Yrd. Doç. Dr Nil Mutluer: “İçe kapanmak yerine dayanışarak var olmalıyız”

Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza attığı için işten çıkarılan ilk akademisyenlerden olan Yrd. Doc. Dr. Nil Mutluer’le son bir yılı ve O’nun batının ‘makbul mülteci’ bakışıyla örttükleriyle ilgili makalesini konuştuk. -Bildiri sonrası işten atılmanın üzerinden bir yıl geçti şimdi Berlin’desin ve akademik hayatında burada devam ediyor nasıl bir yıldı diye sorsam? Hüzünlü, dayanışmacı, hayal kırıklığı […]

Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza attığı için işten çıkarılan ilk akademisyenlerden olan Yrd. Doc. Dr. Nil Mutluer’le son bir yılı ve O’nun batının ‘makbul mülteci’ bakışıyla örttükleriyle ilgili makalesini konuştuk.

-Bildiri sonrası işten atılmanın üzerinden bir yıl geçti şimdi Berlin’desin ve akademik hayatında burada devam ediyor nasıl bir yıldı diye sorsam?

Hüzünlü, dayanışmacı, hayal kırıklığı ve umut dolu… Yani çelişki dolu, memleket gibi, memlekete meselelerine yakından bakan hepimiz gibi. Yılın yarısı İstanbul’dan, diğer yarısı Berlin’de geçti. Bu hayat tipi alışık olduğum bir tip lakin, bu sefer önemli kalbim ve aklım arasında önemli bir yarılma var. Berlin’deyim ama Türkiye’deyim… Ve biliyorum ki bunu bir çok Türkiyeli hissediyor. Tüm yıl boyunca savruldum, savrulduk ama şimdiye kadar hiç yaşamadığım bir dayanışma ağının içinde de buldum kendimi. Bir yanıyla çok güçlü bir dayanışma ağı ördüğümüzü fark ettim ancak, maalesef bu dayanışmanın kitlelere ve tabana yayılmadığını da hissettim/biliyorum. Tekrarlamak gerekirse dayanışmanın örülmesine sevinmek güzel fakat bunun toplumsallaşamaması, aksine toplumsal kutuplaşmanın güçlendiği de bir gerçek. Üstelik neoliberalizm ve milliyetçiliğin eksenin de bu kadar rahat ve güçlü yeniden örülmesi ister istemez bir hayal kırıklığı yaratıyor. Sadece Türkiye için değil, belki dünya için de çıkış buradan olacak.

-Bu içinde kimi zaman da öfke barındıran hayal kırıklığı çok yaygın hepimiz için. Sen de yaklaşık on beş yılı akademik alanda hem de sivil toplum alanında sözün kurulması, demokratik ortamın sağlanması ve çoğullaşma için çalışmalar yürüten birisin bunun sebebi biraz da bu değil mi? Yani boşa yürüdük hissi mi?

Hayal kırıklığı hissediyoruz çünkü, kısa bir dönemde olsa bir şeylerin değişeceğine inandık. Demokratikleşme adımlarında son on beş yıldır yaptığımız çalışmalara, içinde yer aldığımız tartışmalara bakıyorum. Özgürlükler, barış, Kürt, Ermeni, doğa meseleleri, kadın ve cinsiyet meseleleri, inanç özgürlüğü yani bütün farklı alanlarda ve bir arada yaşama alanlarında yaptıklarımız değişiklik yarattı. Bugün kutuplaşma içinde göremesek de pandoranın kutusu açıldı, hiçbir şey artık aynı değil. Evet zorluklarla, alan açmaya çalışmayla gittiği zamanlar epeyce oluyordu ama, en azından konuşarak, açık siyaset yapılacak alanlar vardı. Bugün  radikal bir geri adım, adını koyalım, sistem değiştirme mücadelesi var şu anda. Ve maalesef demokrasi, katılım ve çoğulculuğun gerekleri yerine getirilerek yapılmıyor. Bir şeylerin değişeceğine olan inancımızı düşününce ilk tepkim hayal kırıklığı oluyor. Fakat biraz daha sakinleşince şunu da görüyorum. Aslında özgürlük ve bir arada yaşam için yaptığımız çalışmalar bugün yaşanan kutuplaşma sonrasında daha sağlam bir geleceği kurmanın da adımı olabilir. Bunun için demokrasi, barış, özgürlük ile ilgili kullandığımız kavramları içselleştirmek, gündelik hayatta bunlara sahip çıkmak önemli. Bir sorun karşısında kimlik siyaseti ile kutuplaşmayı körüklemek yerine zihniyet değişimine yol açacak tartışmalar ve ortamları yaratmak önemli. Tabi bunu söylerken bile farkındayım ki, bu ancak özgür bir ortamda, kamusal alanda yapılabilir. Şu anda o alan yok. Bir nebze olsun özgür tartışma alanı sağlanana kadar merkezileşerek içe kapanmak yerine, dayanışarak var olmaya devam etmemiz gerekiyor.  Kimlerin, daha doğrusu hangi zihniyet ve yaklaşımların yan yana durabildiğini görüp anlayabilmek kıymetli kanımca. Yan yana duramama nedenlerimizi sağlıklı bir şekilde tespit etmek, üzerine düşünmek, gerektiğinde hatalarımızı kabul edip yüzleşmek, çözüm için adım atmak gerekiyor. Yüzyıldır yapamadığımız yüzleşmeyi hiç bırakmamak gerekiyor.  Bundan sonrasını nasıl kurabileceğimizin çıkış yolu bu. Kısaca, o yüzden bir yanıyla çok depresifim. Ama bir yandan da ara ara gördüğüm umut alanları var. Her şey bu dönemi nasıl atlatacağımıza da bağlı. Şu da bir gerçek bugün tahrip olan bütün kurum ve adalet mekanizmalarını ve toplumsal kutuplaşmayı düşündüğümde çok ciddi bir zamana ihtiyaç olduğu da açık.

-Türkiye’de akademinin özellikle de eleştirel duruşun alanı giderek azalıyor. Berlin’deki akademinin durumu özellikle de dışardan gelen bir akademisyen için eleştirellik ve toplumsal üretim açısından ne durumda?

Almanya’da, Avrupa’da akademik alanda sözümüzü söylüyoruz. Zaman zaman özellikle Avrupa-batı merkezli bakışı zorladığımız da oluyor. Bu anlamda özgürüz. Ancak, Alman akademisi kendi içerisine kapalı ve ne kadar eleştirel kürsüler olsa da hiyerarşik ilişkiler hakim.  Ayrıca, akademisyenler buldukları fon ile kendilerine pozisyon yaratarak var oluyor. Hal bu olunca Almanya’da doktorasını tamamlamış birçok kişi akademiyi kariyer olarak düşünemiyor. Ve bu var olamama hali akademik bilgiye bağlı olamadan  neoliberal sistemde proje yazma gücüne bağlı. Bu ortamda akademide bilgi üretimi veya tartışma ortamı özgür olsa bile fon veren kuruluşların ilgileri hangi bilgiye odaklanılacağını şekillendiriyor ister istemez. Bu hal dünyada akademinin ahvalinden de bağımsız değil. Ancak, gene de verimli, özgür tartışma ve karşılaşma ortamını küçümsememek lazım.

 -Almanya’da yaşayan Barış İçin Akademisyenlerin sayısı artıyor. Grup olarak ne gibi çalışmalar yürütüyorsunuz dayanışma ve ilerisi için?

Barış için Akademisyenler Almanya grubunun bizim geldiğimiz zaman başladığını söylemek haksızlık olur. Çünkü burada zaten Türkiye ile ailesi veya diğer bağlantılar üzerinden ilgisi olan, olmayan Türkiyeli ve Alman akademisyenlerin de olduğu bir grup bizlerin gelmesi için dayanışma çalışmaları yürüttüler. Alman hükümetinin bu konudaki politikası da kaynak yaratmak yönündeydi. Onlar da bu kaynakları değerlendirerek dayanışmayı örmek için ciddi bir çaba gösterdiler.  Tabi gelenlerin sayısı arttıkça hem grup büyüdü hem de Türkiye’deki aktif siyasi hava da buraya taşındı. Ancak, unutmamak gerekir ki Barış için Akademisyenler bir metni imzaladıktan sonra, hatta hedef gösterildikten sonra dayanışma temelli birlikte çalışan bireylerden oluşuyor. O yüzden herkesin uzlaşabileceği iki konuda; sürekli KHK’larla temel yurttaşlık hakları ellerinden alınan meslektaşlarımızla dayanışmak ve barış sözümüzü yaymak için çalışmalar yürütüyoruz. Türkiye’de yaşananları yakından takip ederken neler yapabiliriz, dayanışma ve barış sözünü nasıl yükseltebiliriz. Tüm çaba bu ikisi üzerinde şekilleniyor.

-Humbolt Üniversitesi’nde araştırmacı öğretim üyesisin ve aynı zamanda mültecilerin ağırlıkta olduğu GetMA yüksek lisans programında Modern Türkiye dersi veriyorsun. Biraz bahseder misin hem öğrencilerinden hem de oradaki mültecilik hallerinden, ev sahibi toplumla ilişkilerden?

Mülteci öğrencilerimin olması hayatımın ilginç bir dönemine geldiği için hem derslerdeki tartışmalarımız hem de sonrasındaki sohbetlerimiz oldukça ilişkisel bir şekilde ilerliyor. Dersimizin konusu olan Türkiye ile ilgili yaptığımız her tartışma bir şekilde Ortadoğu, Avrupa siyaseti ve Almanya’da bizlerin farklı konumlarına ister istemez geliyor. Okul dışında mülteci hareketi ile ilgili çalışmalarda da bir araya gelebiliyoruz. Birbirimizin ülkelerindeki farklı baskı düzeylerinden kaynaklanan yaslarımız Almanya’daki var olma halimiz ilişkimizi şekillendiriyor ve bugünle ilgili çok şey söylüyor.

-Mülteci konusuna değinmişken Batılı devletlerin bu konuda iyi sınav vermediğini biliyoruz, sivil alanda durumlar nasıl?

Bir yandan Avrupa’da milliyetçiliğin yükseldiğini biliyoruz. Devletler nezdinde de Avrupa Birliği’nin mültecilere sınır kapayan resmi politikası ortada. Bu politikanın 18 Mart’ta yıldönümüne yaklaşıyoruz. Tüm bunlara rağmen özellikle Türkiye’den farklı olarak gündelik hayatta mültecilerle dayanışan ve meselenin farkında olan önemli bir sivil toplum var. Bu da gündelik hayatı farklılaştırıyor. Ayrımcılık olmadığını söylemiyorum ancak, bununla mücadele için mültecilerin ulaşabilecekleri daha fazla kurum var. Üstelik bunların bir kesimi tabandan yani toplumun içinde örgütlenmiş gruplar. Bu hali oldukça kıymetli buluyorum, ve bizdeki acımasız ayrımcılığı düşününce utanıyorum. Ve Türkiye’de tabandan örgütlenen ve memleketteki bir çok siyasi ve harekete rağmen mültecilerle dayanışmaya devam etmek için çalışan Mülteci Dayanışma Ağı gibi yapılara olan saygım da artıyor.

“Makbul mülteci” Bakışının Örttüğü…

-Fransa’da yayınlanacak makalende batının ‘makbul bir mülteci’ yaratarak kendini de kurtarıcı rolüne soyunduğunu dile getiriyorsun. Bu bakış nasıl şekilleniyor?

Fransa’da Mouvements dergisinde Nisan ayında yayınlanacak makale uzun zamandır sürdürülen “Avrupalı olmayan düşünebilir mi?” veya “mağdurun sesi duyulur mu?” tartışmasıyla konuşuyor bir anlamda. Almanya’ya gelmeden önce de takip ettiğim ve üzerine düşündüğüm bir konuydu bu. Ancak, buraya gelince kendimi tartışmanın vücut bulmuş örneği gibi hissettim. Gerçi tartışmamı veya hissimi sadece Almanya ile kısıtlayamam. Batı merkezli bakışın ötekini kurma ilişkisi bu. Ve bir Avrupalı kadar Türkiyeli’nin de sahip olabileceği bir yaklaşım. Türkiye’de akademisyenlerin barış bildirisi sonrasında yaşadıkları şiddet, ötekileştirme ve bizim buraya gelmemiz batı merkezli bakışın ilgisini çok çekti. İki nedeni var. İlk olarak vermek istedikleri mesajı bizim üzerimizden verebileceklerini gördüler. Basına verdiğim görüşlerin bütününü değerlendirdiğimde çoğunun ciddi bir kurguya uğradığını fark ediyorum. Fikrimin, yarısı ama, ana yarısı yok! Bu da ikinci nedenle çok bağlantılı. Bizim sözlerimizin yarısı üzerinden batı bakışı bizi mağdur olarak konumlandırırken, kendisini kurtarıcı olarak aklıyor. Fail, mağdur, kurtarıcı üçgeninde tüm yük faile yani, Türkiye’deki yönetime biniyor. Türkiye’deki şu andaki yönetimi de ‘baskıcı bir diktatörlük’ ilan ederek kendilerini rahatlatabiliyorlar. Böylece mağduru -bizler oluyoruz- kurtaran kahramanlar -batı bakış açılı kurumlar- oluyor. Türkiye’de bugün ciddi baskı, hukuk ve hak ihlallerinin olduğu bir gerçek ancak, bu batı bakışının neyi örttüğüne bakmak lazım. Bu yaklaşım, mültecilerin sesini yok sayarken kendisinin seçtiği yazar, çizer, akademisyeni öne çıkartarak ideal potansiyel mülteci profili çiziyor. Makbul öteki, yeni gelenin toplum nezdinde normalleştirilmesi gereken sınırları çiziliyor. Mülteci değiliz, ancak batı bakışının bu yaklaşımı kendi mesajını taşıyor. Bu yaklaşım neyi örtüyor? Türkiye’de olan güç çatışmasını tam olarak yansıtmıyor. İktidar güçlerini tek başına bir kişi olarak gösteriyor. Oysa yönetim her zaman olduğu gibi kendine yeni güç ortakları bulmuş durumda. Bunların hiçbirini konuşmuyoruz. Ve bu nedenle siyasi dinamiğin analizi derinleşmiyor. Bu yaklaşım ayrıca Kürt meselesini görmüyor. Sanki bir anda yönetim otoriter olmaya kadar verdi ve akademisyenleri mağdur etti gibi bir basitlikle gösteriyor durumu. Bu bakışın üzerine örttüğü oldukça önemli bir konu daha var: Ortadoğu’da yaşananlarda batının rolünü, sorumluluğunu görünmez kılıyor. Meşhur mülteci anlaşmasından silah transferlerine kadar oradaki savaşın devam etmesi, insanların ölmesine zemin hazırlayan ortamın aktörleri eksik anılıyor. Gerçekler konuşulamamış oluyor.

-Çok önemli bir saptama bu ve aynı zamanda oluşturmak istenen ‘senaryoda kurban rolüne’ girmemek de… Bu aynı zamanda tıkanıp kalınan yerden bir çıkış yolu sunabilir mi hem oradakiler için hem de buradakiler için  ne dersin?

Önemsediğim bir noktayı tekrarlayarak cevaplamaya başlayayım. Eleştirdiğim batı merkezli ana akım bakışı hem diğer Avrupa ülkelerinde hem de Almanya’da eleştiren bir çok kurum, akademik çevre ve medya var. Türkiye’de de olduğu gibi. Modern bakış bizi ister istemez daha çok kategorilerle düşünmeye sevk ediyor. Zıtlıklar içinde çarpışan kimlik kategorileriyle. Ve sürekli kategoriler içinde birilerini ötekileştiriyoruz. Aradaki sesleri duyulmaz kılıyoruz. Bize bakış homojen bir mağdur homojen bir kurtarıcı homojen bir kötü. Öyle değil tabi. O yüzden aradaki kırılma ihtimallerini yani bir meseleye  bakarken ki o çoklu güç ilişkilerini görebilmek çok önemli. İkincisi yüzleşmeye her dönemden daha fazla bugün ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Sadece tarihle değil kendi kendimizle de yüzleşmek. Eğer biz yüzyıllık tarihimizle yüzleşme adımlarını daha toplumsal bir şekilde  zamanında atabilmiş olsaydık bugün herhalde daha farklı olurdu. Aslında yarının formülü dün çalıştıklarımızda yatıyor. Yüzleşme, çoğulcu bir toplumu yeniden kurma, duyulmayana alan açma, ses verme, yani biz yeniden demokratikleşmeyi çıkarırken de kendi iç iktidarlarımızı da gerektiğinde denetleyebileceğimiz bir mekanizma kurmalı. Bundan kaçmak da kolay değil. Onun heyecanıyla. O hiyerarşileri denetleyebilecek bir mekanizmayla bugünden kurtulabiliriz. Bugün bir yandan mevcut duruma eleştirilerimizi yükseltirken geleceği düşünmemizin de gerektiğine inanıyorum. Şu anda verilen tahribatın çok kısa bir zamanda giderilemeyeceği aşikar. Ama çaba göstermekten başka da yapacak bir şey yok.

Kapak fotoğrafı: Tagesspiegel

Emine Uçak

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
116 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör