Sivil Toplumun Yeniden Düşünmesi Gereken Alan: Kaynak Geliştirme

Eğer kaynak geliştirmeyi yalnızca “maddi destek” arayışı olarak değil, bir topluluk inşası süreci olarak görürsek; kriz dönemlerinde ortaya çıkan geçici dayanışmalar, kalıcı bir toplumsal güce dönüşebilir.

Türkiye’de sivil toplum, bugün yalnızca toplumsal sorunlarla değil, kendi varlığını sürdürme mücadelesiyle de karşı karşıya. Artan ekonomik kriz, daralan fon kaynakları, kısıtlayıcı mevzuat ve kamusal alanın daralması; örgütlerin nefes borularını giderek tıkıyor. Bazı örgütler ofislerini kapatıyor, bazıları çalışanlarını azaltıyor, bazıları ise en temel giderlerini bile karşılayamaz hale geliyor. Ancak asıl sorun, bu tabloya yalnızca “para eksikliği” penceresinden bakmamızda yatıyor.

Yıllardır süren fon (hibe) merkezli yaklaşım, sivil toplumu bir tür proje üretim fabrikasına dönüştürdü. Birçok örgüt için “kaynak geliştirme” ifadesi, yalnızca yeni bir hibe çağrısına başvurmak anlamına geliyor. Oysa kaynak dediğimiz şey yalnızca finansal bir kavram değil. İnsan kaynağı, gönüllü emeği, topluluk desteği, itibarlı ilişkiler ve güven gibi unsurlar da örgütlerin gerçek sermayesini oluşturuyor. Dolayısıyla kaynak geliştirme, sadece fon bulma pratiği değil; örgütsel kültürün, dayanıklılığın ve toplumsal etki kapasitesinin de yeniden inşası anlamına geliyor.

Bugün Türkiye’de birçok sivil toplum örgütü, bağış toplama süreçlerinde mevzuattan kaynaklı engellerle karşılaşıyor. Yardım toplama yasası, izne tabi sistemler, vergi teşviklerinin yetersizliği, şeffaf bağış platformlarının azlığı gibi yapısal sorunlar örgütleri dar bir alana sıkıştırıyor. Bunun sonucunda, örgütler uluslararası fonlara bağımlı hale geliyor; bu da hem bağımsızlık hem de meşruiyet açısından kırılgan bir zemin yaratıyor.

Oysa dünyanın farklı yerlerinde sivil toplum bu döngüyü kırmak için farklı yöntemler geliştiriyor.

Toplulukla Birlikte Kaynak Yaratmak

Kenya’da Wangari Maathai tarafından kurulan Green Belt Movement, çevre koruma ile kadınların ekonomik güçlenmesini bir araya getiren örnek bir model. Kadın topluluklarının birlikte ağaç dikerek hem gelir elde ettiği hem de doğayı koruduğu bu yapı, kaynak geliştirmeyi toplumun kendi dayanışma potansiyeliyle bütünleştirmiş. Yani fon aramak yerine, topluluğun kendi emeğini kaynağa dönüştürmüş. Bu örnek bize şunu hatırlatıyor: bazen kaynak, zaten yanımızda olan insanlar ve onların bir araya gelme gücüdür.

Benzer bir yaklaşımı Tayland’daki Mae Fah Luang Foundation da uyguluyor. Vakıf, dağlık bölgelerde yaşayan topluluklarla birlikte el sanatları, yerel turizm ve sürdürülebilir tarım faaliyetleri yürütüyor. Böylece hem yerel üretimi teşvik ediyor hem de toplumun kendi gelirini yaratmasını sağlıyor. Buradaki modelin özü, “yardım” değil “birlikte üretim”. Bu da bize, yereldeki bilgi, emek ve dayanışma ağlarını birer kaynak olarak görmeyi öğretiyor.

Bağışçıyla Değil, Toplulukla Bağ Kurmak

Bir diğer ilham verici örnek, uluslararası sosyal girişim ağı Ashoka. Ashoka, yalnızca fon dağıtan bir kurum değil; aynı zamanda dünyayı değiştiren bireyleri, yani sosyal girişimcileri bir araya getiren bir topluluk. Ashoka’nın gücü, kurduğu ağın güvenine dayanıyor. Bağışçılar bu ağa yalnızca para yatırmıyor, aynı zamanda o topluluğun parçası oluyor. Bu, Türkiye’deki sivil toplumun da yeniden düşünmesi gereken bir mesele: biz gerçekten topluluk mu inşa ediyoruz, yoksa projeler etrafında geçici ortaklıklar mı kuruyoruz?

Çin’deki China Foundation for Poverty Alleviation da kaynak çeşitlendirmesi açısından dikkate değer. Vakıf, “fair trade e-commerce” modeliyle kırsal üreticilerin ürünlerini çevrimiçi pazarlarda satmalarını sağlamış. Böylece bağış ve hibeler dışında gelir elde eden, kendi kendine dönen bir sistem kurulmuş. Bu model, Türkiye’de özellikle yerel üreticilerle çalışan STK’lar için uygulanabilir: sivil toplum, yalnızca bir “yardım aktörü” değil, yerel ekonomiyi güçlendiren bir paydaş olabilir.

Bağımsızlık İçin Çeşitlilik

Latin Amerika’daki Pro Mujer örgütü, kadınlara yönelik mikro finansman, sağlık ve eğitim programlarını birleştirerek kendine özgü bir gelir modeli oluşturmuş. Üyelik aidatları, küçük ölçekli girişimler ve sosyal hizmet gelirleri örgütün finansal sürdürülebilirliğini sağlamış. Bu tür modeller, “gelir üretimi” kavramını sivil alanda yeniden tanımlıyor. Yani fon çekmek kadar, örgütün kendi üretkenliğini artırmak da bir kaynak geliştirme biçimi.

Benzer şekilde, Batı Afrika’da faaliyet gösteren küçük ölçekli örgütler de kendi üyelik sistemleri, bağış ağları ve hizmet temelli gelirleriyle ayakta duruyor. West African Civil Society Institute’un hazırladığı raporlarda vurgulandığı gibi, “donörsüz örgüt, kendi gündemini belirler.” Bu ifade, Türkiye’deki birçok örgüt için de düşündürücü. Fonların çekilmesiyle savunuculuk alanı zayıflıyorsa, bu durum bağımlılığın sınırlarını da gösteriyor.

Avrupa’da, özellikle Romanya’daki yerel STK’lar, gelir kaynaklarını çeşitlendirerek tek bir donöre bağlı kalmamanın yollarını arıyor. Küçük bağış kampanyaları, yerel etkinlik gelirleri ve özel sektör ortaklıklarıyla ayakta duran bu örgütler, finansal istikrarın küçük adımların toplamından geldiğini gösteriyor.

Asya’da, Hong Kong ve Endonezya’daki örgütler ise bağışçı ilişkileri yönetimi konusunda dikkat çekiyor. Bu kurumlar, düzenli iletişim, şeffaf raporlama ve gönüllü katılım mekanizmalarıyla destekçilerini elde tutmayı başarıyor. Türkiye’de sivil toplumun da benzer biçimde, bağışçıyla “bir seferlik ilişki” değil “sürekli etkileşim” kuran modelleri benimsemesi gerekiyor.

Birlikte Düşünmek

Tüm bu örnekler bize şunu gösteriyor: Kaynak geliştirme yalnızca fon aramak değil, örgütün kendi hikayesini nasıl anlattığıyla ilgilidir. Gönüllüler, bağışçılar, üyeler ve yerel paydaşlar bu hikâyenin kahramanlarıdır. Eğer onları sürece dahil edebiliyorsak, zaten kaynak yaratıyoruz demektir.

Ayrıca, Türkiye’nin toplumsal dokusu, dayanışma kültürü açısından büyük bir potansiyel taşıdığını da unutmamak gerekir. Depremler, sel felaketleri, yangınlar gibi kriz anlarında milyonlarca insanın gönüllü seferberliğe katılması, bu potansiyelin ne kadar güçlü olduğunu gösterdi. Fakat bu enerji, genellikle “olağanüstü haller” ile sınırlı kalıyor. Asıl mesele, kriz anlarında ortaya çıkan bu refleksi kalıcı yapılara dönüştürebilmek. Gönüllülüğü, bağışçılığı ve birlikte hareket etme kültürünü yalnızca afet dönemlerinde değil, gündelik hayatın bir parçası haline getirmek gerekiyor.

Belki de sormamız gereken temel soru şu: Biz, sivil toplum olarak kendi hikâyemizi ne kadar iyi anlatıyoruz? Bu hikâyeye kimleri, hangi dille, nasıl davet ediyoruz? Eğer kaynak geliştirmeyi yalnızca “maddi destek” arayışı olarak değil, bir topluluk inşası süreci olarak görürsek; kriz dönemlerinde ortaya çıkan geçici dayanışmalar, kalıcı bir toplumsal güce dönüşebilir.

Bugün Türkiye’de sivil alanın en büyük ihtiyacı, tam da bu: dayanışmayı sürekliliğe dönüştürmek, güveni yeniden inşa etmek ve kendi ayakları üzerinde durabilen örgütler yaratmak.
Kaynak geliştirme, belki de yeniden hatırlamamız gereken en insani şeydir: paylaşma, birlikte üretme ve bir arada kalma becerimiz.

Ahmet Doğan

Üyelik Tarihi: 23 Ekim 2025
1 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör