‘Nükleer Enerji İklim Krizine Karşı Çözüm Değil Bilakis Tehdit’

Nukleersiz.org Koordinatörü Pınar Demircan’la yaptığımız söyleşinin ikinci ve son bölümünde Demircan, nükleer santrallerin kurulumundan tasfiyesine her aşamasında insan ve çevre sağlığı ile ülke ekonomisine büyük zararlar vereceğini, iklim krizini yavaşlatmak için çarenin rüzgâr ve güneş enerjilerine yönelmek olduğunu anlattı. 

Pınar Demircan, nükleer santrallerin kurulumundan başlayan negatif etkilerinin çalıştığı dönemdeki devasa riskler ve çevreye verdiği zararla devam ettiğini, tasfiye kararından sonra da hem çevreye hem de ekonomiye zarar vermeyi sürdürdüğünü söylüyor. Demircan, “Nükleer santraller çözümlenememiş atık sorunu, aşırı maliyetli süreçlerinin yanı sıra tüm yakıt çevrimi içinde değerlendirildiğinde (uranyum madenciliği-yakıt üretimi-yakıt sevkiyatı-tesis inşaatı-atık süreci) nükleer enerji üretiminin güneş enerjisine göre 6, rüzgâr enerjisine göre de 3 kat daha yüksek karbon salımına yol açtığı bilimsel olarak ispatlanmıştır,” diyor. 

Nukleersiz.org ve nükleer karşıtı mücadele veren diğer dernekler, sıklıkla nükleer enerjinin temiz enerji olmadığını vurguluyor, taşıdığı tehlikelerin altını çiziyor. Nükleer enerjinin iklim krizine karşılık çözüm önerisi olarak sunanlara karşı sizin argümanlarınız nelerdir? Nükleer enerji iklim değişikliğini önleyebilir mi? 

Pınar DemircanNükleer enerjinin iklim krizine karşı çözüm değil bilakis tehdit olduğuna dair iddiamız nükleerin salt bir enerji kaynağı olmadığı gerçeğine dayanıyor çünkü yaşamın devamlılığı ancak ekolojide yaratılan tahribat üzerinden bize kötücül formlarda dönmeyecek bir enerji türüyle mümkün olabilir. Yani enerjinin astarı yüzünden pahalı olmamalıdır. Nitekim kömürün riskleri, emisyonları artırdığı artık küresel çapta anlaşıldı ve kömürden vazgeçiliyor. Esasen Çernobil Nükleer Felaketi’nin ardından Avrupa’da 10 yıl boyunca nükleer santral kurulmamıştı. En son Fukuşima Nükleer Felaketi meydana geldiğinde Almanya tüm sanayisini besleyen elektrik üretiminin %30’unu sağladığı nükleer santralleri kapatma kararı aldı ve bu kararını 2022’de tüm reaktörlerini kapatmış olmak için adım adım uyguluyor, 11 reaktörünü kapattı ve kapatılmayı bekleyen altı reaktörü kaldı. Benzer şekilde Belçika, İspanya ve İsviçre 2030 itibariyle nükleer santrallerini tekrar açmamak üzere kapatma yani söküm kararı aldı. Almanya’nın kömürlü termik santrallerini de kapatma kararı aldığını biliyoruz. 

Bu noktada şunu hatırlatmak istiyorum: Almanya 2019’da ilk kez, hidro-olmayan yenilenebilir enerji kaynakları (güneş, rüzgâr ve esas olarak biyokütle) nükleer santrallerden daha fazla enerji üretti. 2020’de nükleer üretimdeki önemli düşüşle aradaki fark genişledi ve yenilenebilir kaynaklar küresel olarak nükleer reaktörlerden yüzde 16,5 daha fazla elektrik üretti. 2020’de ise Almanya’nın 573 trevatsaat elektrik ürettiğini bunun 557 teravatsaatini tükettiğin görüyoruz. Türkiye’de ise üretimin 291 teravatsaat, tüketimin 290 teravatsaat olarak gerçekleştiğini görüyoruz. Yani Almanya dev sanayisini yenilenebilir enerjilere dayandırarak mevcut nükleer santrallerini kapatmanın maliyetlerini de göze alarak nükleer enerji üretiminden vazgeçiyor. 

“Türkiye Güneş ve Rüzgâr Enerjisi Üretiminde Neden Almanya’yı Geçemesin?”

Almanya’nın yarısı kadar elektrik üreten ve tüketen Türkiye bu niye yapamasın? Kaldı ki Türkiye’de güneş elde edilen zaman süresi Almanya’ya göre 1000 saat daha fazla. Türkiye’de ihtiyaç duyulan elektriğin yalnızca %6’sı güneşten elde edilirken, yani Almanya’da yüzde 60 daha az güneş kapasitesi olmasına rağmen Türkiye’de üretilen güneş enerjisinin 46 kat fazlasını üretiliyor. Rüzgâr konusunda da benzer bir durum söz konusu: Almanya’da rüzgârdan elde edilen elektrik enerjisi ile tüketiminin yüzde 21’i karşılanırken ve Türkiye rüzgâr konusunda da Almanya’dan üç kat daha yüksek kapasiteye sahipken rüzgâr enerjisinden üretimi Almanya’nın yarısı kadar. Ayrıca Almanya 2022’de nükleerden çıktığı gibi 2038’de kömürden çıkmış olacak. Yani nükleeri de iklim krizine bir çare olarak görmüyor, iklim krizi açısından kapatılması elzem olan kömürden çıkışını da nükleerden sonraya bırakıyor! Bununla birlikte güneş ve rüzgârın istihdam olanaklarının nükleere göre en az 3 kat daha fazla olduğunu da belirtmeliyim. 

“Nükleer Santrallerin Söküm ve Atık Süreci de Çok Maliyetli”

Almanya’nın Fukuşima Nükleer Felaketi’nden ders çıkararak nükleer enerji üretiminden vazgeçmesinin arkasında Japonya’daki gibi bir felaketin meydana gelmesi halinde ilk günlerde açıklanan 250 milyar dolarlık kazanın maliyetinin bugün 750 milyar dolara ulaşmış olmasıyla da ilgisi var, kaldı ki izleyen yıllarda Fukuşima’nın maliyeti 1 trilyon doları da aşacak. Zira daha onlarca yıl nükleer atıklarla da uğraşılması gerekiyor. Yani nükleer tesis sökülse dahi sorunlar devam etmekte, hep ek önlemler alınması, yeni maliyetlerin yüklenilmesi gerekecek. 

Bu öyle maliyetli bir süreç ki nükleer risklerin bilincinde olan çoğu ülkenin dahi nükleer santrallerini kapatmaktan kaçınmasının da nedeni. Zira mevcut siyasi iktidarlar bu sorun ve maliyetli süreçleri üstlenmek istemiyor. Esasen Almanya nükleer enerji üretiminden çıkmış olunca da sırada söküm süreçleri ve atık bertaraf süreçleri bulunduğundan nükleer sınavı bitmiş değil, yine bu proseslere insan ve maddi kaynak ayırmak zorunda kalacak. Örneğin; bugün ülkenin elinde 20 bin ton nükleer atık var, bunlar kimsenin kendi bölgesinde ya da “arka bahçesinde” istemediği atıklar. Almanya’da nihai nükleer atıklar için kalıcı milyonlarca Euro maliyet anlamına gelen kalıcı depolama alanı araştırmaları devam ediyor. 

Nükleer santrallerin bu söküm ve atık süreçleri dahil ekoloji ve yaşamın devamlılığı açısından riskleri saymakla bitmez, bu röportaja da sığmaz. Bunun için ilgilenen okuyucularımızı nükleersiz.org web sitemizde nükleer riskleri, karşı çıkış nedenlerimizi 100 nedende topladığımız sayfaya davet edeyim.

Nükleerin genel risklerine ek olarak, iklim krizine çözüm olamayacağını esas alan “Do not Nuke The Climate/Türkçe tercümesiyle İklimime Nükleer Bulaştırma!”  adında dünya çapında bir kampanyanın başlatıldığını belirtmek isterim. Biz de bu kampanyanın aktif bir üyesi olarak Türkiye’de yaygınlaştırılmasına çalışıyoruz.

“Akkuyu Nükleer Santrali’nin İnşaatı Dahi Yaşamın Kendisine Düşman”

Nükleer yakıtın çıkartılıp işlenip, ömrünü tamamlamasına kadar geçen yaşam çevrimine “Nükleer Yakıt Çevrimi” denir. Yakıt çevriminin ön kısmı olarak adlandırılan süreç, uranyumun reaktörde kullanılmak amacıyla yerin altından çıkartılması ki burada da radyoaktif atıklar ortaya çıkar; kimyasallarla işlenmesi, zenginleştirilmesi ve yakıt imalatı aşamalarından oluşur. Elektrik üretimine başlandıktan 3 yıl sonra yakıtın reaktörden çıkartılmasını izleyen ve havuza alınarak gerçekleştirilen depolama süreçleri, havuzdan alınıp yeniden işleme tabi tutulması (bu aşamada denizaşırı sevkiyat da söz konusu) ve nihayet kalıcı depolama/jeolojik depolama süreçleri nükleer yakıt çevriminin kendisidir. Bu yakıt çevriminin her aşamasında karbon salınır. Bu prosesler benzin, mazot kullanılarak doğa tahrip edilerek gerçekleştirilmektedir. Ayrıca bu proseslerin her biri karbon salımı olan proseslerdir. Karbon salımı demişken tertemiz Akdeniz’in Akkuyu Plajı’nın, kum zambaklarının kökünü kurutan, fokların yaşam alanını yok eden Akkuyu Nükleer Santrali’nin görüntüsü bile, nükleer enerji tesisi inşaatının dahi ekolojiye dolayısıyla iklime yani yaşamın kendisine nasıl düşman olduğunu göstermez mi? 

Toparlayacak olursam nükleer santraller çözümlenememiş atık sorunu, aşırı maliyetli süreçlerinin yanı sıra tüm yakıt çevrimi içinde değerlendirildiğinde (uranyum madenciliği-yakıt üretimi-yakıt sevkiyatı-tesis inşaatı-atık süreci) nükleer enerji üretiminin güneş enerjisine göre 6, rüzgar enerjisine göre de 3 kat daha yüksek karbon salımına yol açtığı da bilimsel olarak ispatlanmıştır. Bunun için bilimsel bir kaynak da paylaşabilirim. (Sovacool, B.K Valuing the greenhouse gas emissions from nuclear power: A critical survey, Energy Policy,Volume 36, Issue 8, 2008)

Almanya, İsviçre gibi ülkeler nükleer santrallerini kapatma kararı alırken Türkiye yeni nükleer santral kurmanın peşinde. Türkiye’de Mersin ve Sinop’ta yapımları süren nükleer santraller durdurulmazsa ne gibi tehlikelerle karşılaşmak olası? Burada en çok akla gelen şey Çernobil ya da Fukuşima gibi kazaların yaşanma olasılığı. Ama bu çeşit kazalar olmasa dahi, normal işleyişiyle de nükleer santrallerin çevreye verdiği zararlar neler? 

Türkiye’nin hâlihazırda Mersin’de devam eden Akkuyu Nükleer Santral Projesi’nden vazgeçmesi gerekiyor. Esasen Türkiye’de nükleeri bir enerji kaynağı olarak gören, geleceğin teknolojisi olarak değerlendirenlerin bile Türkiye’deki nükleer santral projelerine karşı çıkması gerekiyor. Nükleer santrallerin genel tehlikelerini, risklerini nükleer enerjiyi savunanlar ya bilmez ya da gerçekleşmesi düşük riskler olarak görür tecrübe etmeden anlamayacaktır fakat bu ülkenin gerçeklerini gören bilen, bilenlerin bilmeyenlere, görmek istemeyenlere anlatması lazım çünkü herkesin Akkuyu Nükleer Santrali’nin kurulmasına karşı çıkması Sinop’taki projenin ise başlatılmasına engel olması gerekiyor. Yani size 3’lü bir yelpazeden bahsediyorum:

  • Nükleere özgü nedenler (ekolojik olmaması, savaş teknolojisi olması),
  • Nükleer santrallerin kurulması için uluslararası sözleşme yapmak ve bunu yap-sahip ol-işlet formatında Ruslara teslim etmek dâhil şeffaflık ve hesap verebilirlikten uzak olma durumu yani bizim ülkemize özgü nedenler (siyasi nedenler).

Bunların içine Akkuyu NGS’de 2019’da meydana gelen reaktör temelinin inşaatının çökmesini, geçen sene yaşanan ve bir kilometrekare mesafede evlerin arabaların camlarının kılınmasına neden olan patlamanın ve daha birkaç gün önce Akkuyu NGS trafosunda çıkan yangının meydana geliş sebeplerini de ekleyelim. Bunlar sıradan olaylar değildir, bu ülkede nükleer enerjiyi savunanların bile Türkiye’de nükleer santral kurulmasına karşı çıkmasını gerektiren bazı önemli örneklerdir. 

İklim kriziyle bu iki kategoriyi daha da öteye taşıması muhtemel nedenler şeklinde tasnif edebiliriz bunları. 

Nükleere özgü nedenleri açarsam nükleer aslında bir enerji kaynağından ziyade dünya genelinde ağlarını örmüş nükleer endüstrinin bir ürünüdür ve esas amacı nükleer silah üretimine ya da nükleer teknolojilerin geliştirilmesine yönelik üretimdir. Yani siyasi ve ekonomik pazarlıkların konusuna girer. Nükleer santral kurarak ana hedefin enerji üretimi olmadığını bize bu enerjinin verimli olmayan, riskli süreçleri ve uzun zaman alan maliyetli inşaat süreçleri zaten göstermekte. Kaldı ki nükleerin ekolojiye düşman su kaynaklarını kullanan ve kirleten bir üretim süreci vardır.  Örneğin, 2017’den beri bu konuda yazıyorum ki içinde bulunduğumuz iklim krizi çağında kurak geçen yaz mevsimi boyunca soğutma suyunu göl ve nehirden alan nükleer santrallerin kapatılması hatta yaz aylarında devreden çıkarılması gibi durumlar söz konusudur ve maalesef iklim krizi bu gibi örnekleri her geçen yıl çoğaltacaktır. 

Bu noktada nükleer enerji için verimli denebilir mi? Üstelik soğutma suyuna neden ihtiyaç duyulduğu da başlı başına bir sorun. Zira nükleer enerji doğası gereği verimsiz, aşırı ısınan bir maddeyi deniz suyuyla soğutarak aşırı yüksek sıcaklık üretmek suretiyle buhara çevirerek jeneratör çalıştırıyorsunuz. Kömürlü termik santralin daha fazla su kullananı diye düşünebilirsiniz ve bu suyu kullanmak için de deniz canlılarının ölmesine neden olan klor ve kimyasallar kullanılıyor. Şimdi bu noktada sadece bacasından karbon emisyonu çıkarmıyor diye nükleer santral iklim dostu farz edilebilir mi? Kaldı ki ek olarak yine ekolojik olarak sorun yaratacak başka bir madde salımı yapıyor. Periyodik olarak havaya radyoaktif izotoplar salıyor. Bazen bu salım daha uzun sürelerde oluyor. İşte bir problem geldiğinde belirlenen sınırlar aşılarak bu salım yapılırsa ve bu uluslararası meteoroloji kaynakları tarafından tespit edilirse imzaladığınız sözleşmelere ve vakanın büyüklüğüne göre ülkelere tazminat ödüyorsunuz. 

Öte yandan nükleer enerji ile ucuz elektriğe erişim imkânı gibi yalanlara da toplumun kanmaması gerekiyor çünkü elektriği şu anda dünya standartlarına göre 4 dolar sentten alırken Akkuyu nükleer santrali için bunun ilk 15 yıl için 3-4 kat fazlasına 12,35 dolardan satın alacağımızı taahhüt etmiş bulunuyoruz ki sonraki yıllarda bu temel fiyatın artmayacağını garantisi yok, kaldı ki yurttaş elektriğe ulaşırken eklenecek vergiler de cabası. Üstelik doların TL karşılığı anlaşma yapıldığı zaman 2,35 TL iken bugün 10 TL olması gibi Türkiye’nin ekonomik gidişatının vahametini gösteren durumlar söz konusu.  

