‘En Büyük Zorluk, Genel Atmosferdeki Düşmanlık Söyleminin Etkisi’

Göç Araştırmaları Derneği'nden Didem Danış ile mülteci derneklerinin yaşadıkları ayrımcılık üzerine konuştuk.

Mülteci dernekleri 6 Şubat depremleri sürecinde neler yaşadı. Onların deprem deneyimiyle ilgili değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

Öncelikle belirtmek gerekirse, biz İstanbul’da yerleşik bir derneğiz, ancak depremden hemen sonra sahada mültecilerle çalışan sivil toplum örgütleriyle iletişime geçtik. Elbette, depremin yıkıcı etkileri onları da derinden etkiledi. Zarar gören veya depremden etkilenen birçok STK, özellikle büyük sivil toplum örgütlerinde, yani hemen her ilde çalışan örgütlerde can kayıpları yaşandı. Özellikle Hatay ve ilçelerinde bu durum çok yoğun şekilde gözlemlendi. Depremin can ve mal kaybının yanı sıra, sahada aktif olarak çalışan mülteci alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri de etkilendi. Ancak, bir diğer etkisi ise ilk şok atlatıldıktan sonra özellikle sosyal medyada mültecilere karşı artan nefret söylemiyle yaşandı. Sahada bir süre sonra toparlanıp çalışma yürütmek isteyen mültecilere yönelik çalışma yapmak isteyen sivil toplum örgütleri, bu yabancı düşmanı söylemle ve mülteci karşıtı söylemle ciddi anlamda sınırlanmış oldular. Bu şekilde genel bir ikili tablodan bahsedebiliriz.

Örneğin, bazı STK’lar deprem sırasında yaptıkları yardımlarda normalde üzerinde isimlerinin bulunduğu ve “sığınmacı” yazan yeleklerini giymemeye başladılar.

Mülteci dernekleri toplum içindeki algı ve ayrımcılıkla mücadelede hangi stratejileri kullanıyor ve bu stratejilerin etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Dernek olarak sizin bu konudaki stratejiniz nasıl?

Deprem özelinde değerlendirdiğimizde, 2023 yılında özellikle deprem ve sonrasında sosyal medyada yükselen mülteci karşıtlığı, nefret söylemi ve düşmanlaştırıcı suçlamalarla dolu bir döneme girdik. Bu durum, mülteci alanında çalışan STK’ları da genellikle daha düşük profilde çalışmaya yönlendirdi. Özellikle büyük örgütler, hem çalışan sayısı hem de maddi güçleri bakımından daha güçlü olduğundan, isim değişikliğine gittiler veya logolarının görünmemesi için ek çabalar sarf ettiler. Örneğin, bazı STK’lar deprem sırasında yaptıkları yardımlarda normalde üzerinde isimlerinin bulunduğu ve “sığınmacı” yazan yeleklerini giymemeye başladılar. Bu nedenle, güçlü karşı söylem, sivil toplum alanında çalışanların kendilerini daha az fark ettiren bir pozisyona çekilmelerine yol açtı. Özellikle uluslararası kuruluşlara baktığımızda, Birleşmiş Milletler ve bağlantılı kurumların mültecilere ve özellikle de bu dönemde ekstra ayrımcılığa maruz kalan mültecilere yönelik etkili bir çalışma yürütmediklerini ve görevlerini neredeyse tamamen unuttuklarını gözlemledik.

Mülteci hakları savunuculuğu yaparken kişi ve kurum olarak nasıl zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Göç Araştırmaları Derneği olarak, alanımız genellikle bilgi üretme ve bu bilgiyi politika oluşturma süreçlerine ve araştırmaya dayalı çalışmalara katkıda bulunma üzerine odaklı. Bu sebeple, insani yardım alanında aktif olan diğer sivil toplum örgütlerinden farklı olarak, daha çok hak savunuculuğuna olanak tanıyacak bilgi üretimi, bilgiyi yayma ve söz üretme çabalarına odaklanıyoruz. Bu nedenle, depremden doğrudan etkilenmemiş olabiliriz ancak depremin neden olduğu yabancı düşmanlığı söylemi de bizim üzerimizde etkili oldu, elbette sınırlı da olsa. Dolayısıyla, sorunumuz şudur: Mülteci haklarını savunurken kişi ve kurum olarak hangi zorluklarla karşılaşıyoruz? En büyük zorluk, genel atmosferdeki düşmanlık söyleminin etkisidir. Bu söylem, bize yönelik, “seviyorsan al da evine besle” gibi korkunç ifadelerle kendini gösterebiliyor. 

Mülteci derneklerinin çalışmalarına karşı medyanın nasıl bir bakışı olduğunu düşünüyorsunuz?

Medya, genel olarak siyasi kutuplaşmanın ötesinde son birkaç yılda göçmen karşıtı bir hava benimsemiş durumda. Özellikle muhalif medyada, yani hükümete karşı olan medyada, çok güçlü bir göçmen karşıtlığı görülmekte. Bu durum, işimizi daha da zorlaştıran bir atmosfer oluşturuyor. Hükümete daha yakın olan medya, hükümetin açık kapı politikası izlemesi ve göreceli olarak kucaklayıcı bir yaklaşım sergilemesi nedeniyle mülteci karşıtı dalgaya kapılmıyor, daha temkinli davranıyor. Ancak, son birkaç yılda toplumda ve seçmenlerde yükselen tepkinin farkında olmalarına rağmen bu konuyu görmezden gelme eğilimi gözlemleniyor. Bu nedenle, hak odaklı sivil toplum faaliyeti yürütmeye çalışanlar için iki türlü görmezden gelme ve yok sayılma tavrı mevcut. Ancak, muhalif kanatta bu durum daha zorlayıcı olabiliyor çünkü orada bir anlamda düşmanlaştırıcı bir tavır sergileniyor.

Mülteci derneklerinin yaşadığı ayrımcılık, sürdürülebilirliği de etkiliyor. Sürdürülebilirlik ve uzun vadeli etki sağlamak için hangi stratejileri önemsiyorsunuz?

Bizim odaklandığımız en önemli nokta, Türkiye’deki güncel gelişmeler çerçevesinde konulara müdahil olmak. Örneğin, geçtiğimiz günlerde yerel seçimler bağlamında kentlerdeki göçmen ve sığınmacıların durumu tekrar gündeme geldi. Kasım ve Aralık aylarında hızlı bir çalışma yürüterek bu konuda bir rapor hazırladık. Benzer şekilde, deprem döneminde deprem bölgesindeki mültecilerle ilgili çalışmalar yaptık. Bu çalışmaların amacı, onların yaşadığı zorlukları ve başa çıkma stratejilerini araştırmaktı. Stratejimiz, gündeme paralel olarak araştırmalar yaparak söylemimizi güçlendirmek ve esnek bir şekilde hareket etmektir. Derneğimiz küçük olmasına rağmen, üyelerimizin çoğunun akademisyen olması ve farklı üniversitelerde çalışıyor olmaları sayesinde araştırmaya dayalı çalışmaları küçük bütçelerle gerçekleştirebiliyoruz. Bu da, diğer derneklerle kıyaslandığında daha hızlı hareket etmemizi sağlıyor. Küçük bütçelerle çalışmanın getirdiği esneklik ve hızı stratejimizde değerlendiriyoruz.

Mülteci derneklerinin ayrımcılıkla mücadelede daha etkin olabilmesi için, toplumun genelinde ve devlet politikalarında ne gibi değişikliklere ve tutuma ihtiyaç var?

En büyük sorunlardan biri, toplumun genelinde sığınmacılara karşı bir hava olması. Yapılan araştırmalar zaten bunu gösteriyor. Türkiye’de, siyaseten kutuplaşmış bir yapıda bile herkesin hemfikir olduğu nadir konulardan biri göçmenlerdir. Dolayısıyla, toplumda kendimize müttefik olarak görebileceğimiz kesimlerin çok sınırlı olması önemli bir zorluk. Avrupa eleştirilir, devlet politikaları göçmen karşıtıdır ve çeşitli hak ihlalleri yapılır, ancak Avrupa’da göçmen haklarını savunan güçlü sivil toplum örgütleri ve halk inisiyatifleri bulunmaktadır. Bizde ise birkaç STK dışında toplumda göçmenlerle duygudaşlık veya dayanışma gösteren yapılar çok azdır. Dolayısıyla, mülteci alanında çalışan sivil toplum örgütleri genellikle tek başlarına hareket etmekte. Bu durumda, sivil alanda hak arayabileceğimiz çok fazla aktör bulunmamakta. Baroların mülteci komisyonları bu alanda önemli bir rol oynamaktadır ve diğer sivil toplum örgütlerini güçlendirmek için çaba göstermektedirler. Ancak, güçlü bir hak savunuculuğu hareketinin varlığından bahsetmek zor. Birkaç yerel girişim hariç, etkinlik açısından sınırlı. Örneğin, Gaziantep’teki Kırkayak gibi yerel girişimlerden bahsedebiliriz. Ancak, genel olarak, bu girişimlerin etkinlikleri sınırlı.

Kapak görseli: Anastasiia Kucherenko/Shutterstock