yok siz organik bir yapıysanız, fikrinizi, faaliyetinizi, varlığınızı kendiniz üretmişseniz o zaman da birilerinin size müdahalesi tepkiyle karşılanıyor. Bu önemli bir ipucu gelecek için.

 

“Türkiye’deki badirelere verilen reflekslerin farklılaşması gittikçe konumları değiştiriyor. Bu refleksler İslami STK’ları muhafazakarlaştırıyor; korumacı ve daha kapalı yapılara dönüştürüyor. Devlete daha fazla yaslanan, kaynakları daha fazla devlet tarafından tahsis edilen bir yapıya dönüştürüyor. Bu dönüşümler içerideki ilişkileri de değiştiriyor. İslami STK’larda siyasetle ilişkiyi kim kurabiliyorsa, o becerilere kim sahipse onların öne çıktığı bir süreç yaşanıyor.”

Son olarak şunu sorayım, araştırma sonuçlarında ‘adem-i merkeziyetçi’ perspektiften uzaklaşıldığı vurgusu var. Bu neden önemli?

Asıl değişen şey İslami kuruluşların toplumsallığında. 1950’lerde İslami sivil kuruluşlar geçmişten miras aldıkları iki mekanizmayı öne çıkararak ortaya çıktılar. Bunlardan ilki talebelere yani sosyal mobilizasyona yatırımdır. Eğitimin Türkiye’de mobilizasyonun en önemli ve etkin kaynağı olduğunu unutmayalım. İslami STK’lar yoksul bir köylü çocuğunun vali olabilmesini destekliyordu. Bütün STK’ların ilk ve en uzun süreli faaliyeti burstur; öğrencilere yönelik yurt faaliyetleridir.  Bunu toplumsal mobilizasyona yönelik İslami STK’ların yardım ve yatırımları olarak anlıyoruz. İkincisi de özellikle yoksullara yönelik dayanışma faaliyetleriydi. Bu da özellikle refah transferini sağlıyordu. Her ikisi de aslında merkezileşmenin aksine bir seyri destekleyen faaliyetlerdi. Bu faaliyetlerin kökeninin Osmanlı’daki sivil formda olduğunu düşünüyorum. Osmanlı siyasal sisteminin işleyişinin iki temeli vardı: Biri medrese sisteminin iyi işlemesi diğeri vakıf sisteminin iyi işlemesi. Bu iki temel de adem-i merkeziyetçiliği besleyen temellerdir. Çünkü medrese hem sivil bir hukuku oluşturuyor hem de uyguluyor. Aynı zamanda devlet bürokrasisinin insan kaynağı. Vakıflar da benzer bir yapıda. Dolayısıyla Osmanlı modelinde adem-i merkeziyetçiliğin işlemesinin teminatı bu iki kurum.

Modern dönemde de bu iki kurum İslami STK’lar eliyle yeniden diriltildi. Bugün geldiğimiz yerde ise tam aksine bu iki alanın İslami STK’lar tarafından gittikçe terkedildiğini görüyoruz. Bu iki alanı gittikçe devlete bıraktığını, devletin bu alanları daha fazla sahiplendiğini görüyoruz. Bu aslında İslami STK’ların temeldeki var oluş zeminlerini değiştiren bir konu. O yüzden İslami STK’lar belirli bir toplumsal yapıyı kuran ve yaşatan kurumlar olmaktan çıkmaya başladılar. Günümüzde gittikçe daha Batılı anlamda STK’lara dönüşmüş durumdalar. Ancak ilginçtir Türkiye’de modernleşmeci olduğunu iddia edenler de, Kemalistler de, muhafazakarlar da bunu göremiyor. Faaliyetin içeriğine takılıyorlar; süreçleri anlayamıyorlar. Türkiye’de siyasal mobilizasyon artarken, sosyal mobilizasyon bitiyor. Ayrıca toplumsal yapı çok değişiyor. Dolayısıyla İslami STK’ların bu yeni toplumsal yapı içinde yeniden konumlandığı bir dönemden geçiyoruz.

Raporun tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

 

 

Emine Uçak

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
116 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör