Manik Estetik: İstanbul’un Yeşil Alan Düzenlemelerine Dair Bir Değerlendirme

Mimar Enise Burcu Derinboğaz, beyond.istanbul’un özel sayısı İstanbul Yollarında Kentsel Politik Ekoloji’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin önceki yönetiminin yeşil alan politikalarını ve uygulamalarını değerlendiriyor.

İstanbul’un kent ve doğa arasında kalan açık yeşil alanları on beş yılı aşkın bir süredir estetik operasyon geçiriyor. Fazlasıyla tasarlanmış, yılın her sezonu yeniden düzenlenen, kendi kendine yeten doğal alanlar olmak yerine bitki aranjmanlarını andıran sonuçlarıyla bu operasyon kendine büyük bir sektör yarattı. Maddi ve ekolojik boyutunun yanı sıra bir üçüncü değerlendirme kriteri de bu uygulamaların kentlilere verdiği mesaj itibariyle sosyal boyutu olmalı. Her ne kadar masum görünse de bu çevre düzenlemeleri kent kültürüne, yeşil alanları nasıl kullanmamız / kullanmamamız gerektiğine, kent içindeki işlevlerine dair sözler söylüyor. Örneğin bir alan serbestisi sunmayan park düzenlemeleri “Bakın ama kullanmayın!” derken refüjlerdeki, yeşil duvarlardaki desenler altyapı yatırımlarını vurguluyor, “Biz yaptık!” diyor.

Ne var ki ekonomik kriz hissedilmeye başladıkça açık alan düzenlemelerinin bütçeleri ve zarureti giderek sorgulanmaya başladı. İlk yatırım maliyeti çıktıktan sonra kendi dünyasını kurabilecek ve doğaya tutunacak sistemler yaratmaktansa silip yeniden resimler çizmek için yeşil tahtalar oluşturmanın bir bedeli var. Bu bedelin de bir ömrü… Ki bu ömrün de yavaş yavaş sonuna yaklaştığımız günlerdeyiz. Uzun bir süredir belediyelerin bu tür peyzaj uygulamalarının yarattığı dille ve mesajlarıyla ilgileniyorum. Bu yazının amacı, bu merakın peşindeki bazı tespitleri aktarmak. Yeşil alan düzenlemelerini tarihsel bir zeminde değerlendirmenin bu tespitleri anlaşılır kılmaya yardımcı olacağını düşünüyorum. Bir tarih dersi verme amacı gütmeyen bu niyetle, bu coğrafyaya ait bir park-bahçe kültürüne değerek, bugün “Manik Estetik”[1] olarak adlandırdığım tasarım diline de anlaşılır bir çerçeve sunması umudunu taşıyorum.

Açık yeşil alanların ve kent parklarının geçmişi ve kökeni bahçe sanatının tarihine dayanır. İnsan eliyle var edilen, faydaya ya da estetiğe dayalı bu alanların tarihteki ilk formu bahçe olduğundan, geçirdiği tüm değişim süreciyle bize bugünün yeşil alanlarını ve onunla ilgili takıntıları sebepleriyle anlatır. Bu değişimi, eşikleri ve evreleri farklı dönemlerde farklı sanat akımlarının etkileriyle ve toplumsal gerçekliklerle okumak anlamlıdır. Bahçe, bulunduğu dönemin ve koşullarının aynası olmuştur. Ortaçağ’da da, Rönesans’ta da, Modernizm’de de… Örneğin kendini yenilemiş, sembollerini değiştirmiştir. Medeniyete ve hayatı kavrayışa göre yeni diller, bileşenler, malzeme ve tekniklerle kendini güncellemiştir.

Bu derin konuya, kendisi de içinde farklı tartışmaları barındıran Türk Bahçesi-Osmanlı Bahçesi eksenine çekmeden bu coğrafyadaki karşılıklarına kısaca değinmek için başvurarak, konuyu bugünün peyzajlarına bağlamaya çalışacağım. Yukarıda bahsettiğim belirli dönemler ve sanat akımlarının yarattığı semboller ve eşzamanlı olmayan yansımaları bizdeki mesire alanlarında, saray ve kasır bahçelerinde karşılık bulur. Birebir uyarlamalar zamanla yorumlamalara, kendine özgü dillere dönüşmüştür. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda yabancı tasarımcıların ve bahçıvanların katkısının da bunda etkisi olduğunu belirtmeliyiz. Saray ve kasır bahçeleri bu sürecin ürünleridir. Kentsel yeşil alan tarihimize baktığımızda, son zamanlarda adı çok sık geçen Erken Cumhuriyet Dönemi’nin Millet Bahçeleri’nden de söz etmeliyiz. Cumhuriyet’in bu ilk kamusal alan projesinin ürünleri (Ankara Gençlik Parkı, 19 Mayıs Stadyumu, Atatürk Orman Çiftliği vb.) “Cumhuriyet Ruhu”nun yüceltildiği, özel anlamlar yüklenen alanlardır.[2] Erken Cumhuriyet yıllarından bugüne dek geçirdiğimiz bu uzun dönemde önemli kent parkları uygulanmış, bozulmuş, yeniden uygulanmış, kimisi yok olmuştur. Günümüze taşınmış örneklerin pek çoğu ise orijinal planlarından uzaklaşmıştır.

Park ve bahçe tarihinin bu özeti, tasarlanmış yeşil alanların toplumların kültür ve medeniyet seviyelerinin bir uzantısı, döneminin ise aynası olduğudur. Öte yandan refüjlerin, bahçe tarihinin bize verdiği kronolojide tasarımla örülmüş bir yere sahip olmamakla birlikte Terrain Vague [3] gibi kavramlardan yola çıkarak kentteki artık alanların kentsel tasarımının yeni ilgi alanları arasında yer aldığını görmekteyiz. Altyapıdan artakalan boşlukları da bu kategoride değerlendirmenin, kent için bu alanların anlamını konuşmak adına doğru bir zamanda olduğumuzu bilmeliyiz. Hızın, büyümenin ve lojistiğin birincil amaç olduğu metropollerde altyapı nın varlığı da büyüyor ve bu varlığın görsel, fiziksel ve ekolojik etkileri bir tasarım meselesi olarak karşımızda duruyor. Öte yandan bu “müphem” alanların planlamada ve kentsel tasarımda akademik bir konu olarak ele alınmasına karşın çevre düzenlemesi aracılığıyla “tanımlı” hâle gelmesinin bahçe ve peyzaj literatüründe henüz yeri olmadığını da bilmeliyiz.

Buna rağmen altyapının kırsal peyzajda yarattığı olumsuz etki, yalnızca görsel olarak da olsa, 20. yüzyılın ortalarında Amerikan kentleşmesinin gündemine girmiştir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Lyndon Johnson’un eşi Lady Bird Johnson otoyollar boyunca tabelalar yüzünden oluşmuş olan görüntü kirliliğine karşı bir hareket başlattığında yıl 1965 idi. “Otoyol Güzelleştirme Hareketi” (Highway Beautification Act)[4] olarak geçen otoyol boyunca kırsal peyzaj manzaralarını engelleyen reklam tabelalarının temizlenmesi ve standardize edilmesini talep eden hareket, medyada geniş yankı bulmuş ve kamuoyu desteğini alarak yasalaşmıştır. Otomobil deneyiminin, yolun ve yolculuğun önemli bir yer tuttuğu Amerikan kentleşmesinde Otoyol Güzelleştirme Hareketi’ni, kent estetiğindeki altyapı egemenliğinin resmiyet kazanması olarak da okumak mümkün olabilir. Altyapı öğeleri kentte belirginleşmeye, artmaya ve büyümeye başladıkça, kentliye ve yaşam alanına etkisini değerlendirmek de önem kazanır. Bu da kent yönetimlerinin konuya ilgi duymasıyla ve bu ilgiye dayanan farklı uygulamalarıyla sonuçlanabilir. Bu noktadan itibaren bu türden bir ilginin İstanbul’da nasıl karşılık bulduğuna bakalım.

2000’li yıllarda ivme kazanan yatırımlar sayesinde yol, kavşak, tüneller gibi kent hayatını hızlandırıcı, akışı kolaylaştırıcı müdahaleler arttıkça İstanbul’un kent peyzajının yeni rengi infrastrüktür [5] olmaya başladı. Aynı yıllarda bu yeni rengin hem kutlanması hem vurgulanması, bazen de saklanması ihtiyacı çevre düzenlemelerinin yeni konusu olmuştu. Tüm bu amaca hizmet edebilecek peyzaj düzenlemeleri, 2000’li yıllara kadar kendi hâline bırakılmış İstanbul kent peyzajının tasarımına böylece girmiş oldu. Bir taraftan Lale Festivali ilk yıllarını kutluyor, yeni bir kent sembolü yaratılıyordu. Bir taraftan da yeni tamamlanan yol çalışmalarını çevreleyen belirgin tasarımlar ve bu tasarımları üstlenen alt yüklenicilerin yol kenarlarındaki sürekli varlığı göze çarpıyordu. Giderek daha büyük metrekarelerde farklı desenlerde bitki örüntüleri kendini gösterdi. Bunu çakıllar, taşlar, aydınlatmalar, ahşaplar gibi yeni malzemelerin katılımı takip etti. Ardından da “dikey bahçeler” istinat duvarlarını sarmaya başladı. Kapatılması istenebilecek her şeyi kapatmaya dünden razı sarmaşıklar yerine susuz ve bakımsız var olamayan, konstrüksiyonsuz yeşil duvarlar istinat duvarlarıyla birlikte yükselmeye başladı. Ve bugün kentin tüm görünürlük vaadi olan boşluklar bu uygulamalarla kaplandı.

“Bakın ama kullanmayın” mesajı, park kültürü çok da gelişkin olmayan bir toplum için oldukça kafa karıştırıcı oldu.

Altyapı öğelerinin giydirilmesinin dışında çevrenin “fazla” düzenlenmesinin bir kurbanı da İstanbul’un en eski parklarının “yeniden tasarımı” oldu. Parkın birliktelik, doğa, özgürlük, kamusallık bağlamının renkli bir tasarım şovuna dönüştüğünü gördük bu süreçte. Kent kültürünün yeni formu parklarda kamusallık, özgürlük ve birlik kavramlarını mekansal olarak imkânsız kılarak kendini belli etmiş oldu. “Bakın ama kullanmayın” mesajı, park kültürü çok da gelişkin olmayan bir toplum için oldukça kafa karıştırıcı oldu.

Özetle park — bahçe tasarımlarının, dönemlerinin aynası olması geleneği bugün de devam ediyor. Geçmişte olduğu gibi, gücü ifade eden Saray Bahçeleri ya da politik bir sembol olan Millet Bahçeleri gibi bu alanlar sözlerini söylüyor. Bize düşen, her şeyden önce, söz konusu dönemler arasındaki farkın büyüklüğünün ve bugün başka bir bilişte ve evrensel gerçeklikte yaşadığımızın ayırdına varmak. Bugünün dünyası bu sözlere yanıt vermeyi de — bazı bilgileri ve tavırları kuşanmak şartıyla — mümkün kılıyor. Doğa ve kent söz konusu olduğunda ekolojiye dair temel bir bilginin eksikliği bu kavrayışın temel belirleyicisi oluyor. Bilhassa her yeşili “doğa” ya da ekoloji için kıymetli bir parça sanmak, her gıdayı faydalı sanmaya benziyor. Bu anlamda bazı temel bilgilerin eksikliğinin giderilmesi şart. Örneğin çimle çayırın, endemikle tropikalin farkını bilmemek ya da en basitinden arıların önemini, tozlaşmanın anlamını bilmemek ve bu şekilde yaşamak çevremize verdiğimiz en büyük zarar olabilir. Çünkü bu bilgi talepleri, ardından fikirleri, fikirler de projeleri beraberinde getiriyor.

