“Su varlıkları öncelikle insani ve ekolojik amaçlı kullanılmalı!”

"Tüm içme suyu ihtiyacımızı ambalajlı sulardan karşılamak zorunda bırakıldık...Ambalajlı su kullanımı su varlıklarının daha hızlı tükenmesine yol açıyor, su krizini büyütüyor. Bu akıl almaz işleyişten tek karlı çıkan ise ambalajlı su şirketleri."

Su Hakkı Kampanyası 11 Kasım’da İzmir’de Karakedi Kültür Merkezi’nde  “Yaşam için Su” buluşması düzenlendi. İki oturum ve bir atölye ile gerçekleştirilen etkinlikte, dünyada ve Türkiye’de su krizi, krize karşı gelişen sosyal hareketler ve Mavi Topluluklar atölyesi ele alında. Sivil Sayfalar adına Su Hakkı kampanyası aktivistleri Nuran Yüce ve Özdeş Özbay ile biz de bir röportaj gerçekleştirdik.

 Öncelikle Su Hakkı Kampanyası’ndan bahseder misiniz?

Nuran Yüce

Nuran Yüce: Su hakkı kampanyası olarak 2010’dan bu yana faaliyet sürdürüyoruz. Büyüyen su krizine dikkat çekmek, su varlıklarının korunması, tüm canlıların suya adil erişiminin sağlanması ve suyun temel bir insan hakkı olarak tanınması için mücadele ediyoruz. Su meselesini salt bir çevre meselesi olarak ele almıyoruz. Bütüncül bir perspektifle ele aldığımız su krizi temel olarak azalan ve kirlenen su varlıkları ile ilgili. Ama bu krizi derinleştiren iki ana etmen var: Neo-liberal politikalar ve iklim değişikliği. Krizle derinleşen göç, ırkçılık, milliyetçilik, militarizm var. Bunların hepsinin temelinde de kapitalizmin işleyişi var. Hepsi birbiri ile bağlantılı, birbirini etkileyen sorunlar ve bu büyüyen sorun karşısında şimdiden insani ve ekolojik temellere dayanan çözümlerimiz neler olabilir, bunları nasıl hayata geçirebiliriz diye bir çabamız var. Açık Radyo’da her hafta salı günleri saat 16.00-16.30 arasında yayınlanan Su Hakkı programı yapıyoruz. Günlük giriş yaptığımız suhakki web sitemiz ile su gündemini bütün boyutları ile yansıtmaya çalışıyoruz. Sık sık aktivistler buluşması gerçekleştiriyoruz ve İzmir’de yaptığımız gibi yerellerde açık toplantılar yapıyoruz.  Şimdiye kadar ‘Türkiye’de Suyun Özelleştirilmesi ve Su Hakkı’, ‘İstanbul’un Su Krizi ve Çözüm Önerileri’, ‘Türkiye’de ve Dünyada Su Krizi ve Su Hakkı Mücadeleleri’ gibi çok sayıda kitap da yayınladık.

İzmir’de yaptığınız etkinliği vesile kılarak genel olarak su meselesi hakkında konuşsak ve çok sık duyduğumuz bir argümanı size yöneltsek “Su krizi kapımız da mı, susuz kalacağımız günler yakın mı?”

Bu soruya evet dememiz gerekiyor ama bu krizin neden, nasıl oluştuğunu söylemezsek çok eksik ve bir yanıt vermiş oluruz. Çünkü su krizi sadece nüfus artışına bağlı olarak gelişmiyor. Dünyadaki tatlı su varlıklarının sınırlı olması ne şu anda ne de gelecekte insanlar ve diğer canlıların temel ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz olduğu anlamına gelmiyor. Bunu şu veri açıkça gösteriyor. Geçtiğimiz yüzyılda dünya nüfusu üç kat arttı, su tüketimi ise altı kat arttı. Ayrıca nüfus artışı özellikle kişi başına (tüketilen) düşen su miktarının az olduğu gelişmekte olan ülkelerde oldu. Bu durum tatlı su varlıklarının tükenmesinde, kirlenmesinde esas meselenin nüfus artışından çok suyun nerede, ne için ve nasıl kullanıldığına bağlı olduğunu gösteriyor. Su varlıkları öncelikle insani ve ekolojik amaçlı kullanılmalı!. Oysa suyun ihtiyaç temelli değil de üretim için kullanım alanlarının genişlemesi tıpkı diğer doğal varlıklarda da olduğu gibi belli bir üretim aşamasına, kapitalizme tekabül ediyor. Kapitalist üretim içinde su artan oranda hemen her sektörde ham madde olarak ya doğrudan ya da üretim süreçlerinde dolaylı olarak kullanılmaya başlandı.  Bu aşırı kullanım ve kirlenmenin sonucunda ise su sorunu dünya gündeminde yer almaya başladı.

İzmir’deki atölye başlıklarında da su krizi konusunda neo-liberal politikalar ve iklim değişikliği üzerinde durduğunuz görülüyor. Öncelikle neo-liberal politikaların su krizini derinleştirmede nasıl bir rolü oldu, biraz açar mısınız?

Neo- liberal politikalar kapitalizmin krizine sermaye açısından çözüm üretmek için hayata geçirildi. 1990’lardan itibaren Dünya Bankası, IMF, Dünya Su Konseyi gibi küresel kuruluşlar aracılığı ile bu politikalar su alanına da giriş yaptı.  Bu kuruluşlar şunu savundular: “Su kıt bir kaynak, bu kıt kaynağı ekonomik bir değer olarak ele almak gerekir. Aynı zamanda su bir hak değil, bir ihtiyaç maddesidir. Kamu birimleri su hizmetlerinde tam maliyet prensibi ile daha kaliteli su hizmeti verilebilir, artan su fiyatları su israfını önleyecektir. Kamusal hizmetlerde yaşanan yolsuzluklar, bürokratik hantallık, özel işletmelerde yaşanmayacaktır.” Bütün bu savunduklarının uygulanması sayesinde de su tasarrufunun artacağını, su varlıklarının korunacağını iddia ettiler. Sermayenin krizine yanıt olarak üretilen neo-liberal politikalar söylendiğinin aksine doğal olarak, su varlık ve hizmetlerinin tam anlamıyla piyasaya açılmasına, su varlıklarının daha hızlı kirlenmesine ve tükenmesine yol açtı.  Artan su faturaları, kalitesi düşen su hizmetleri ile suya fiziki ve ekonomik erişim önünde engeller arttı. Örneğin kamunun yeterli yatırım yapmaması nedeniyle artık musluklardan su içemiyoruz. Tüm içme suyu ihtiyacımızı ambalajlı sulardan karşılamak zorunda bırakıldık. Ambalajlı suların üretilmesi, taşınması, depolanması ve şişelerin doğada çok uzun yıllar kalması gibi ekolojik açıdan maliyeti, fiyatının kat kat fazla olmasıyla da ekonomik açıdan maliyeti musluk sularına göre çok fazla. Ambalajlı su kullanımı su varlıklarının daha hızlı tükenmesine yol açıyor, su krizini büyütüyor. Bu akıl almaz işleyişten tek karlı çıkan ise ambalajlı su şirketleri.

İklim değişikliğinin de su krizini derinleştirdiğini belirtiyorsunuz. Aralarında nasıl bir bağlantı var?

Dünya ikliminin düzenleyicisi su varlıklarının her bir damlası iklim değişimden etkileniyor, birbirini etkiliyor. Okyanuslar, denizler;  ısınıyor, seviyeleri yükseliyor, daha asitli hale geliyor.  NASA’nın 1992 yılından bu yana uydu aracılığıyla topladığı verilere göre; okyanuslar 1992’den bu yana ortalama 7.6 santimetre, bazı bölgelerde ise 23 santimetreden fazla yükselmiş durumda. Şu ana kadar olan sıcaklık artışı bir derecenin biraz üstünde. Bunun bile deniz seviyelerini bir metreden daha fazla artıracağı söyleniyor. Bir metrelik bir artış ise; başta ada ülkelerini, Asya kıtasında yaşayan 150 milyondan fazla insanı etkileyecek. Şimdikinden bir ya da birkaç metre yüksek deniz seviyesi üzerinde esen fırtınaların yükselttiği, daha içerilere taşıdığı dalgaların yaratacağı yıkımlar var. Geçen ağustos ayında ABD’yi peş peşe vuran Harvey, Irma, Jose kasırgaları hali hazırda bunu gösterdi. Okyanus sularının 20-30 yıl öncesinde göre daha sıcak olması, denizlerin birkaç santim yükselmiş olması, fırtınaların hızını, süresini, şiddetini artırdı. Yağış rejimlerindeki değişiklik örneğin sıcaklık artışı ile artık daha az kar yağması, buzulların erimesi ile bunlardan beslenen nehir ve yeraltı sularının kapasitelerinde radikal düşüşlere yol açıyor. Sıcaklıkla birlikte buharlaşma oranları artıyor. Gezegendeki su miktarı değişmeden su döngüsü içinde hareket etmeye devam etse de aylar boyunca yağacak yağmurun saatler içinde yağması, on yılda bir görülen şiddetli kuraklığın birbirini takip eden yıllar içinde yaşanması, suya en çok ihtiyaç duyulan zaman ve yerde bulunmaması gibi birçok birbirini etkileyen unsur var.