Son olarak Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu eylül ayının sonunda kamuoyuyla paylaşıldı. Yeşil Gazete’de de sizin raporla ilgili detaylı incelemeniz yer aldı. Raporda geleceğe yönelik öne çıkan ayrıntılar sizce nelerdi? Dünya nükleer enerjiden uzaklaşıp temiz, yenilenebilir enerjiye yaklaşıyor, iklim kriziyle –en azından nükleer enerji alanında- gerçekten mücadele ediliyor diyebilir miyiz? 

Maalesef diyemeyiz. Bilakis dünya şimdi iklim krizi bacasından karbon salmadığı iddiasına dayanarak sorunlu ve sorumsuz bir yolda ilerleme eğilimi içinde bulunuyor. Diğer bir deyişle 1970’lerin sonunda Petrol Krizinde kömüre, petrole alternatif enerji kaynağı olarak gösterilerek adeta Nükleer Rönesans ilan edilen dönemde nükleer santrallerin birbiri ardına kurulması deneyimlenmişti. Şimdi benzer bir atılımı nükleer lobi iklim krizini bahane ederek yapmanın peşinde. Bu şekilde ikinci bir nükleer Rönesans başlatmak niyetindeler ki bunun en net örneği olarak Ortadoğu’nun nükleerleşmesinde görüyoruz. Yeni nükleer santraller kuşkusuz nükleer lobi için yeni müşteriler demek. Bugün 31 ülkede toplam 415 nükleer reaktör aktif operasyonda bulunuyor. 

Nükleerin iklim krizine çözüm gibi gösterilmesi yeni bir hadise değil ancak her geçen yıl nükleer lobi bu konuda el yükseltiyor. Örneğin, 2017 yılında Bonn İklim Forumu’nda muzda da radyasyon var, bakın her gün yiyebiliyorsunuz diyerek muz dağıttılar. Muzdakinin radyasyon değil potasyum olduğunu es geçerek bunu yapıyorlar ki hemen ardından Türkiye’de de böyle haberler dolaşıma sokuldu. Muzdaki potasyumun endüstriyel izotopla aynı şey olmadığını, çocuklarda görülen tiroit kanserinin tek nedeninin endüstriyel izotoplar olduğunu oysa bu çocuklar için muzun önemli bir besin kaynağı olduğunu göz ardı ediyorlar. 

Bu konuda ilgili bir yazımın da linkini yeri gelmişken buradan verebilirim.

Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’na dair bir değerlendirmeyi hemen her sene kaleme alıyorum çünkü hakikaten güvenilir ve tarafsız bilgi kaynağına ihtiyaç var bu alanda.

Kuşkusuz küresel olarak Paris İklim Anlaşması’nın imzalanmasıyla iklim krizinin durdurulması, en azından yavaşlatılması için bir adım atılmış olması sevindirici fakat nükleerin çözüm gibi sunulması nedeniyle bu yaklaşımın samimi olmadığını görüyoruz. Yani aslında iklim krizinde nükleere ayrılan kaynaklar çözümün kendisinden adım adım uzaklaşmak demek. 

Nitekim Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’nda da nükleer enerjinin güneş ve rüzgâr üretimindeki maliyet düşüşlerine rağmen yaygınlaştırılmak istendiği görülüyor, oysa iklim riskleriyle birlikte düşününce nükleer endüstrinin dünyanın bütünü için mevcut olan risklerinin artmış olduğuna da dikkat çekiliyor. Dünya genelinde nükleer reaktörlerin yaşlanmakta oluşlarıyla bakım-onarım maliyetlerinin arttığı ve daha da riskli konuma geldikleri de düşünülmesi gereken hususlardan. Dileyenler raporun değerlendirmesine şuradan göz atabilirler.

Zira iklim krizine çözümü nükleer enerjiyle verileceğini sanmak gerçeklikten kopmuş olmayı gerektirir. Her şeyden önce dünyanın çok vakti kalmadı. Nükleer çözüm bile olsa 10 yıldan önce bitmeyen inşaatlar, milyonlarca dolarlık maliyetlerin arşınlanma zorunluluğu hızlı önlemler alınmasına izin vermez. Kaldı ki 2030’da eriyen buzullara bağlı olarak deniz kıyısındaki nükleer santraller için deniz seviyelerinin yükselmesi gibi büyük riskler var. Bu risklerden biri de Akkuyu için geçerli. 

“Türkiye Nükleeri İklim Krizine Çözüm Gibi Gösteren Ülkeler Arasında”

Maalesef Türkiye nükleerin iklim krizine çözüm gibi gösterilmesine aracılık eden bir ülke konumunda çünkü enerji üretimi için uzun, maliyetli süreçlerin göze alınması bazı siyasi iktidarlar için siyasi vaatler oluşturarak bunları kullanmayı sağlıyor. Örneğin; iş piyasası yaratılacağı söyleniyor, dünya nükleer endüstri pazarına girileceği söyleniyor ve meşakkatli, uzun ve maliyetli süreçler neoliberal kapitalizmle uyumlu bir şekilde siyasilerin vaat edebileceği iş pastaları olarak sunuluyor. 

Oysa nükleer santral faaliyete geçtiğinde asında bu vaatler de yerini burukluklara bırakacak çünkü nükleer santrallerin belli teknolojik standartları var ve know how sahibi olan Rusya’nın Türkiye tarafında teknolojik aktarım yapması söz konusu değil. Ayrıca Rusya’nın kendi iş piyasasını ilgilendiren bir durum bu daha çok. Şöyle bir örnek vereyim, Fukuşima Nükleer Felaketi’nin nedenlerini ve sonuçlarını öğrenip Türkiye’ye aktarmak üzere Japon sivil toplum örgütlerinin davetiyle Fukuşima’ya birkaç kez gitme imkânım olduğunda bir nükleer santral ziyaret etmiştik. Orada görevliye Fukuşima sonrasında tüm nükleer santraller kapatıldığı için nükleer santral çalışanı olan teknik personeli işten çıkarıp çıkarmadıklarını sormuştum. Yanıt, “hayır kimse çıkarılmadı, yurt dışındaki projelerde değerlendirilecek onlar,” şeklindeydi. 

Nükleerin bir enerji kaynağı olmadığı konusunda son olarak size Ermenistan’dan bir örnek vermek isterim. Bildiğiniz gibi orada 400 Megavatlık bir nükleer reaktör var, önceden Ermenistan’ın Rus uzmanların desteğiyle yapılan 2 reaktörü vardı fakat 1988 yılında 7,2 büyüklüğündeki Spitak depreminden sonra kapatıldı ancak, 1995 yılında 2. ünite yeniden açıldı. Ermenistan, Rusya’dan yüzde 80 oranında doğalgaz ithal eden bir ülke yani Türkiye gibi enerjide dışa bağımlı. Nükleerden elde ettiği elektrik enerjisinin yarısını ise İran’a ihraç ediyor. Yani Ermenistan nükleer santrali kendi enerji ihtiyacını karşılamak için üretmiyor. Şu anda da renovasyon sürecinde olan santralin en az 2026’ya kadar çalıştırılması planlanıyor. Türkiye’de halihazırda kurulu kapasiteye ve gelecek projeksiyonlara baktığımızda elektrik üretimine ihtiyaç görülmüyor ve Türkiye halihazırda yüzde 50 oranında Rusya’ya olmak üzere toplam yüzde 70 civarında enerjide dışa bağımlı bir ülke pozisyonundadır. 

Oysa siyasi iktidarın retoriğinde “yerli ve milli” tabir edilen enerji üretimi ancak güneş ve rüzgarla mümkündür zira dev endüstrisini Türkiye’deki kapasitenin yarısıyla ayakta tutabileceğini öngören Almanya yüzünü tamamen güneşe ve rüzgâra dönebiliyorsa bunu Türkiye çok daha kolay ve kısa sürede başarabilir. Aksi takdirde Türkiye insan ve maddi kaynağını nükleer enerjiyle tüketirken yurttaşlarını istihdam edebileceği yarınlarını doğru projelerle emanet edebileceği güneş ve rüzgâr enerjisi üretim süreçlerine geç kalabilir.

Röportajın ilk bölümüne buradan erişebilirsiniz.