İnsan Haklarını Savunmanın, Savunanın Yanında Durmanın Erdemi

“Umuyorum ki, iktidara yakın sivil toplum kuruluşlarındaki yurttaşlarımız da zamanında bir kesim seküler Türklerin sahip olduğu orantısız güce şimdi onların sahip olduklarının farkındalardır ve yakın tarihin bize bunun güçlü bir demokrasi ve sürdürülebilir bir rejim adına sağlıklı olmadığını öğrettiğini hatırlıyorlardır” “İnsanlık tüm ulusların üstündedir.”  Bu yazı İstanbul’un iyi okullarından birinde büyük bir duvar görseli olarak […]

“Umuyorum ki, iktidara yakın sivil toplum kuruluşlarındaki yurttaşlarımız da zamanında bir kesim seküler Türklerin sahip olduğu orantısız güce şimdi onların sahip olduklarının farkındalardır ve yakın tarihin bize bunun güçlü bir demokrasi ve sürdürülebilir bir rejim adına sağlıklı olmadığını öğrettiğini hatırlıyorlardır”

“İnsanlık tüm ulusların üstündedir.”  Bu yazı İstanbul’un iyi okullarından birinde büyük bir duvar görseli olarak karşıma çıktı. Sonrasında, aynı yazının Boğaziçi Üniversitesi’nin içinde Bebek’e inen yokuşta, taştan bir bankın üzerinde de yazdığını öğrendim. Bu güçlü ifade, bana, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımı sonrasında Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelen ulusların ortak olarak İnsan Hakları Beyannamesi üzerinde anlaşmasını hatırlattı. Bu ortak beyanname üzerinde yıllar içinde inşa edilen uluslararası insan hakları çerçevesi, ulusların tüm insanlık adına gerçekleştirdiği çok değerli bir kazanım oldu. Türkiye ise ilk yıllarından bu yana uluslararası insan hakları çerçevesinin içindeydi ve özellikle Avrupa Birliği’ne (AB) adaylık sürecinde ulusal mevzuatını iyileştirdi, kamu kurumlarının kapasitesine yatırım yaptı ve insan hakları alanında uluslararası saygınlığını artırdı. Hiç kuşkusuz ki, ülkemizdeki insan hakları savunucularının 1980 darbesine ve artçı sarsıntılarına da göğüs gerdikten sonra verdikleri mücadele, demokrasi ve hak kazanımlarında çok etkili oldu. Buradan, ülkemizin hak mücadelesinde emeği geçen ve bu yolda bedel ödeyen herkese saygı ve minnetimi iletiyorum.

Türkiye’de insan hakları alanında ve demokratikleşme yolunda sağlanan iyileşme hukukun üstünlüğünün kuvvetlenmesiyle beraber gerçekleşti ve sivil toplumun da güçlenebileceği bir alanın oluşmasına katkıda bulundu. Aralık 1999’da AB adaylığımızın resmileşmesi, Ekim 2005’te müzakerelerin başlaması, askerin 27 Nisan 2007 muhtırasının etkisiz bırakılması ve sonrasında sayın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle devam eden süreçte, Türkiye’de rejim sivilleşirken sivil toplum da güçleniyordu. 2007 yılını referans aldığımda sivil toplum alanındaki güç dengesinin henüz arkasında özel sermaye desteği olan ve ana akım konulara odaklanan (çocuk, eğitim, sağlık, sanat) seküler Türkler lehine olduğunu, bunun da o kitlenin geçmişten taşıdığı avantajlardan dolayı oluştuğunu düşünüyorum. İslami, Alevi, Kürt, Roman, LGBTİ, engelli birey ve kitlelerin ve örneğin çevre alanındaki girişimlerin sivil toplum yapılanmaları ise Avrupa Birliği adaylık sürecindeki demokratik reformlar ve demokratik normalleşmeyle beraber yavaş yavaş güçleniyordu.

Sivil toplumun -kısa süreli- kapsayıcı şekilde güçlenmesi

2008 – 2011 arasında yaşadığımız olaylarla (örneğin Ergenekon ve Balyoz davaları) hukukun üstünlüğüne ve adalete ciddi bir gölge düşerken, demokratikleşme de sekteye uğradı. Sivil toplum açısından kötü ve iyinin beraber gerçekleştiğine tanıklık ettik. Kötü olan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Çağdaş Eğitim Vakfı gibi seküler sivil toplum kuruluşlarının haksız suçlamalar altında kalması ve hak ihlallerine uğramasıydı. İyi olan ise sivil toplumdaki güçlenmenin daha kapsayıcı bir hal almasıydı: Muhafazakar insani yardım hareketleri (örneğin İnsani Yardım Vakfı), büyümeye, kuvvetli kurumsal yapılar oluşturmaya ve uluslararası faaliyetlere başladı; muhafazakar ve Kürt düşünce kuruluşlarının (örneğin SETA ve DİSA) görünürlüğü arttı ve yenileri kuruldu; Aleviler, Romanlar, engelliler, LGBTİ ve diğer hak ihlali yaşayan grupların aktivizm ve savunuculuk çalışmaları güçlendi (örneğin Sıfır Ayrımcılık Derneği) ve daha çok görünürlük kazandı; kolektif çalışmalar arttı ve farklı birey ve gruplara yönelik ayrımcılık odağa alındı (örneğin Türkiye’de Eğitim Sisteminde Eşitliğin İzlenmesi Projesi); yerel girişimler güç kazandı; ve sivil topluma yönelik fon ve desteklerde (örneğin Sabancı Vakfı Toplumsal Gelişme Hibe Programı) çeşitlenme ve artış oldu. Bu kapsayıcı gelişme, “bir dönem için” sivil toplumun çoğulcu bir çerçevede güçlenmesini sağladığından çok değerliydi.

Temmuz 2011 seçimleri sivil toplum alanında yaşadığımız kapsayıcı ve olumlu gelişmede olumsuz bir dönüm noktası oldu. O “bir dönem” için daha eşit bir dengeye oturan fırsat avantajı hızlı bir şekilde iktidara yakın sivil toplum kuruluşları lehine dönüştü ve bu kuruluşlar genişlemek ve gelişmek için çok elverişli bir ortama sahip oldu. Seçimlerin ardından iktidarın söylem ve politikalarına yansıyan kültürel ideoloji hızlı şekilde kamunun uygulamalarına yansıdı. Bu değişim özellikle “dindar nesil” söylemi sonrasında eğitimde çok görünür bir şekilde gerçekleşti. Kamuoyu nezdinde ön plana çıkan kurumlara bakıldığında ENSAR Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, ÖNDER İmam Hatipliler Derneği, İnsan ve Medeniyet Hareketi, Türkiye Gençlik Vakfı ve TÜRGEV gibi sivil toplum kuruluşları çok hızlı büyüyorlar, Türkiye’nin eğitim tarihinde eşi az görülmüş bir lobi gücüne sahipler ve okullardaki öğrencilere diğer kurumlara göre çok daha rahat erişiyorlar (en yakın örneği için bu habere bakabilirsiniz). Bu kurumların arasında bir kamu vakfı olan Türkiye Diyanet Vakfı da var.  Öte yandan sendikalar arasında üye sayısı hızla artan Eğitim-Bir Sen örneğinde görülebileceği gibi genişlemeyi izleyen süreçte gelişmeye de iyi bir örnek oluşturan nitelikli AR-GE (örneğin Eğitime Bakış 2016) ve iletişim çalışmaları son zamanlarda sık sık karşımıza çıkıyor. Eğitim-Bir Sen’in savunusunu ve lobisini yaptığı fikirler MEB nezdinde etkili oluyor.

Tarih gücün hareketinin hikayesidir*

İktidara yakın muhafazakar sivil toplum kuruluşlarının güçlenmesini sivil toplum kapsayıcılığı adına bir kazanç olarak ve bu gücüyle kamuya nüfuzunun artmasını olağan görmek mümkün. İzleyebildiğim kadarıyla birçok ülkede (örneğin ABD, Almanya, Gürcistan, Hırvatistan, İngiltere, Sırbistan) iktidardaki ideolojiye yakın sivil toplum kuruluşları benzer bir “etki ve erişim” ayrıcalığı yaşarlar; bu dönemsel ayrıcalıklar kamu-sivil toplum etkileşiminin doğasında vardır. Ayrıca, Eğitim-Bir Sen örneğinde görüldüğü gibi ideolojik fikrin artık kanıtla buluşmuş hali, veri temelli tartışmalar için önemlidir. Ancak, söz konusu ayrıcalıklar ülkemizde o kadar dengesiz ve anti-demokratik bir yere geldi ki bu tür bir değerlendirme artık havada kalıyor. Sivil toplumda bir kesim iktidara yakın durmanın sonucu olarak böylesine bir ayrıcalığa sahipken, devletin diğerleri üzerindeki baskısı hem Türkiye’nin geride bıraktığını umduğumuz zayıf demokrasi günlerini hatırlatıyor hem de benzer politikalar bugün ancak otoriter rejimlerde (örneğin Azerbaycan ve Rusya’da) görülüyor. Eğer bir sendika (Eğitim-Bir Sen) güçlenir ve büyürken diğeri (Eğitim-Sen) baskı altında varoluş mücadelesi veriyorsa, okullar iktidara yakın sivil toplum kuruluşlarına açık kapı politikası uygularken diğer kuruluşlar etkisizleştiriliyorsa, bürokrasi sivil toplumu “bizden ve bizden olmayanlar” diye ayırmaya başladıysa, burada iktidara yakın sivil toplumun GONGO’lara (kamu tarafından organize edilen ve desteklenen sivil toplum kuruluşları için kullanılan İngilizce kısaltma) dönüşmekte olduğunu görme zamanı gelmiş demektir.

Özellikle muhalif sivil toplum üzerindeki baskıların insan hakları alanına sıçraması ideolojik duruşumuz ve iktidarla ilişkimiz ne olursa olsun hepimiz için üzerinde -en azından- düşünmemiz gereken yeni bir eşiktir. Ne yazık ki geçtiğimiz bir yıldır adaletin tartısının iyice bozulduğuna tanıklık ediyoruz. Türkiye’de çocuk hakları savunuculuğu yapan yetkin ve kapsayıcı Gündem Çocuk Derneği gibi bir kurumun OHAL kapsamında hiçbir hukuk süreci işletilmeden kapatılması, çocuk hakları savunucuları arkadaşlarımıza yapılan bu adaletsiz müdahale hepimizin vicdanında bir yara bırakmış olmalı. Son olarak insan hakları savunucularının tutuklanması karşısında ise ülkemiz yeni bir dibi gördü. Bu ülkenin tarihinde kimliği ve görüşü ne olursa olsun herkes için hak mücadelesi yapmış insanlar ile “terörist” ifadesinin aynı cümle içinde anılmasına kalbimiz acıyarak hayret ediyoruz. Geldiğimiz noktada, yıllar içinde kolektif olarak inşa ettiğimize kendimizi inandırdığımız “Türkiye’nin başarı hikayesi,” onu taşıyan temel sütunlar olan insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratikleşme kazanımlarıyla beraber çöküyor.

İnsan hakları tüm farklılıklarımızı kapsar

Böyle bir dönemde Sivil Sayfalar’da yazmanın ruh hali bir garip oluyor. Bir yandan her geçen gün artan bir iç sıkıntısı var, diğer yandan son yazımda değindiğim gibi “hepimizin olaylar karşısında yaşadığımız duygusal iniş çıkışları kontrol edip, gidişatı değiştirmek için olayları anlamlandırmaya, çağın gereksinimlerine uygun düşünmeye ve davranmaya ihtiyacımız” olduğuna inanıyorum. Bunlar birbirlerini dışlamıyor, sadece duygularımızı yaşarken içgüdülerimizi dinlemeyi ve aklımızı yapıcı olarak kullanmayı öneriyorum. Buradan bakınca, tüm olumsuzluklara rağmen ülkemizdeki sivil toplum mücadelesine güvenim ve inancım tam, çünkü bunun örneklerini de görüyorum ve Sivil Sayfalar’da yazıyorum.

Umuyorum ki, iktidara yakın sivil toplum kuruluşlarındaki yurttaşlarımız da zamanında bir kesim seküler Türklerin sahip olduğu orantısız güce şimdi onların sahip olduklarının farkındalardır ve yakın tarihin bize bunun güçlü bir demokrasi ve sürdürülebilir bir rejim adına sağlıklı olmadığını öğrettiğini hatırlıyorlardır. İçinde bulunduğumuz koşullarda bunu yüksek sesle söyleyemeseler bile en azından bu olumsuz durumun farkında olanlarla konuşalım, dertleşelim, elimizden geldiği kadar sivil köprüleri tutmaya gayret edelim. Tarih boyunca gücün ve iktidarın el değiştirdiğini bilerek o değişimlerde daha güçlü durabilecek bir sivil toplum omurgası inşa edelim.  Bugün, dünyanın farklı milletlerinden ulusların kendileri üstünde bir insan hakları rejimi kurabildiğini hiç unutmadan, aynı vatanda yaşayan ve sivil toplum kuruluşlarında farklı görüşlerle, gönlümüzle çalışan insanlar olarak, din, dil, ırk, renk, bedensel farklıklık vb. ayırt etmeden, herkes için var olan insan haklarına ve o hakların savunucularına sahip çıkma günü. Ülkenin tam ortasında yıllardır sürekli kırılarak toplumsal trajedilere yol açan fay hattının tamiri başka türlü mümkün olmayacak.

 

*Joshua Cooper Ramo, Seventh Sense kitabından

Ana görsel AK Parti’nin sayfasından alınmıştır.

Batuhan Aydagül

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
7 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör