Küresel köyden çoklu krizlere: Dünya nereye gidiyor?

Son 20 yılda dünyanın bu hızlı değişimi sırasında sivil toplum yaşadığımız dünyayı, değişimleri, fırsatları ve tehditleri görebildi mi? Belki de daha önemli soru, sivil toplum bütün bunları umursadı mı? Uzun vadeli değişim stratejileri geliştirmek bir yana, gündelik sorunlara bile yeterli tepki gösterebildi mi?
90’lı yılların ikinci yarısında hangi konuda olursa olsun, bir söz söyleneceği zaman neredeyse her zaman söze “küreselleşmenin dünyayı küçük bir köye çevirdiği bugünlerde” diye başlanırdı. Kelimeler farklı seçilse de ister küresel bir ekonomi forumu, ister bir okul mezuniyet töreni, isterse bir muhalefet toplantısı olsun; zamanın ruhu buydu: Küreselleşme.
SSCB ve Doğu Bloğu ülkelerindeki kendini sosyalist olarak tanımlayan baskıcı devlet kapitalisti rejimler yıkılmıştı. İki büyük kutup arasındaki, “kapitalist batı” ile “komünist blok” arasındaki soğuk savaş son bulmuştu. Artık, dünyada kutuplar olmayacaktı. On yıllardır süren küresel statüko birkaç yıl içinde paramparça olmuştu. Kimileri sadece umutlu değil aynı zamanda heyecanlıydı. Artık kutupların olmaması ve soğuk savaşın sona ermesiyle bütün dünyanın bir araya geleceği düşünülüyordu. Hatta savaşlar yavaş yavaş sona erecek, zamanla sınırlar bile anlamsızlaşacaktı. Bir anlamıyla “tarihin sonu gelmişti”.
Ne var ki, “kutupsuz dünya” çatışmasız bir dünyayı getirmedi. ABD, bu yeni dünya düzeninin kaptan koltuğunu korumak için çaba sarf ederken, Rusya ve Çin ise yeni güçler olabilmek için atağa geçtiler.
Savaşsız bir dönem olacağı müjdelenen bu yeni dönem çok kanlı başladı ve çok kanlı devam etti. Bu yeni dönem; Balkanlar, Afrika, Ortadoğu başta olmak üzere bütün dünya için büyük acılar getirdi. Büyük küresel güçlerin, bu yeni dünya düzenindeki rekabetinde yürüttükleri vekalet savaşlarının bedelini bölgesel çatışmalarda milyonlarca insan yaşamıyla ödedi.
Diğer yandan dünyayı küçük bir köye çevirecek olan yeni liberal politikalar, içinde Türkiye’nin de yer aldığı onlarca ülke için büyük krizler yarattı. Gelir adaletsizliğinin acımasızca derinleştiği, kamu hizmetlerinin özelleştirildiği, şirketlerin kamusal yaşamdaki etkisinin ve kontrolünün denetimsizce arttığı bir piyasa düzeni dünyası bu ülkelerdeki yaşamı derinden sarstı.
Yeni milenyumun ilk 10 yılına damgasını vuran da, tam da bu küreselleşme adı verilen yeni ve en az önceki kadar acımasız döneme sesini çıkaran bir hareket oldu: Kelimenin gerçek anlamıyla küresel ölçekte sıradan insanların bir araya geldiği alternatif küreselleşme hareketi. Bu hareketler kimi ülkelerde özelleştirmelere karşı, kimi ülkelerde demokrasi için, ama bütün dünyada savaşa karşı yüz milyonlarca insanı bir araya getirmeyi başardı.
Küresel rekabet kızıştıkça ve ABD dışındaki aktörler palazlandıkça, küreselleşmenin güzel ve umutlu maskesinin ardındaki rekabet de kızıştı. ABD, Çin ve Rusya arasındaki küresel rekabetin yanı sıra, irili ufaklı pek çok bölgesel güç de (tıpkı Türkiye gibi) bu rekabetten payını kopartmak için canını dişine taktı.
Son 10 yıl ise bütün dünyada ekonominin, sosyal yapıların, demokrasinin, barışın ve ekolojinin üst üste darbeler aldığı bir dönem oldu. Rekabet sadece sıcak çatışmaları arttırmakla kalmadı, aynı zamanda gezegeni yok oluşun eşiğine sürükleyen iklim krizinin gözle görülür etkileri de kendini büyük afetler olarak göstermeye başladı. Gezegende her anlamda alarm zilleri çalmaya başladı ve bu zillerin sesi gün geçtikçe artıyor.
Bugün, 90’larda anlatılan umutlu masal yerini karanlık bir Grimm Kardeşler hikayesine bırakmış görünüyor. Artık zamanın ruhunu yansıtan cümleler küreselleşmenin getireceği mutluluk ve refah değil. Şimdi nerede olursa olsun, konuşmalar başka bir cümleyle başlıyor. Zamanın ruhunu yansıtan klişe artık “çoklu krizler çağı”.
Yaşadığımız dönem bir savaş çağı. Bölgesel savaşlar, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile küresel bir savaşa doğru ilerliyor. Uzun yıllar sonra nükleer silahların kullanımının gerçek bir olasılık haline geldiği bir dönemdeyiz.
Yaşadığımız dönem bir yok oluş çağı. Küresel iklim krizinin nedenlerine karşı gerçekçi hiçbir önlem alınmadı. Gezegenin yok oluşu asla bir metafor değil. Çok kısa bir süre sonra artık asla geri dönemeyeceğimiz noktayı geçeceğimiz ve yüzyıla kalmadan gerçekleşme olasılığı çok yüksek, çok gerçek, çok yakın, çok açık bir tehdit. Belki de tehdit demek de yanlış. Şu an ilerlediğimiz yolun sonundaki gerçeklik bu.
Yaşadığımız dönem bir adaletsizlik ve yoksulluk çağı. Yapay zekanın, robotların, akıllı cihazların dünyasında açlık, gelir adaletsizliği ve yoksulluk hiç olmadığı kadar büyük bir tehdit. Sadece Türkiye’de değil, “gelişmiş ülkeler” de dahil olmak üzere bütün dünyada hüküm süren trajikomik bir yapay konut krizi içinde yaşıyoruz. Milyarlarca insan için, sanki bu koca dünya üzerinde barınabilecekleri bir avuç toprak yokmuş gibi, barınmanın bile bir sorun, aralıksız bir kaygı haline dönüştüğü bir dönemdeyiz.
Yaşadığımız dönem bir otoriterleşme dönemi mi, emin değilim. Otoriterleşmenin etkilerini çok derinden gösterdiği ise kaçınılmaz bir gerçek. Dünya nüfusunun çok büyük kısmı otoriter ve / veya aşırı sağcı iktidarlar tarafından yönetiliyor. Demokratik alan her yerde ve çok hızla daralıyor. Küreselleşme masallarının vazgeçilmez parçası olan temel insan haklarının da genişlemek bir yana her gün biraz daha gerilediği bir dönemdeyiz.
Son olarak yaşadığımız dönem bir teknoloji çağı demek isterdim. Bunu dersek çok haksız da olmayız elbette. Ancak teknolojinin toplumsal yaşamdaki etkisine baktığımızda daha farklı bir görüntü ortaya çıkıyor. Dünyayı “küresel bir köye çeviren” internet teknolojilerinin minicik cihazlarla cebimize girmesiyle soyut bir teknolojik değişim gerçekleşmedi. En büyük değişim, her alandaki olumlu ve olumsuz etkilerin yanı sıra toplumsal ve sosyal alanda gerçekleşti. Sadece distopik bir dünyada yaşamamızdan, telefonların hayatımızı “ele geçirmesinden” bahsetmiyorum. Artık toplumsal yaşamın önemli bir kısmı dijitalleşti. Artık “gerçek hayat” ile “online hayat” birbirinden kopamayacak şekilde iç içe geçmiş durumda. Bu durumda en çarpıcı gerçek ve döneme damgasını vuran şey, dijital dünyanın birkaç şirket tarafından yönetiliyor olması. X, Facebook, Instagram -ve birkaç şirket daha- “dijital toplumsal yaşamın” gerçekleştiği alanların çok büyük bir çoğunluğunun tek ve mutlak sahibi.
Sivil Toplum bu çağın neresinde?
90’lı yıllarda başlayan hikayede sivil toplum da önemli bir yere konumlandırılıyordu. Sivil toplum, toplumsal uzlaşının, gelişimin ve değişimin bir aktörü olarak tanımlanıyor ve çoğunlukla kontrollü, steril bir alanda kısmen de olsa destekleniyordu.
Peki bu yeni hikayede sivil toplum nerede?
Son 20 yılda dünyanın bu hızlı değişimi sırasında sivil toplum yaşadığımız dünyayı, değişimleri, fırsatları ve tehditleri görebildi mi? Belki de daha önemli soru, sivil toplum bütün bunları umursadı mı? Uzun vadeli değişim stratejileri geliştirmek bir yana, gündelik sorunlara bile yeterli tepki gösterebildi mi?
Alan da zaman da daralıyor
Sivil toplum da, yaşamın her alanı gibi bu yeni hikayede kendine yeni bir yol bulmak zorunda. Sağ popülizm ve otoriterlik baskın hale geldikçe sivil toplumun bastırıldığını, silikleştiğini ve “oyun dışı” bırakıldığını söylemek çok şaşırtıcı olmasa gerek. Trump’ın göreve gelir gelmez dış yardımları tamamen kesmesi sadece onun kişisel çılgınlığı değil, genel bir eğilimin parçası. Son bir yılda ABD’nin yanı sıra İngiltere, İsveç, Almanya, Fransa ve Hollanda da başta insani yardım olmak üzere sivil toplum ve yardım fonlarını ciddi oranda azaltacaklarını ilan ettiler. Avrupa Birliği’nin iç dinamikleri bozuldukça ve siyaseti istikrarsızlaşıp demokrasi, genişleme gibi başlıklar yerini güvenlik konularına bıraktıkça, özellikle hak temelli kurumların “can damarı” olan fonların geleceği hiç parlak görünmüyor.
Otoriterliğin hegemonyasının toplumun nefesini kestiği Rusya, Macaristan ve Türkiye gibi ülkelerde ise, sivil toplum üzerindeki baskılar yeni liberal masalların anlatıldığı yıllarda hiç kimsenin inanmayacağı seviyeleri çoktan geçmiş durumda. Rusya bu konuda bütün otoriter rejimlerin rol modeli olarak çok net bir tasvir sunuyor: Neredeyse bütün uluslararası kurumların kapatıldığı, LGBTİ+ haklarını savunmanın yasadışı ilan edildiği, her kurumun her an “dış mihrak” ya da “etki ajanı” ilan edilebildiği ve pratikte ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve gösteri özgürlüğünün tamamen imha edildiği bir sivil toplum alanı.
Türkiye’de olan biteni tekrar konuşmaya gerek var mı? KHK’larla kapatılmış dernekler, üye bildirim zorunlulukları, kurumların tepesinde sallanan ve kurumların her türlü işleyiş ve etkisini kendi politik vizyonu ile değerlendirerek parmak sallayan denetim mekanizmaları, 80 darbesinin ürünü olan yardım toplama kanunun akıl almaz bir zorlama ile derneklerin kaynak yaratmasının önünde bir engel olarak dayatılması. Bu sonuncusu yeni olmasa da, çok hayati bir sorun. STK’ların insanlardan bağış almasını neredeyse imkansız hale getiren yardım toplama kanununun garip uygulaması, bir duvar gibi işlev görüyor. Bu yüzden kurumlar bireylerden bağış isteyemez hale geldikçe toplumla bağları kopuyor. STK’lar bağış toplamaları için engellendikçe, zaten ekonomik ve sosyal olarak bağışın önündeki devasa engelleri aşmanın çok güç olduğu koşullarda gerçekte örgütlenme özgürlüğünden koparılıyorlar.
Çuvaldızımızı kim çaldı?
Dünya değişirken, bildiğimiz dünya bir kez daha büyük kırılmalar yaşarken ve o klişenin toplumsal gerçekliğimiz haline geldiği yani çoklu krizler çağında yaşarken, sivil toplum aktörleri nerede, ne yapıyor?
Bütün bu gidişat karşısında, sivil toplum aktörleri hem kurumlar hem de bireyler olarak ne yaptı? Belki de kral çıplak demenin vakti çoktan geçti. Haksız yere cezaevlerinde ömrünü geçiren, geçirmesi için büyük çaba harcanan ve kampanyalar yapılan “sivil toplum insanları” yokmuş gibi davranan bir sivil toplum olduğu gerçeğini görmezden gelebilecek miyiz örneğin?
Büyükada’dan Gezi’ye kadar pek çok örnekte kafasını giyotinde hisseden sivil toplum, kendisine dokunulmayan alanlarda bile “ses çıkarmayalım, belki bizi görmezler” diyerek seyirci konumuna geriledi. Bunu görmezden gelmeye devam edebilir miyiz?
Toplumla bağ kurmayan ya da bağ kurmayı “onun için bir şeyler yapmak” olarak gören ve topluma yabancılaşan bir sivil toplum gerçeğini konuşmayacak mıyız örneğin? Toplumsal hareketler gerçek bir değişim için çaba gösterirken veya hiç değilse bir direnç gösterirken kıçı dışarda kalmış bir devekuşu gibi kafasını kuma gömen bir sivil toplum gerçeğini yok sayacak mıyız?
Çuvaldızı daha derine batırmadan bir parantez açmak istiyorum. Bu acı gerçekleri söylerken elbette bunlar için çaba sarf eden çok sayıda insan ve az sayıda kurum olduğunun farkındayım. Ne var ki, bunları artık konuşmamız gerek. Açıkça ve dürüst bir şekilde. “Erkek faildir” denince hop oturup hop kalkıp “ben de mi failim yani” diyen bir erkek pozisyonuna düşmeden; kendi toplumsal konumumuzu, rolümüzü ve görevimizi görmekten, anlamaktan ve en önemlisi de değiştirmekten korkmadan çuvaldızı kendimize batırabilmemiz gerek artık. Kendimizi “kırbaçlamak” için değil, artık konuşmadıklarımızı konuşarak yeni bir gelecek, yeni bir umut, yeni bir değişim anlayışı yaratmak için, gerçekliğimizi konuşmak gerekmiyor mu? PEST, SWOT ve ihtiyaç analizlerimizi biraz da aynaya bakarak yapmanın vaktinin çoktan geçmedi mi?
Bu çuvaldızdan ne ben, ne herhangi bir birey ne de herhangi bir kurum muaf. Hiçbirimiz muaf olmamalıyız da. Eğer bu sorular sizi “sinirlendiriyor” ise size soracağım tek bir soru var: Bunun sebebi bu yazılanların tamamen yanlış olması mı yoksa bu gerçeklerin konuşuluyor olması mı?
Son 20 yılda sivil toplum kendi elitlerini yaratmadı diyebilir miyiz örneğin?
İçinde bulunduğumuz durumda şunların hangisinin tamamen yanlış olduğunu söylemek mümkün?
Toplumsal değişime hiçbir katkısı olmadığı halde panel panel sivil toplum anlatan; değişime dair ne umudu, ne bilgisi, ne de fikri olmayan bir entelijansiya ile, işini sadece teknik uygulamalardan ibaret gören teknokratların olduğu ve toplumdan kopuk bir sivil toplum.
Toplumdaki dinamikleri, değişimleri görmeyen, anlamayan ve umursamayan bir sivil toplum.
Bir güç odağı olarak devletleri, şirketleri gören, kol kola giren bir sivil toplum.
Belki bazılarına çok ağır gelecek ama devletlerin savaşlarını sürdürülebilir hale getiren, şirketlerin yeşil/pembe ve çeşitli yıkama işlerinin taşeronluğunu yapan bir sivil toplum.
Adında barış olan ama savaşa karşı çıkamayan kurumların, hayatında hiçbir toplumsal değişim aktörünün parçası olmamış ama sivil toplum adına söz söyleyen bireylerin olduğu bir sivil toplum.
Ve en önemlisi, kendi sorunlarını asla konuşmayan ve kolun kırılıp yenin içinde kaldığı bir sivil toplum.
Değişim nasıl başlar?
Sadece sorunları konuşarak sorunları çözemeyeceğimiz de bir gerçek. Agresif, hesap soran bir tavırla, birbirimizin koluna girmeden de sorunları asla çözemeyeceğiz. Dünyanın bu halde olmasının esas sorumlusu da elbette sivil toplum değil. Fakat, sorunlarımız olduğu gerçeğini görmezden geldikçe, sorunların sadece bir parçası değil o sorunları yaratan sistemin de bir parçası haline geldiğimiz de bir başka ve çok acı bir gerçek.
Evet, dünya her geçen gün yeniden ve yeniden kuruluyor. Yaşadığımız çağ büyük krizlere ve büyük değişimlere gebe. Eğer gerçekten bu dünyadaki değişimin aktörleri olmak istiyorsak, yeni gerçeklikteki sorumluluğumuzu kabul ederek bazı zor konuları artık konuşmak zorundayız.
En temel nokta, hem kendimize karşı dürüst olmak hem de diğer değişim aktörleriyle dayanışma içinde hareket etmek olmalı. Birbiriyle rekabet haline değil birbirini kollayan, dayanışmayı sadece süslü bir söz değil, nefes almak kadar olağan hale getiren bir pratiği birlikte bulmamız gerekiyor.
19 Mart süreciyle başlayan yeni süreçte atılan adımlar bu nedenle bize tarihsel bir fırsat veriyor. Bir yandan sivil alanı genişletmek ve nefes alma alanlarımızı en azından daha da kaybetmemek için yan yana gelirken, bir yandan da kendi gerçekliğimizle yüzleşmekten çekinmeden ama çözüm odaklı bir anlayışla sivil toplumu yeniden kurgulayabileceğimiz bir fırsat.
“Nerdesin aşkım – burdayım aşkım”, “yaşasın kadın dayanışması” sloganlarındaki umuttan, cesaretten ve dayanışmadan öğrenen, kendi deneyimlerini ne küçümseyen ne de fetişleştiren, belki de en önemlisi kendisini ve etkisini yeniden kurgulama cesaretini gösteren bir sivil toplum için artık konuşmanın, birlikte yenilenmenin vakti değil mi?
Ne dersin?
Bizi Takip Edin