Peki su krizine karşı Türkiye’de ve dünyada gelişen su adaleti hareketinin de bir parçası olduğunuzu söylemiştiniz. Bu hareket neyi savunuyor, su krizine karşı çözüm önerileri neler?

Özdeş Özbay

Özdeş Özbay: Dünyada yükselen su hakkı hareketi neo-liberal uygulamaların çökmeye başladığı 1990’larda ortaya çıktı. 1970’lerden itibaren IMF ve Dünya Bankası su ve hıfzıssıhha hizmetlerinin “verimsiz” kamu kurumlarından alınmasını ve özelleştirilmesini dayatıyordu. Büyük endüstriyel tarım ve enerji üretimi için dev barajları teşvik ediyor ve kaynak sağlıyordu. Kamuya hem en her hizmetinde kamu-özel iş birliğini dayatıyordu. Ancak kısa sürede özellikle dev baraj projeleri tepki görmeye başladı. Hem bu projeler için büyük yolsuzluklar ortaya saçıldı hem de barajlar milyonlarca insanı olumsuz etkilemeye ve göç etmeye zorladı. Kırsal su hakkı mücadeleleri olarak gruplayabileceğimiz bu hareketlerin en büyükleri Hindistan’daki Narmada Vadisi direnişi ve Amazonlardaki yerli halkların direnişidir. Tabii kırsal mücadeleler sadece baraj karşıtı hareketlerden oluşmuyor. Geçtiğimiz yıl petrol boru hattı projesine karşı su varlıklarının yok edilmesine karşı direnen ABD’li Kuzey Dakota yerlilerinin direnişi çok önemliydi. Bu mücadeleler, Ekvador Anayasası’nda yer alan “iyi yaşam hakkı” ve son yıllarda yasalaşmaya başlayan nehirlere “canlı varlık” statüsü gibi hukuki başarılar elde etmeyi başardılar.

Su ve hıfzıssıhha hizmetlerinin özelleştirilmesi ise kentsel su hakkı mücadeleleri açısından büyük önem taşıyor. Özelleştirilen hizmetler 1990’larda fiyatların aşırı yükselmesine, altyapı yatırımlarının azalmasına ve su kalitesinin kötüleşmesine neden olmuştu. 1990’ların ortasından itibaren İtalya’dan yükselen su mücadelesi dünyaya “müşterekler” kavramını kazandırdı. Böylece suya kamu-özel ikiliği içerisinden bakan yönetim anlayışına karşı katılımcı bir demokratik içerik sağlanmış oldu. Ayrıca bu başlangıç noktası dünyanın birçok ülkesine yayılan bir “yeniden belediyeleştirme” hareketinin oluşmasını getirdi. Bu hareket sayesinde 2000 ile 2014 yılları arasında tüm dünyada toplam 180 ‘yeniden belediyeleştirme’ vakasını yaşandı. Kentlerdeki su hareketlerinin diğer toplumsal hareketlerle birleşmesi Katalonya’da ve İrlanda’da yeni radikal sol koalisyonların oluşmasını da yol açtı. İspanya’da su hareketleri ‘Öfkeliler Hareketi’ sonrası diğer toplumsal hareketlerle birleşti. Katalonya’da bütün toplumsal hareketler “Müşterek Barselona” isimli bir yurttaşlar inisiyatifi kurdu ve 2015 yılında belediye seçimlerini kazandı. İspanya genelinde ise aynı seçimlerde Madrid, Valensiya gibi birçok büyük şehir radikal sol adayların eline geçti. 2016 yılında bu belediyeler ve su hareketleri İspanya’nın başkenti Madrid’te Kamusal Su İçin Şehirler Konferansı düzenlediler. Katılan belediyeler ortak bir deklarasyonla su müştereğini koruyacaklarını ilan ettiler. İrlanda’da İMF dayatması olarak uygulanmaya çalışılan su faturası uygulamalarına karşı Su Hakkı Hareketi İspanya’da olduğu gibi diğer toplumsal hareketler birleşerek “Kârdan Önce İnsan” platformunu kurdu. Bu platform 2016 seçimlerinde neo-liberalizm karşıtı diğer kampanyalarla ve sosyalist partilerle bir ittifak kurarak parlamentoya altı vekil göndermeyi başardı. Böylece hareketler su hakkını savunma durumundan çıkıp sosyal adaleti sağlama amacı güden bir çıkış yapmış oldular.