Bu on yılı aşkın uygulama deneyiminin ve ürünlerinin yarattığı Manik Estetik’in neye dönüşeceği ise bir merak konusu. Bir ihtimal bu düzenlemeler çok yakında bütçeleri mecburen kısıldığında kendi hâllerine terk edilebilir. Kent peyzajının serbestiye kavuştuğunu ve türlerin kentsel boşlukları istila ettiğini görebiliriz. Bu maddi sürdürülemezlikten ilginç bir tablo çıkabilir. Bir ihtimal de tasarlarken doğru adımları belirlemek ve kentteki kısıtlı doğanın dengesini bulması için ona yer ve zaman vermekle gerçekleşebilir. Belki bu şekilde peyzajın bu “Manik Estetik” dönemi dengelenebilir.

[1] Manik estetik, park-bahçeler, karayolu düzenlemelerini çevreleyen yeşil alanlarda yaratılan formlarla oluşturulmak istenen dilin karakterini tanımlamak için kullandığım bir tanım. Altyapı yatırımlarını vurgulamak ve kutlamak amacıyla oluşturulan göz çarpıcı peyzajların tasarımının giderek artan dozu referanssız bir derleme olan bir peyzaj dilini ortaya koyuyor.

[2] Bu konuda Arzu Nuhoğlu, Balin Koyunoğlu ve Elif Tan’ın Türkiye Peyzaj Tarihi için oluşturdukları çok önemli bir kaynak var. Türkiye’deki peyzaj tarihinin eşiklerinden bahsediliyor. 2016’da “Biz İnsan mıyız?” temasıyla düzenlenen 3. İstanbul Tasarım Bienali’nde Pelin Derviş küratörlüğünde Türkiye Tasarım Kronolojisi kapsamında oluşturulan bu arşive erişmek için bkz. bizinsanmiyiz.iksv.org/wp-content/uploads/2017/11/ peyzaj_tr_opt.pdf (Erişim tarihi: 17 Ocak 2019).

[3] Terrain Vague, Ignasi de Solà-Morales tarafından Man Ray’in bir fotoğrafı üzerine ortaya atılmış ve mimarlığın bu tür alanlara karşı tavrını sorgulamak için ele aldığı bir metinden ortaya çıkmış bir kavram. Tanımsız ve sınırsız, üretken olmayan ve belli bir amaca hizmet etmeyen kentteki artık alanlara referans verir. Türkçede “Müphem Alan” olarak geçmektedir.

[4] HBA olarak geçen yasayla ilgili ayrıntılı bilgiye erişmek için bkz. www.fhwa.dot.gov/infrastructure/beauty.cfm

[5] Infrastrüktür’ün Türkçe karşılığı Altyapı olsa da kavramı yalnızca görünmeyen — yerin altında olan — fiziksel bağlantılarla kısıtladığı ve mühendisliğe indirgediğini düşündüğüm için zaman zaman orijinal karşılığıyla kullanmanın daha yerinde olduğunu düşünüyorum. Altyapı / Infrastrüktür bugünün literatüründe, kent için gerekli olan fiziksel ilişki ağlarını ve sürekliliğini ifade ediyor. Ulaşım, su, yeşil altyapı sistemleri bunlardan en sık başvurulanları.

Bu içerik beyond.istanbul’un ‘Manik Estetik: İstanbul’un Yeşil Alan Düzenlemelerine Dair Bir Değerlendirme’  başlıklı yazısından alınmıştır.