“Sivaslılar Derneği’yle Temas Ettiğinizde Önemli Bir Kitleye Ulaşmış Olacaksınız”

Hemşehri dernekleri deyince aklınıza ne geliyor? Aile büyüklerinizin sürekli gittiği, akrabaların bir araya geldiği alanlar mı yoksa bir sivil toplum öğesi mi? “Hemşehri Deyip Geçme” dosyası için görüştüğümüz Ulaş Bayraktar, sivil toplum içerisinde hemşehri derneklerinin nasıl algılandığını anlatıyor ve bu algı hakkındaki fikirlerini bizimle paylaşıyor. 

Hemşehri dernekleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hemşehri derneklerini önemli buluyorum. Şu an yeterince işlevsel değiller ama hala önemli bir potansiyel taşıdıklarını düşünüyorum çünkü her türlü örgütlülük bence mühim. İnsanların şu veya bu sebeple bir arada olması önemli. Özellikle kırılmaların yaşandığı bir dönemde, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada refah devleti erozyona uğrarken, piyasa sistemleri de sancılı bir süreçten geçiyor o yüzden bu zelzele bittiğinde bir aradalığa sahip insanların hayatta kalma şansı daha fazla olacak. Bu da yeni bir şey değil, bir arada olabilenler tarih boyunca daha fazla hayatta kalmıştır. 

Sivil toplum sektörü arasında hemşehri derneklerinin rolü ve diğer sivil toplum kurumlarının hemşehri derneklerine bakışı sizce nasıl?

Küçümseyici bir bakış var ve bu inkar edilemez. Kanarya Severler Derneği’yle Siverekliler Derneği aynı amaçla açılmıştır onlara göre yani lokal açmak için kurulmuş birer paravan gibi görülürler. Sosyal sermaye yaklaşımını dünya çapında moda eden Robert Putnam adlı bir Amerikan siyaset bilimci var, o bu tür örgütlenmeleri ikiye ayırır; kaynaştırıcı sosyal sermaye ve köprüler suran sosyal sermaye. Putnam önemli olanın köprüler kuran sosyal sermaye olduğunu söyler. Toplumsal kesimin kendi içindeki bağlantılarını güçlendiren cemiyetleştiren yapıları önemser. 

Hemşehri derneği dediğimiz yapılanmaya baktığımızda aslında bunlar dernek olarak ortaya çıkmadılar. Köyden göçtüklerinde, bir kentte hayatta kalma stratejisiydi bu bağlantılar. Çünkü kente geldiğinizde en temel sosyal devlet ihtiyaçları olan konut, istihdam, ulaşım gibi ihtiyaçlar Türkiye’nin kentleşme sürecinde enformel olarak yürütüldü. Geldikten sonra siz köylünüzün, hemşehrinizin yanında bir gecekondu yaptınız, onunla beraber bir minibüs hattına girdiniz ve onunla birlikte seyyar satıcılık yaptınız. İnsanlar kentte var olabilmek için, sosyal devletin imkanlarından faydalanamadıkları için kendileri örgütlendiler. Zamanla, özellikle 90’lar itibariyle bu hayatta kalma stratejisi daha çok kültürel ihtiyaca hizmet eder oldu. Yani siz kendi kültürünüzün yemeğini, dansını, dilini ve ilişkilerini koruma amaçlı olarak bu alanı dernek statüsüne götürdünüz. Çünkü aynı memleketten olan insanlar artık aynı mahallelerde oturmuyorlardı. Bitirme tezimi yazarken bu derneklerin ağırlıklı olarak Mecidiyeköy ve Kağıthane’de yoğunlaştığını gördüm. Orası mesela Sivaslıların yoğun olduğu bir yer değil ama tüm Sivaslıların da kolay ulaşabileceği bir nokta. Dolayısıyla Türkiye’deki kentleşme motifininin bu hemşehri dernekleşmeleriyle çok yakından ilintili olduğunu düşünüyorum. Bu bir hayatta kalma stratejisiydi, kültürel olarak var olma yöntemine evrildi.

Bir kentleşme motifidir hemşehri dernekleri. Türkiye’de belki kentleşme değil de kente tutunma motifi olarak işlev gördü enformel dayanışma ağları ve daha sonrasında bunların dernekleşmesi. Oysa bu tür oluşumlarda yani Siverekilerle Sivaslıları, Sinoplularla Erzurumluları bir araya getirme alanları oluşturma görevini üstlenebilirdi sivil toplum.

Türkiye’deki sivil toplum tartışmaları 90’ların ikinci yarısından itibaren ortaya çıktı. 96 yılında HABİTAT II adlı dünya yerleşimleri zirvesi bu tartışma alanını yarattı, sonrasında 99 yılındaki depremindeki yardım faaliyetlerinin, AKUT örneğinde görebiliriz, sivil topluma evrilmesi de bunu tetikledi. Bir yandan da Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde ciddi fonlar gelmeye başladı ve bu fonlar, sivil toplumu bir sektöre dönüştürdü. Bu sektörleşme de belli bir terminoloji üzerinde ilerliyor. AB’den fon alıyorsanız onun terminolojisini, Birleşmiş Milletler’den fon alıyorsanız o kurumun terminolojisini benimsiyorsunuz. Hepsinin kendi terminolojileri var ve hemşehri derneklerini küçümsediğini varsaydığımız bu örgütlenmeler, daha fon odaklı, fonların talep ettiği hak temelli söylemleri üretmeye başladılar. Demokratikleşme, toplumsal cinsiyet, yönetişim, sürdürülebilirlik gibi söylemler… Fon arzına cevap vermeye çalışan bir dile evrildik. Benim için çok önemli bir örnektir bu, Cumhuriyet gazetesinde çıkmış bir karikatür vardı. Kasım depreminden sonra yayınlandı karikatür, bir deprem karesi var, bir kişi enkazın üzerine çıkmış ve “Nerede bu devlet?” diye bağırıyor. İkinci karikatürde, bu sefer karikatürün üzerinde Kasım ayı olduğu yazılıyor, aynı adam “Nerede bu sivil toplum?” diye bağırıyor. Yani sivil toplum devlet kadar dışsal bir duruma evrildi. “Sivil toplum diye bir şey var, eğitimler verirler, toplantılar yaparlar, önemli konuları gündem edinirler” izlenimi oluştu. Hemşehri dernekleri de bu konularla ilgilenmediler, kalkıp da “Avrupa Birliği’nden fon alalım da, hemşehrilerimiz faydasına cenaze aracı alalım” gibi bir arzuları yoktu. Böylece ayrım oluşmaya başladı. Bu tür bir örgütlenme var, bunlar sadece piknikler yaparlar, kurs düzenlerler, burs verirler ve cenaze hizmetleri yaparlar. Onlara müstehzi bir bakışla yaklaşan bir örgütlenme de oluştu paralelinde ve “Oysa biz daha medeni, insan haklarına daha saygılı ve toplumsal barışa hizmet eden bireyler yetişmesini istiyoruz” dediler. Bütün dünyada bahsettiğimiz ikinci tür örgütlenmeler daha orta sınıf ve eğitimli kitlelerin elinde oldu. Dolayısıyla da “Biz burada Türkiye’ye demokratikleşme getiriyoruz, onlar orada pişpirik oynuyorlar” bakışı var oldu. Bir takım toplantılarda da açık açık duymuşluğum vardır. 

Siz bu bakışı neden eleştiriyorsunuz? Hemşehri derneklerinin piknik yapması, pişpirik oynaması nasıl bir öneme tekabul ediyor size göre?

Çünkü ben oradaki o dışlayıcı ve küçümseyici bakışın hemşehri derneklerine ve toplumun geri kalanına ulaşmada engel yarattığını düşünüyorum. Yani bir kentleşme motifidir hemşehri dernekleri. Türkiye’de belki kentleşme değil de kente tutunma motifi olarak işlev gördü enformel dayanışma ağları ve daha sonrasında bunların dernekleşmesi. Oysa bu tür oluşumlarda yani Siverekilerle Sivaslıları, Sinoplularla Erzurumluları bir araya getirme alanları oluşturma görevini üstlenebilirdi sivil toplum. Bu aralar tek bir kültürün sergilenmesi çok moda, oysa farklı kültürleri sembolize eden bu derneklerin bir araya gelmesiyle bu toprakların zenginleşmesini amaçlamak oldukça önemli. 

Siz Sivaslılar Derneği’yle bir temas sağladığınızda aslında çok önemli bir kitleye ulaşmış olacaksınız. O dili, onlara ulaşmanızı sağlayacak pedagojik tavrı kavrayabileceksiniz. Niye bir otelde eğitim verilmesi önemli de Belgrad Ormanları’nda yapılan piknik anlamlı değil? Bir otel tutup göstermelik bir eğitim sonunda rapor yazarak para almaktan ziyade daha işlevsel bir yöntem neden geliştiremiyoruz? Hak temelli yaklaşımlar muhakkak samimi ama bir noktadan sonra bir “iş”e dönüşüyor, kurumun devamlılığını sağlamak esas ve bilindik yöntemlerin dışına hiç çıkılmıyor. Hemşehri dernekleri yeni yöntemler geliştirmede yardımcı olabilirdi sivil toplum sektörüne. Belki imkansız bir şey hayal ediyorum ama onlara temas etmeye çalışmak, onları bir meclise dönüştürmek neden mümkün olmasın? Kadınlar meclisi, engelliler meclisi gibi meclisler varken neden hemşehri dernekleri meclisi gibi bu derneklerin sektörün diğer kurumlarıyla temas edebildiği, ortak dil üretebildiği alanlar var edilmesin? 

Aslında siyasi aktörler bunu yapıyor. Her yerel seçim öncesi hemşehri derneklerini teker teker ziyaret ediyorlar fakat sivil toplum sektörü bunu pek denemiyor.

Çünkü siyasal partilerle “al gülüm ver gülüm” ilişkisi kuruluyor. Yani “sen bana oy ver, ben sana meclis üyesi vereyim”, “sen bana oy ver, ben senin köyündeki sağlık ocağını onarayım” gibi bir patronaj ilişkisi kuruyor. Karşılıklılık ilkesine bağlı bir ilişki. Oysa başka bir hikaye yaratıp “komşuluk ilişkisi”, “kentte bir arada yaşama hukuku” gibi konuları tartışmak yine sivil toplumun görevi. 

Erzurumlu ve Beykoz’da yaşayan bir adam aynı zamanda Beykozludur. Onun diğer Beykozlularla yeni bir hemşehrilik hukuku yaratmasını sağlamak gerekiyor. Beykoz’da yaşıyoruz, farklı şehirlerden geldik ve ortak sorunlarımız var. Bu sorunları belirlemek ve yeni çözüm imkanları yaratmak “al gülüm ver gülüm” ilişkisinden öte bir ilişki gerektirir. Bu ilişkinin kurulması gerekliliğinin pek farkında değiliz.

Sivaslılar Derneği’yle bir temas sağladığınızda aslında çok önemli bir kitleye ulaşmış olacaksınız. O dili, onlara ulaşmanızı sağlayacak pedagojik tavrı kavrayabileceksiniz. Niye bir otelde eğitim verilmesi önemli de Belgrad Ormanları’nda yapılan piknik anlamlı değil? Bir otel tutup göstermelik bir eğitim sonunda rapor yazarak para almaktan ziyade daha işlevsel bir yöntem neden geliştiremiyoruz? Hak temelli yaklaşımlar muhakkak samimi ama bir noktadan sonra bir “iş”e dönüşüyor, kurumun devamlılığını sağlamak esas ve bilindik yöntemlerin dışına hiç çıkılmıyor. Hemşehri dernekleri yeni yöntemler geliştirmede yardımcı olabilirdi sivil toplum sektörüne.

Geçen sene Artvin’deki HES karşıtı eylemlerde hemşehri dernekleri ve sivil toplumun diğer özneleri arasında bir dayanışmaya şahit olmuştuk aslında. İstanbul’dan ve Artvin’den hemşehri dernekleri çevre örgütleriyle dayanışmıştı. 

Ama dikkatinizi çekerim, orada yine Artvin söz konusuydu. Yani buradaki Artvinliler Derneği oraya sahip çıkıyordu ve çevre örgütlenmeleriyle Artvin için bir araya geliyorlardı. Yaşadığın yer değil, geldiğin yerin sorunları söz konusu hala. Bu mühim tabii ama Kağıthane’de yaşayan Artvinlinin neden Kağıthane üzerine diğer şehirlilerle bir araya gelemediği hala sivil toplum sektörünün sorması gereken bir soru. Milyonlarca liralık fonların söz konusu olduğu bu alanda hemşehri derneklerinin hiç muhatap alınmamış olması bana garip geliyor.

Peki bu muhatap alınamama halinde hemşehri derneklerinin hiç kabahati yok mu? Şunu da sorayım, sizin hemşehri derneklerine yönelik eleştiriniz nedir?

Kabahat meselesi değil. Varoluşlarının, ortaya çıkışlarının dinamiğini özetledim. Bir hayatta kalış, şehre tutunma stratejisiydi. Bu stratejinin başka bir yöne evrilmesi için gereken ilgi ve emeği sunamadığımız, bunun metodlarını geliştiremediğimiz için kendi kültürlerini ve dayanışma örüntülerini yeniden üreten bir işleyişe sadık kaldılar. Siyasal ilişkiler de bunu mümkün kıldı hatta teşvik etti. Siyasi ve ekonomik sıkıntıların, krizlerin eksik olmadığı bir tarihsellikte başka bir yöne evrilmemesini çok da yadırgayamıyorum. Siyasiler teşvik ediyor, sivil toplum kaale almıyor, üyeler başka bir talepte bulunmuyor. Birden bambaşka bir temelde bir işleyiş ve anlayışı beklemek bana çok gerçekçi gelmiyor.

Siyasi patronaj mekanizmasından bahsedelim biraz. Hemşehri derneklerinin siyasi aktörlerle ilişkisini “al gülüm ver gülüm” ilişkisi olarak tabir ettiniz. Sadece bundan ibaret mi?

İyice sosyal devletin azalmasıyla, vatandaşlık mefhumunun da erozyona uğradığı dönemde kişilerin kendini belli kimliklerle tanımlama, özdeşleştirme ihtiyacına karşılık vermeye başladı memleket aidiyetleri. Bu süreç aynı zamanda siyasete de eklemlendi. Siz şu anda İstanbul meclis adaylarını belirlediğinizde ilk olarak nereli olduğunu sorarsınız çünkü kimden ne kadar oy alacağını belirler bu sorunun yanıtı. Belki İstanbul çok büyük bir ölçek ama Mersin’de adayların Araplardan oy alması için Arap, Alevilerden oy alması için Alevi, yörüklerden oy alması için yörük olması lazım. Siyasetin bu işleyişi hemşehri derneklerine hayatta kalmaları için yeni bir sebep üretiyor, hem de bu derneklerin patronaj mekanizmasında önemli işlevler üstlenmesine yol açıyor.

Diğer yandan dernek kamusal görünüm kazanmak için bir basamak. Yani her dernek başkanı aynı zamanda müstakbel bir aday gibi görülüyor. Siyasete atılmak için ihtiyaç duyduğu kamusal görünümü bu sayede sağlıyor. Ben kalkıp da “Bayramınız kutlu olsun” bilboardı hazırlayıp altına imzamı atsam “Sen kimsin?” derler bana ama altına bir hemşehri derneği başkanı olarak imza atsam o kabul görür. Kültürel varoluş gereksinimi siyasi bir araçsallaştırmaya döndü patronaj mekanizmasının yaygınlaşması sebebiyle. O patronaj mekanizması da aslında non governmental alanların hükümete- yerel hükümet de diyebiliriz- yönelik bir yatırım mecrası olarak görülmesine yol açtı. Siyasi aktörler hemşehri derneklerindeki potansiyeli gördü ve siyasal bir rol atfetti buralara. Dolayısıyla bu sefer de hemşehri dernekleri siyasal patronaj ilişkileri içinde kalmaya mahkum oldu. 

Hemşehri dernekleri bir topluluk içi dayanışma mekanizması işletiyor. Örneğin doktora tezimi yazdığım dönem bu derneklerin rehberleri vardı. İçinde tesisatçıdan boyacısına çeşitli telefon numaraları… “Tesisatçıya mı ihtiyacın var? Al sana memleketlin tesisatçının numarası. Kazanacaksa memleketlin kazansın” gibi. Haliyle siyasi aktörlerle olan ilişkilerinde “al gülüm ver gülüm” en birincil motivasyon. Bir siyasi aktör olarak hemşehri derneğine gittiğinizde bir “derneğime nasıl bir faydan olacak?” iki “yöreme, memleketime nasıl bir faydan dokunacak?” diye sorulur size. Şişli Belediyesi buna iyi bir örnektir. Şişli’de ağırlık kazanan hemşehri gruplarına yönelik hizmetler vardır. Yazın bu grupların memleketlerine otobüs kalkar mesela, oraya destekte bulunur, kardeş belediye olur. Dolayısıyla başka bir katılım mümkün olmuyor. 

Bugün hemşehri derneklerinin sivil toplumda değerli olan hak temelli söylemleri -kadın hakları, çocuk hakları, demokratikleşme gibi- gündemine almamaları onları kadük hale getiriyor mu?

Kendi iç dayanışma işlevlerini devam ettiriyorlar. Fakat bu kavramlar odağa alındığında evet işlevsiz kalıyorlar. Diğer yandan bu bir kader değil, tercih.