‘Alevi Belleği Kayboluyor’

Akademisyen Rıza Yıldırım, Alevilikle ilgili çalışmalarıyla tanınan bir araştırmacı-yazar. Geçtiğimiz yıl yayınlanan "Geleneksel Alevilik/İnanç, İbadet, Kurumlar, Toplumsal Yapı, Kolektif Bellek" başlıklı kitabı, kendi alanında önemli bir çalışma ve referans kaynağı. Çünkü Tokat-Amasya-Sivas-Çorum bölgesinde üç yıl boyunca 670 Alevi köyünde dört yüzü aşkın dede, baba, âşık ve anayla derinlemesine mülakatlara dayanan bu çalışma, sadece Aleviliğin "ne" olup olmadığı ile ilgili bitmek bilmez tartışmalara yeni bir boyut getirmekle kalmıyor geleneksel Aleviliği olanca sahiciliği ile gözler önüne seriyor. Halen Amerika'daki Emory Üniversitesi'nde çalışmalarını sürdüren Rıza Yıldırım ile geleneksel Alevilik ve Alevilerin güncel sorunları üzerine söyleştik... Söyleşinin ilk bölümünde geleneksel Alevilik çalışmasının şekillendiği süreç ve gelen tepkiler üzerinde durduk.

‘Geleneksel Alevilik’ ciddi bir çalışmanın, emeğin ürünü. Neden ‘Geleneksel Alevilik’i araştırma/çalışma gereği duydunuz?

Öncelikle teşekkür ederim; hem kitap üzerine bu söyleşiyi yapma isteğiniz için hem de kitabın arkasındaki emeği takdir ettiğiniz için. Açık yüreklilikle ifade etmem gerekir ki kitabın arkasında çok sayıda insanın emeği ve katkısı var. Esasen kitabın birinci bölümünde eserin nasıl ortaya çıktığını uzun uzun anlattım. O yüzden burada tekrara lüzum görmüyor, kitabın oluşum sürecini ve bu sürece kimlerin nasıl katkı yaptığını merak eden okuyucuları oraya yönlendirmek istiyorum.

Esas sorunuza gelince, Geleneksel Aleviliğin peşine düşüş hikayemin hem kişisel hem de bir tarihçi ve sosyal bilimci olarak profesyonel sebepleri var. İsterseniz kişisel sebeplerle başlayayım.

Elbette, buyurun!

Benim hayatımın ilk 12 yılı köyde geçti. Köyden ilk defa ortaokulu okumak için ailemle beraber ayrılıp Turhal’a yerleştiğimizde yıl 1986 idi. O yıllarda köyümüzde her yıl görgü cemleri düzenli olarak yapılır, Yol, edep ve erkanına göre sürülür, Alevilik inanç, ibadet ve kurumları ile dipdiri yaşanırdı. Hatta cumalık veya muhabbet cemi dediğimiz cemler de Abdal Musa ceminden başlayarak hasat mevsimine kadar her cuma akşamı yapılırdı. (Malumunuz olduğu üzere, eski adette günün başlangıcı olarak güneşin batışı esas alındığından bugün perşembe akşamı dediğimiz akşama eskiden cuma akşamı denirdi) Perşembe günleri akşamüstünden itibaren köyün sokaklarında hareketlenme başlar, cem için hazırlanan çörekler fırınlara atılır, varsa adaklar ve nezirler hazırlanır, temizlenilir ve akşam beklenirdi. Akşam olup karanlık çökmeye başladığında, sokakları ellerinde idare lambalarıyla cemin yapılacağı eve giden insanlar doldururdu.

Köyümüzde o zamanlar müstakil bir cemevi yoktu. Cemler hali vakti yerinde olup evi büyükçe olan bir kimsenin salonunda yapılırdı. O cemlerden aklımda kalan çok anı vardır. Örneğin, insanların cemin yapılacağı salona giriş ritüeli hiç gözümün önünden gitmez. Pek tabii insanlar ailece ceme gelirlerdi. Cemin yapılacağı odanın kapısını usulünce açıp içeriye giren karı-koca (ve varsa yetişkin gençler) beraberce meydana, dedenin karşısına geçerler, ellerinde getirdikleri lokma olduğu halde niyaz eder ve dedenin duasını alırlardı. Daha sonra koca meydanın etrafında erkeklerin oturduğu ilk halkalarda kendisine uygun bir yere, kadın ve çocuklar da hemen arkadaki sıralara otururlardı. Yeni gelen kişiler niyazını tamamlayıp yerlerine oturduktan hemen sonra meydanda oturan erenler sağ ellerini göğüslerinin üzerine koyarak ‘Hüü yeni gelen canlar, Hüü!’ der, yeni gelen erkek de aynı şekilde sağ elini kalbinin üstüne koyup kafasını eğerek ‘Hüü!’ diye karşılık verirdi.

Babam hem posta oturan bir dede hem de cemlerde zakirlik yapan bir âşık olduğu için perşembe akşamları ve cemlerin bizim aile hayatımızdaki yeri daha bir başkaydı. Ben daha ilkokuldayken birkaç defa babamın yanında Tokat’ta bulunan taliplerimizin görgüsüne katılmıştım. Köyde de bazen hizmet yürüttürüyorlardı. Örneğin bir defasında çerağ uyarma hizmetini yapacak kişi bulunamamış ve bana yaptırmışlardı.

1986-1989 yılları arasında Turhal’da Alevilerin ve bizim köylülerin yoğunlukta olduğu bir mahallede yaşadık. Orada da görgü cemleri aksatılmadan yapılıyordu. Ancak cumalıklar terkedilmişti. 1989-1992 yıllarında ben lise okumak için gittiğimde sanırım görgü cemleri ağır aksak da olsa devam etti. Ne var ki bu cemlerin ibadet yoğunluğu ve toplum üzerindeki etkisi asla köydekiler kadar değildi. Zaten kısa bir süre sonra da tamamen terkedildi.

Bana gelince, köyden ayrıldıktan sonra bir daha oradaki gibi sıdk ile yapılan bir cem görmedim. Zaten lise ve üniversite yıllarımda pozitif bilime merak salmış, geleneksel Alevi inanç ve ibadetlerine hurafe gözüyle bakmaya başlamıştım. Fizik bölümünün son yılına kadar pozitif bilimlere ilgim devam etti. Ondan sonra ise sosyal bilimlerle ilgilenmeye başladım. Aynı dönemde Alevilik Türkiye gündemine oturmuş, herkes ülkede hatırı sayılır bir Alevi nüfus yaşadığını fark etmeye başlamıştı. Tarih bölümünde yüksek lisans ve doktora konusu olarak Alevi tarihini çalışmaya başladığımda hala yaşayan Aleviliğin her geçen gün erimekte olduğunun yeterince farkında ve bilincinde değildim. O dönem dikkatimi daha çok arşiv belgeleri ve eski yazma eserler çekiyordu.

Doktora sonrasında güncel Aleviliği araştırmak için Alevi dernekleri ve vakıflarına yöneldiğimde, çocukluğumda gördüğüm ve yaşadığım Aleviliğin neredeyse tamamen ortadan kaybolduğunu fark ettim, tıpkı kendi kişisel hayatımda olduğu gibi. O zaman ne büyük bir hazinenin hiç kimse fark etmeden yitip gittiğini anlamaya başladım. Bir toplumun belleği ve tarihi yok oluyordu. İşte Geleneksel Alevilik, kaybolmakta olan bu Alevi belleğinin kayıt altına alınması çabasıdır.

Birçok bakımdan, böylesi bir çalışmanın yapılabileceği son dönemi yakaladık. Demek istediğim, artık böyle bir çalışma yapma imkânı temelli ortadan kaktı. Öncelikle, geleneksel Alevi hayatının içinde yetişip o belleği hala taşıyan insan sayısı çok az ve her geçen gün azalmaya devam ediyor

Bu çalışmaya girişmenizin profesyonel sebeplerinden de söz ettiniz. Geleneksel Alevilik akademik bakımdan sizin için ne ifade ediyor?

Hemen ifade edeyim ki, Geleneksel Alevilik çalışmasını tüm akademik hayatım boyunca yaptığım en isabetli işlerden biri olarak görüyorum. Kitapta anlattığım gibi, eser üç yıl süren ve maddi olarak TÜBİTAK tarafından desteklenen bir projenin ürünü. Özellikle saha çalışması çok meşakkatli oldu. Ancak geriye dönüp baktığımda fazlasıyla değdiğini düşünüyorum.

Birçok bakımdan, böylesi bir çalışmanın yapılabileceği son dönemi yakaladık. Demek istediğim; artık böyle bir çalışma yapma imkânı temelli ortadan kaktı. Bunun birçok sebebi var. Öncelikle, geleneksel Alevi hayatının içinde yetişip o belleği hala taşıyan insan sayısı çok az ve her geçen gün azalmaya devam ediyor. 2015 yazında son saha çalışmalarımızı tamamladığımızdan bu yana, görüştüğüm kişilerin epeyce bir kısmı Hakk’a yürüdü. Hepsi belirli bir yaşın üzerinde olduğu için, toplam sayısı beş yüzü aşan bu insanların önümüzdeki on yıl içinde pek azı hala hayatta kalacaktır.

İkincisi, saha çalışmalarını yaptığımız 2013-2015 yıllarında Türkiye nispeten sakin ve huzurlu idi. Malumunuz özellikle 2016 yılındaki darbe girişiminden sonra ülke çok gergin bir siyasal iklime girdi. Bu çalkantılı dönemin ne zaman ve nasıl biteceğini öngörmek de çok zor. Böyle bir zamanda Aleviler arasında saha çalışması yapmak artık çok daha zor.

Ayrıca, bu tür meşakkatli projeler (özellikle kırsal alanda yoğun ve zorlu saha çalışması gerektiriyorsa) ciddi bir enerji ve motivasyon istiyor. Kendimi yokladığımda, projenin bu anlamdaki enerji ve motivasyonumun güçlü olduğu bir döneme denk geldiğini görüyorum. Düşünün ki iki yıl içinde beş aydan fazla bir süreyi sahada geçirmişim.

Geleneksel Alevilik projesi aynı zamanda benim akademik kariyerimde önemli bir kavşağa denk geliyor. 1998 yılında yüksek lisansa başladığımdan bu yana Alevi tarihini araştırıyorum. Bunun yanında özellikle doktora sonrası çalışmalarımda Alevi inanç sistemi, ritüelleri ve yazılı-sözlü kaynaklarının dinamiği üzerine kafa yormaya başladım. Bu tür araştırmaların sadece tarih disiplini sınırları içinde kalarak gerçekleştirilmesi imkânsız. O yüzden antropoloji, din çalışmaları, sözlü kültür araştırmaları, folklor gibi alanlarla ilgilenmeye başladım. Geleneksel Alevilik projesi bir yönüyle bu alanlarda edindiğim enformel birikimin uygulamasıdır. Dikkatli okuyucunun hemen fark edeceği üzere, proje, bir tarih araştırmasının çok ötesinde, başta antropoloji olmak üzere din çalışmaları, bellek çalışmaları, sözlü kültür çalışmaları, folklor çalışmaları gibi birçok disiplinin iç içe geçtiği disiplinler arası bir perspektifle hazırlandı ve gerçekleştirildi.

Dahası, bu projeyi tasarlamaya başladığım 2010 yılından itibaren yukarıda adı geçen alanlarda sadece dışarıdan okumaların yeterli olmayacağı yönünde bir kanaat oluşmaya başladı. Zamanla büyüyen bu kanaat nihayet din çalışmaları alanında ikinci bir doktora yapma kararına dönüştü. Şu sözleri söylerken, 2016 yılında başladığım bu ikinci doktoranın yeterlilik sınavlarını henüz vermiş durumdayım! Geleneksel Alevilik benim akademik kariyerimde, tarihçilikten tarih, antropoloji, din çalışmaları ve bellek çalışmalarının içi içe geçtiği disiplinler arası bir evreye geçiş kavşağıdır.

Üzüntü ile ifade etmek isterim ki, Alevilik çalışmalarının neredeyse tamamen gözden kaçırdığı husus işte Aleviliğin bu ‘hal’ boyutudur. Modern kent Aleviliğine yön veren Alevi aktörler de bu hal bilgisinden büyük oranda yoksun görünmektedir. Oysa bana soracak olsanız, hiç tereddütsüz Aleviliğin esas özünün bu hal bilgisi olduğunu söylerim.

Araştırmanız boyunca sizi etkileyen neler oldu? Alevilikle ilgili düşüncelerinizde değişime yol açtı mı mesela?

Bu proje kapsamında yaptığım saha çalışmalarında Geleneksel Aleviliğin son temsilcileri olarak gördüğüm beş yüzden fazla insanla oturup sohbet etme imkânım oldu. Her şeyden önce altını kalın çizgilerle çizmek isterim ki bu benim gözümde eşsiz bir ayrıcalıktır. Sohbetlerimizi kaydettik, deşifre ettik ve arkasından bu deşifre metinleri özetleyip bir kitap şeklinde damıttım. Ancak kitaba taşıyabildiklerim sadece söze yansıyan akli bilgiler oldu. Oysa o insanların evlerinde görüp tanık olduklarım ve tecrübe ettiklerim bunun çok çok ötesinde idi.

Eski tasavvuf geleneğinde bir inanç vardır: ‘sohbette insibağ ve inikas vardır’ derler. Yani yüz yüze sohbet sırasında dille ifade edilemeyen hal bilgisi sohbette bulunanların birinden diğerine bulaşır ve yankılanarak kişilerin duygu ve seziş mekanizmalarına yerleşir. Bu tür hal bilgisini sadece sezer ve hissedersiniz ancak ifade edemezsiniz.

Saha çalışmasının benim açımdan en değerli yönü işte bu ‘insibağ ve inikas’ ortamının içine girip o hal bilgisine bir derece şahit olmamdır. Büyük bir üzüntü ile ifade etmek isterim ki, Alevilik çalışmalarının neredeyse tamamen gözden kaçırdığı husus işte Aleviliğin bu hal boyutudur. Hatta şunu da rahatlıkla söyleyebilirim: modern kent Aleviliğine yön veren Alevi aktörler de bu hal bilgisinden büyük oranda yoksun görünmektedir. Oysa bana soracak olsanız, hiç tereddütsüz Aleviliğin esas özünün bu hal bilgisi olduğunu söylerim.

1998 yılında yüksek lisansa başladığımdan bu yana Aleviliği araştırıyorum. Çocukluğumdan kalma anıları bir yana bırakırsam, sözünü ettiğim hal bilgisini ilk defa bu saha çalışmasında buldum; stabilize toprak yollardan bin bir güçlükle ulaşabildiğimiz o fakir köy evlerinde, sadece birkaç insanın kalbine hapsolmuş halde, tarih sahnesinden çekilmeyi beklerken.

Maddi açıdan son derece basit bir hayat yaşayan o insanlar, bana insanlığın aslında çok basit birkaç temel ilke üzerinde oturduğunu öylesine anlattılar ki benim bunu yazıya dökerek okuyucuya aktarmamın hiçbir imkânı yok. Demek istediğimi anlayabilmek için, örneğin, elinizde hiçbir hediye olmadan ve tamamen yabancı olarak vardığınız bir hanede o ailenin belki 15 günlük belki bir aylık gelirini harcayarak ağırlanmanız ve 2-3 saatlik bir görüşmenin sonunda ayrılırken sanki kırk yıllık dostunuzdan ayrılıyormuşsunuz gibi bir üzüntüyü yaşamanız lazım. Ve daha buna benzer birçok tecrübe…

Şunun altını çizmek isterim. Bizler inanç sistemlerini kitaplarda yazan soyut doktrinler ve kurallar üzerinden değerlendirmeye alışkınız. Halbuki inançlar ve dinler ancak insanla var olan olgulardır. O yüzden, bir inanç sistemini ancak mensuplarının yaşam tarzını nasıl şekillendirdiğine bakarak anlayabilirsiniz. Ve bazen hayattaki yansımalar kitapta yazanın tam tersi olarak tezahür edebilir.

Hele İslam dünyasında teori ve pratik arasındaki karşıtlıklara çok sayıda örnek verilebilir. Örneğin, İslam dinin tamamı ‘iman’ kavramı üzerine oturur. ‘İman’ Arapça ‘E-M-N’ yani Türkçe’ye de geçen ‘emanet’ veya ‘emin olma’ kökünden gelir. Bu kavram İslam dini bakımından o kadar temeldir ki Hz. Muhammed daha peygamber olmadan önce ‘el-Emin’ olmuştur. Siyer kitapları hayatı boyunca en ufak bir yalan söylemediğini, kimseyi aldatmadığını yazar. Hatta meşhur bir hadiste Hz. Peygamber Müslümanı ‘elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimse’ olarak tarif eder. Oysa bugün dünya geneline baktığınızda yolsuzluk ve yalanın en fazla İslam ülkelerinde yaygın olduğunu görürsünüz. Günümüzde ortalama bir Müslüman, örneğin, sol elle yemeye gösterdiği tepkinin onda birini, Ramazan’da oruç tutmamaya gösterdiği tepkinin yüzde birini, domuz eti yemeye gösterdiği tepkinin binde birini yolsuzluğa ve yalana karşı göstermiyor.

Demek istediğim, inanç sistemlerini anlayabilmek için sadece o inanca dair kitaplarda yazana bakmak yetmez. Belki bundan daha önemlisi o inancın hayata nasıl yansıdığını, toplumsal hayatı nasıl etkilediğini incelemeniz gerekir. Geleneksel Aleviliğin bu boyutu neredeyse tamamen Alevilik çalışmalarının dışında kalmış durumda. Benim bu projeden belki de en büyük kazancım Aleviliğin işte bu yönünü bizzat yerinde görerek öğrenmek oldu. Anlatmaya çalıştığım hal bilgisini tam olarak yazıya döküp okuyucuya aktaramasam da en azından ben bir parça biliyorum ve bu bilgi değerlendirmelerimi arka planda şekillendiriyor.

Alevi toplumundan ve genel olarak konuyla ilgili çevrelerden ne tür tepkiler aldınız?

Kitap çok iyi karşılandı. Hatta en beklemediğim kesimlerden oldukça olumlu geri dönüşler oldu. Şöyle ki, Alevi toplumu içinde bir sol ve seküler damar olduğu ve bu damarın dinden pek hazzetmediği malum. Geleneksel Alevilik ise tamamen İslam’ın içine gömülmüş durumda; bütün referansları İslam’ın kuruluş dönemine ve o dönemin başta Hz. Peygamber ve Hz. Ali olmak üzere kurucu önderlerine gidiyor. Dolayısıyla Alevi toplumu içindeki sol ve seküler damarın bu gerçeği bu kadar geniş tabanlı bir ampirik çalışma ile işleyen Geleneksel Alevilik’ten pek hoşnut olmayacağını tahmin ediyordum. Tahminimin tersine, bu kesimden birçok Alevi kitapta bir yönüyle kendi hayatının kayıp kesitini buldu, kitabı reddiyeci bir tutumdan ziyade nostaljik bir sempatiyle karşıladı.

Ancak bu dediğim daha çok kişisel fikir hayatında nispeten özgürce devinen insanlar için geçerli. Bunların dışında, bir de ideolojik tutumu siyasal kamplaşma ve çıkar ilişkileri ile kaynaşmış kesim var. Onlardan gelen kimi eleştiriler oldu. Bu eleştiriler bilginin kendisini anlamaya dönük bir kaygı gütmediğinden üzerinde durmaya veya cevap vermeye gerek görmedim.

Genel olarak ifade etmem gerekirse, kitaba gelen tepkiler Alevi toplumunun ortak bilincinin bir şeyleri yitirdiğini fark etmeye başladığını gösteriyor. Gençliği yetmişlerde sol hareketler içinde geçen ve o günlerde Alevi inancını kategorik olarak reddeden birçok Alevi bugün annesinin-babasının, ebesinin-dedesinin hayatından kesitler hatırlıyor ve o hayata henüz tanımlayamadığım bir sempati ve nostalji ile bakıyor. Geleneksel Alevilik bir bakıma bu arayışın ete kemiğe bürünmüş sonuçlarından biri oldu. Sohbetin başında açık yüreklilikle ifade ettiğim gibi, aynı kopukluk ve kayıp hissi benim kişisel hayatımın da bir parçasıdır.

Kitap akademik camiada nasıl karşılandı?

Akademisyen meslektaşlardan da birçok olumlu dönüş oldu. Ancak üzülerek belirtmek isterim ki bu dönüşlerin hepsi ya sosyal medya üzerinden ya da elektronik posta veya telefon yoluyla ifade edilen enformel değerlendirmelerden ibaret kaldı. Kitabın yayınlanmasından bu yana yedi ay geçmesine rağmen bilebildiğim kadarıyla henüz bir değerlendirme ve eleştiri yazısı yayınlanmadı. Esasen Türkiye’deki akademik hayatı göz önüne aldığımızda bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira bizde eleştirel değerlendirme (review) geleneği neredeyse ölmüş durumda. Nadiren yazılan kitap değerlendirmeleri ya övgü ya da yergi maksadıyla yazılıyor. Her ikisinin de fikir ve bilim hayatına olumlu katkısı yok. Ancak ben yine de bu fasit dairenin kırılmasını ve olumlu ve olumsuz yanlarıyla kitabın röntgenini çekecek değerlendirme yazılarının yayınlanmasını ümitle bekliyorum.  

Yarın: Aleviler, sol ve Kemalizm