“Sivil Toplum Çalışanlarının Gönüllü Fedakarlıkları ile Hakları Arasında Gerilim Var”

26 Mayıs 2021
“Türkiye’de Sivil Toplum Çalışanı Olmak” dosyasına 1993 yılından bu yana insan hakları ve ekoloji alanında pek çok sivil toplum örgütü ile sosyal hareket içinde yer alan İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Alper Akyüz ile devam ediyoruz. Sivil toplum çalışanlarının kendilerini “işçi” olarak görmeme ve haklarını kullanmama eğilimine dikkat çeken Akyüz, bunun emekçilerin gönüllü fedakârlıkları ile sahip oldukları haklar arasında sürekli bir gerilime neden olduğunu söylüyor.

Bir akademisyen olarak, kendinizi sivil toplumda nasıl konumlandırıyorsunuz? Sizin için “sivil toplum” ve “sivil toplum çalışanı -sivil toplum gönüllüsü” kavramları ne ifade ediyor?

Farklı kimliklerin kolaylıkla birbirinden ayrılamayacağını düşünsem de kendimi öncelikle sivil toplumun içinde bir aktivist olarak tanımlıyorum; ancak akademi içindeki konumum da bundan ayrı değerlendirilemez. 1993 yılından bu yana insan hakları ve ekoloji alanındaki sosyal hareketlerin, kampanyaların, sivil toplum gönüllülerinin, çalışanlarının ve STK’ların her zaman bir parçası oldum.

“Sivil Toplumda Ücretli Çalışma 1990’lardan İtibaren Arttı ve Yaygınlaştı”

Sosyal bilimler alanına geçişim de 2003 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi’nin kurucu kadrosunda yer almamla birlikte, aynı üniversitede Organizasyon/Yönetim alanında doktoraya başlamama denk gelir. Bir yandan STK’lara yönelik oldukça yoğun kapasite geliştirme eğitimleri yürütür ve yayınlar oluştururken, diğer yandan doktora tez çalışmamı sivil toplum kuruluşlarının ücretli çalışanlarının işleriyle ilgili anlamlandırma ve işverenleri olan STK yönetimleriyle ilişkilerinde kurdukları emek süreçleri ve örgütlenme pratikleri üzerine yaptım.

Günümüzde iktidarların ve muktedirlerin hakikati kendi çıkarlarına eğip büktüğü ve göz göre göre yalan bilgiyi yaydığı bir ortamda, halen bir bilgi aktivisti olarak yer almaya çalışıyorum.

“Sivil toplum” kavramı günümüzde 1990’lar ve 2000’lerdeki anlamından oldukça farklı olarak anlaşılıyor ve algılanıyor. O dönemlerde kendiliğinden olumlu ve iyi bir kavram olarak algılanıp farklı aktörlerce çekiştirilirken, bugün daraltılma yolunda önemli bir baskı altında. Daraltılan alan “sivil toplum” olarak adlandırılsa da aslında, özgürlüklerimiz ve haklarımız ile sivil toplum arasına sokulmaya çalışılan mesafeye sivil toplum aktörleri etkili bir itiraz geliştirebilir.

Sivil toplum da sonuçta insanlardan oluşuyor; insanların devletin ve iktidarların müdahalesinden arınmış bir ortamda şiddetsizlik kaydıyla istedikleri şekilde örgütlenebilmeleri ve kendilerini ifade edebilmelerini öngörüyor. Temeli maddi karşılık beklemeden bu alanda etkinlik göstermeye, yani özgür iradeyle gönüllülüğe dayalı olsa da toplumsal sorun ve konuların karmaşıklığı ve sivil toplum içindeki örgütlenmelerden beklenen etki kapasitesi sonuçta ücretli uzman ve profesyonellerin de bulunmasını gerektirebiliyor. Bu yeni olmasa da özellikle 1990’lardan itibaren artan ve yaygınlaşan bir durum. Ancak ücretli çalışanlarda gönüllülük boyutunun olmadığını da iddia edemeyiz. Çoğunlukla ücretli çalışanlar da gönüllülükten geçiş yaparlar, kendileri için anlamlı bir iş yapma arayışında bu alanı bilinçli olarak seçerler; hatta ücret ve çalışma saatleri ve koşullarında bir fedakârlık içine girerler. İşte bu gönüllü fedakarlıklar ile çalışan olarak hakları arasında süregelen bir gerilim var.

“Kendilerini İşçi Olarak Algılamıyor, Haklarını Talep Etmiyorlar”

Türkiye’de sivil toplum çalışanlarının ne tür hakları var? STK çalışanlarının hakları ile diğer sektör çalışanlarının hakları arasında bir fark var mı?

Hukuken bir fark yok, ücretli çalışan herkes İş Kanunu’na tabi ve işçi statüsünde. Ücret rejiminden izinlere, çalışma saatlerinden iş sağlığı ve güvenliğine ve sendikal haklara kadar bütün haklar kendileri için de geçerli. Belki serbest çalışanlar ve sosyal girişimcilerin kendileri biraz ayrışabilir, ancak onlar da kişileri istihdam ettiğinde kendileri işveren, çalışanları işçi haline geliyor.

Uluslararası boyutta da ekonomik ve sosyal haklarla ilgili sözleşmeler, Avrupa Sosyal Şartı ve Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmeleri gibi bağlayıcı metinlerin kapsamında oldukları söylenebilir. Sivil toplum kuruluşlarının Eğitim ve Büro Çalışanları işkolunda yer aldığı değerlendiriliyor ve bu alanda örgütlenmiş DİSK bünyesindeki Sosyal-İş, Türk-İş bünyesindeki TezKoop-İş veya Koop-İş gibi sendikalara üye olabiliyor; bunun örnekleri de var. Burada fark hukuktan değil, çalışanların kendileriyle ilgili algısından kaynaklanıyor.

Bir yandan örgütlenme becerilerini, hak anlayış ve algılarını düşündüğünüzde, sivil toplum içinde çalışan haklarına da özen gösterildiğini düşünebilirsiniz ya da özen gösterilmesini bekleyebilirsiniz. Ancak pratikte çalışanlar bu haklarını kullanmama, örneğin mesai saatleri dışında ek ücretsiz çalışma, izin kullanmama, düşük ücretlere ve zamlara tabi olma yönünde bir rızayı kendi kendilerine veya yöneticilerinin isteği doğrultusunda geliştirebiliyor. Bunu sivil toplumda çalışıyor olmakla, kuruluşun finansal kaynaklarının sınırlılığıyla, anlamlı bir iş yapıyor olmakla, iş saatlerinin işin doğası gereği belirsiz olmasıyla, haklarını talep etmesi durumunda kuruluşa veya hedef grubun ihtiyaçlarına ihanet etmiş gibi hissetmekle vs. gerekçelendirebiliyorlar.

Bir yandan da kendisini işçi olarak görmediği için, sendikaya üye olmak ve toplu sözleşme yapmak gibi haklarının farkında bile olmayabiliyor. Bu, sivil toplum ve haklar alanında ciddiyetle ele alınması gereken bir içsel çelişkiye işaret ediyor.

“Çalışanların Haklarını Kullanması Teşvik Edilmeli”

Sivil toplumda Mavi Kalem Derneği, Filmmor Kadın Kooperatifi gibi örnekleri nasıl değerlendirirsiniz? Bu örnekler dışında, sizin bilgi sahibi olduğunuz hak ihlalleri yaşanan STK’lar var mı?

Öncelikle her iki örneği de ancak medya ve sosyal medyaya yansıdığı kadarıyla biliyorum. Her iki örnekte de taraflar, ama özellikle de yönetici konumunda olanlar, yaşananlarla ilgili yeterince açık bir bilgi paylaşımında bulunmadılar. Yeterince açık olmayan iddialara karşı yine yeterince açık olmayan yanıtları gördük. Mavi Kalem Derneği örneğinde, iddiaların çekirdeğinde çalışanların sendikal örgütlenmede toplu iş sözleşmesi yetkisi kazanmalarına rağmen, Derneğin çalışanları işten çıkardığı ve yetkiye yargı yoluyla itiraz ettiği iddiası dile getirildi. Dernek tarafından yapılan açıklama sert olsa da bu iddia reddedilmedi. Eğer doğru ise haklar temelli çalıştığını iddia eden bir kuruluş, çalışanlarının, sivil toplumun da temelini oluşturan, örgütlenme haklarını kullanmasına karşı çıkıyor;  kısıtlayıcılığı ve yetersizliği uluslararası kuruluşlarca da sıkça dile getirilen bir mevzuata dayanarak  yargı yoluna gidiyor.

Bu “sendikal yetki itirazı davalarına” özel sektörde sıkça rastlarız ve işveren tarafı, sırf süreci uzatmak için gerçekdışı iddialarda bulunur, bilirkişi atanır, rapor hazırlanır, taraflar temyize başvurur vs. derken yıllara uzanan bir süreç yaşanır. Bu arada da istenmeyen kişiler, işten çıkarılarak sendikal örgütlenme çökertilmeye çalışılır.

Hak temelli örgütlerden, hakları bizzat ihlal eden vahşi kapitalist ve patriyarkal patronlarla aynı konuma düşmemeleri beklenir.

Haklar temelli çalışan örgütlerden haklar anlayışıyla tutarlı olmak adına beklenen, Türkiye’deki mevzuatın kısıtlayıcı çerçevesinin ötesine geçerek, çalışan haklarının kullanılmasını teşvik etmeleri ve hatta ek mekanizmaları oluşturmalarıdır. Bu örgütlerden, yasallık gerekçesinin arkasına sığınıp bu hakları bizzat ihlal eden vahşi kapitalist ve patriyarkal patronlarla aynı konuma düşmeleri beklenmez.

Filmmor ile ilgili iddialar ise çalışma ortamında mobbinge varan baskılar olduğu ve çalışan için güvenli olma özelliğinin de ortadan kalktığı yönünde. Filmmor yetkilileri tarafından verilen yanıt da iddialara açık bir yanıt vermiyordu ve kim olduğunu veya nedenlerini anlayamadığımız kişi ve aktörler tarafından gelen nefret dolu saldırılara dikkat çekiyordu. Filmmor özelinde aynı nitelikteki iddialar başka çalışan ve gönüllüler tarafından birkaç yıl önce de ortaya atılmıştı, dolayısıyla kişileri bir yana bırakırsak, örgütsel yapıda sistematik hale gelen, zamanında giderilmemiş ve sonunda örgütü sona erdiren bir sorun olduğu söylenebilir.

Çatışma yaşanan veya anlaşmazlık sonucu iş ilişkisinin sonlandırıldığı her durumun da hak ihlali olarak değerlendirilemeyeceğini belirtmem gerekir.

Farklı STK’larda da çeşitli ihlaller yaşandığını bire bir görüşmelerimde öğrendiğim çok oldu. Kamuoyuna yansımadığı için isim vermem doğru olmaz, ancak ihlallerin fazla mesailerin izin yoluyla bile telafi edilmemesinden, gerekçesiz işten çıkarmalara ve sendika yetkisinin alınmaması için işkolu değiştirilmesine kadar oldukça geniş bir spektrumda olduğunu söyleyebilirim. Son olarak yanlış anlaşılmamak adına, çatışma yaşanan veya anlaşmazlık sonucu iş ilişkisinin sonlandırıldığı her durumun da hak ihlali olarak değerlendirilemeyeceğini belirtmem gerekir.

Sivil toplum çalışanlarının işlerine adanmışlığının özel sektöre göre daha yüksek olduğunu, bu adanmışlık ve aidiyet hissinin sonradan üretilmiş değil, kendiliğinden oluşmuş olduğunu gördüm.

Sivil toplumun daha da daraldığı bir dönemde çalışan ve gönüllü haklarının sorunlarını konuşmak bir “lüks” mü?

Belki de konuşmaya, hiçbir hakkın lüks, diğerlerinden ayrıştırılıp daha alt bir konuma yerleştirilebilir veya vazgeçilebilir olmadığını kabul ederek başlayabiliriz. Sivil toplum daralıyorsa buna karşı mücadeleye nereden başlanır?  Daralmayı gerekçe haline getirip, örgüt içindeki sivil toplumu daraltarak mı başlanır?  Yoksa tam aksine, her alanda hakların yaşama geçirilerek örgüt içi örnekler ve itibarı yüksek, baskılara ve krizlere dayanıklı bir sivil toplum oluşturarak mı?

Doktora çalışmamda ve daha sonra izlediğim çeşitli örneklerde sivil toplum çalışanlarının işlerine adanmışlığının özel sektöre göre daha yüksek olduğunu, bu adanmışlık ve aidiyet hissinin sonradan üretilmiş değil, kendiliğinden oluşmuş olduğunu ve bu nedenlerle çalışanı oldukları kuruluşa zor zamanlarında sahip çıkmak için yapılması gerekenleri bizzat kendilerinin önerdiğini gözleyebildim.

“Hak İhlallerinin Önüne Geçmek İçin Örgüt İçi Güvenli Alanlar Yaratılmalı”

Fillmor örneğindeki gibi, hak ihlalleri yaşandığında, önce kurum içinde bir uzlaşı aranması, bu uzlaşının sonuçsuz kalması üzerine yargı sürecine gitmek yerine, sosyal medyada ifşa yolunun seçilmesini nasıl yorumlarsınız?

Öncelikle bunlar birbirini dışlayan yöntemler olmadığı gibi eldeki yöntemler bunlarla sınırlı değil. Yargı sürecinin de ifşa yönteminin de sorunlu ve yetersiz yanları var. Yargıya gittiğinizde eldeki sorunlu ve sınırlı mevzuat ile kendinizi sınırlamış oluyorsunuz; süreç oldukça uzun sürüyor. Sosyal medyada ifşanın amacı, bir tür intikam almak ve ifşa edilenin itibarını geri dönülemez şekilde yerle bir etmek ise bunu sivillik çerçevesinde konuşamayız.

Eğer amaç bir kazanım elde etmek ve durumu kendiniz ve/veya aynı konumda olan başkaları için iyileştirmek ise verdiğiniz bilgilerde açık olmanız ve taleplerinizi net bir şekilde dile getirerek karşı tarafa veya mesajı almasını istediklerinize hareket imkânı vermeniz gerekir. Ancak asıl olan bu noktaya gelinmemesini sağlamak ve bunun için örgüt içi güvenli alanlar ve diyalog, arabuluculuk ve güven oluşturma çabaları ve mekanizmaları kurmak.

Sivil toplum çalışanları ve gönüllülerine ilişkin bir düzenleme ya da uygulamaya ihtiyaç var mı?

Çalışan haklarıyla ilgili olarak, sivil toplumun hukuk sisteminde bir farklılığı olmadığı için, öncelikle iyi örnekleri kendi bünyesinde yaşama geçirmek, bu örnekleri olumlu sonuçlarıyla birlikte kamuoyuna duyurmak, sendikalarla birlikte çalışmak gibi yollarla bütün çalışanlar için kazanım elde edilebilir.

Gönüllülükle ilgili ise bir mevzuat yok ve gönüllü çalışmanın tanınması ve gönüllülerin haklarının gönüllü statüsü saklı kalacak şekilde korunması için mevzuat oluşturulması yönünde bir tartışma sürüyor. Burada önemli olan yasayla düzenlenmenin sınırlarına dikkat etmek; gönüllünün olası istismara veya sorunlara karşı korunması güvenceye alınmalı, ancak aşırı bir düzenleme devletin müdahalesi için yeni yollar oluşturacak ve sivil toplumun daha da daraltılması için yeni bir imkân sunabilecektir.

Mevzuatta ve Fon Veren Kurumların Koşullarında Değişikliğe İhtiyaç Var!

Universus tarafından oluşturulan Sivil Alan Dayanışma Ağı gibi yapıların oluşması ve yaygınlaşması, STK’larda çalışan ve gönüllülerin dayanışma pratiklerinin artmasını ve yeni ihlallerin önüne geçilmesi mümkün olabilir mi?

Çalışan haklarıyla ilgili işyeri düzeyinde yasal olarak yetki kazanabilen tek örgütlenme biçimi sendikalaşma olduğu için, bunun atlanmaması gerekir. Sendikaların kendisine getirilen haklı eleştiriler ikincildir ancak içinde yer alarak, uzun soluklu bir mücadele yoluyla dönüştürülebilir. Sendikaların ötesine geçen informal bir dayanışma ve iletişim ağı da iktidar ilişkilerinden ve hiyerarşilerden bağımsız bir platform olarak, üyelerine destek ve dirençlilik sağladığı ve kolektif bilgi üretebildiği sürece, yararlı olacaktır.

Sorunlardan bazıları, projelere fon veren kuruluşların prosedürleri ve koşullarından kaynaklanıyor

Konuyu tartışırken STK’ları, yöneticileri, çalışanları ve gönüllüleri ile aradaki çalışma ve iş yapma ilişkilerinin bir vakum içinde olduğu gibi bir yanılgıya düşmemek gerek. Sorunlardan bazıları, projelere fon veren kuruluşların prosedürleri ve koşullarından kaynaklanıyor. Örneğin proje çalışanları için bütçeye koyabildiğiniz miktar içinde kıdem tazminatı ya da yan haklar çoğunlukla bulunmuyor; dolayısıyla proje ve fon kaynağı bittiğinde STK çalışanın hak ettiği kıdem tazminatını ödeyemez duruma gelebiliyor.

Kâr amacı gütmeyen kuruluşların yeterli serbest kaynağı olmadığı sürece, bu miktarı şeffaf bir şekilde belgeleyerek bir araya getirmesi çok zor, Türkiye gibi bağış kültürünün sınırlı olduğu ortamlarda bu daha da zor.

İş Kanunu da bu konuda kâr amacı güden ya da gütmeyen kuruluş ayrımında bulunmuyor. Bu tür zorluklarla her bir STK ya da çalışan tek başına mücadele edemez. Yasada ya da fon verenlerin kurallarında değişikliği amaçlayan kolektif bir girişime ihtiyaç var.  Ancak bu da STK yönetimlerinin kendi özel çalışma alanlarının dışında olduğu için, şu anda öncelikleri değil. Belki uzmanlaşmış sendikalar, yetkili sendikalar içindeki uzmanlar ya da yukarıda değinilen türden dayanışma ağ ve platformları bu mücadeleye ön ayak olabilir.

Dosyanın ilk bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.