Medyada Artan Nefret Söylemine Karşı İşbirliği ve Politik Mücadele İhtiyacı

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dayanışma Ağı’nın (AĞDA) 'İstanbul Sözleşmesi ve Medyada Nefret Söylemi' başlıklı atölyesinde, kadın gazeteci ve akademisyenler, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ardından atılacak adımları politik mücadele ekseninde ele aldı ve medyanın bu süreçte üstlenmesi gereken rolünü konuştu. 

AĞ-DA, İstanbul Sözleşmesi tartışmaları ekseninde ortaya çıkan hak ihlalleri ile mücadele ve ortak politika önerileri geliştirmek üzere bir dizi etkinlik başlattı.

AĞDA’nın 10-11 Temmuz 2021 tarihlerinde düzenlediği “İstanbul Sözleşmesi ve Medyada Nefret Söylemi” adlı atölye programının ilk gününde sözü, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Doç.Dr. Eser Köker aldı. Köker, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ardından yaptıkları medya taramasının bulgularından hareketle, 1980 öncesi radikal sağ akım dilinin medyanın göbeğine yerleştiğini kaydetti. 

‘Alternatif Medya Yan Yana Durmalı, İş Birliği Politik Harekete Dönüşmeli’

Medyada Artan Nefret Söylemine Karşı İşbirliği ve Politik Mücadele İhtiyacıUlusal ve yerel basının analizi ile yapılan araştırmada, LGBTİ+ların “zehirli akım, Siyonist lobi, lubunya diktatörlüğü” gibi sıfatlarla tanımlandığını belirten Köker, medyanın eski ve karşıtlığa hapsolan diline vurgu yaptı.  1980’lerden bu yana analizini yaptıkları anaakım medyanın bugün Türkiye’de artık karşılığının olmadığını belirten Köker, “bugün medya sadece basın özgürlüğü tehdidi altında değil, dilini de kaybetti” dedi. 

Köker’e göre, 2010 tarihli bir medya analizinde liberal konvansiyonu bulmak mümkünken, bugün medyada bu dilin yerine, “Türkiye’ye komplo kuran Haçlılar” diyecek kadar eski bir dil ve  “aşırı yorum, aşırı kişiselleşme, aşırı vulgarlığa zaptolan bir anlayış hakim. 

Köker, eski ve yeni medya tartışmalarının ötesinde, “yeni ve geleneksel medyada farklı söz ve görüşlerin birbirini görmesini sağlamak nasıl mümkün?  Yanyanalık nasıl tesis edilecek?” ve “bu yanyanalık politik harekete nasıl dönüşecek?” sorularına odaklanmak gerektiğini kaydetti. 

Bu çerçevede Köker, “yeni bir anlamlandırma stratejisi geliştirmek; ekonomik ve kültürel sermayenin dağınıklığı sorununu aşmak ve yeni iş birlikleri bulmak” gerektiğinin altını çizdi.  

Özellikle kadın ve LGBTİ+ kesimlerin alternatif medya ihtiyacının çok daha güçlü olduğunu vurgulayan Köker, “baş döndürücü alanlar yaratması nedeniyle hem desteklenen hem de parçalanmış olan alternatif medyada, iş birliğinin yollarını bulmak,  yeni medya türlerine ilişkin düzenlemelerin yapılmasını sağlamak, her birimizin medya çalışanı olduğunu hatırlayarak ötekilere dair hak savunusu yapacak haberler yapmak  gerekir” dedi. 

‘Marjinal İktidar Tarafından Ele Geçirilen Marjinal Medya’

Medyada Artan Nefret Söylemine Karşı İşbirliği ve Politik Mücadele İhtiyacıEser Köker’in ardından yapılan ilk oturumda AĞDA’dan Ülkü Doğanay, ağ olarak geçen yıl Eylül ayında nasıl bir araya geldiklerini ve hedeflerini anlattı. Cumhurbaşkanı’nın İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açmasının AĞDA oluşumunun kurulması sürecini hızlandırdığını ve  84 akademisyen ile kadın ve LGBTİ+ örgütlerinden oluşan 43 STK üyesinin katılımıyla ağın faaliyetlerini sürdürdüğünü paylaştı. 

İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik tartışmaların önemli bir kısmının medya üzerinden yürütüldüğünü hatırlatan Doğanay, medyada nefret söyleminin artık olağanlaştığını vurguladı. 

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecini, “hem kadın ve LGTBTİ+ hareketinin marjinalleşmesi hem de rejimin otoriterleşmesi ve muhalefetin marjinalleşmesi” şeklinde nitelendiren Doğanay, çıkılma kararını “marjinal bir karar”;  siyasi iktidarı “marjinal bir iktidar” olarak tanımladı. Bu tanımdan hareketle Doğanay, medyayı da anaakım değil, “marjinal bir iktidar tarafından şekillenen marjinal medya” olarak değerlendirdi. 

‘İstanbul Sözleşmesi’ni Savunmak Yaşam Hakkını Savunmaktır!’

Doğanay’ın ardından söz alan Medysasope’dan Gülçin Karabağ, Eser Köker’in “anaakım medya yok” ifadelerine karşılık, “Medyascope’un anakıma aday” olduğunu söyleyerek konuşmasına başladı. İstanbul Sözleşmesi’ni siyaset bilimci kimliği ile değerlendiren Karabağ, Sözleşme’nin tarafında yer almanın, nasıl bir toplumda yaşamak istediğimizi gösterdiğini vurguladı. Bu noktada, “Sözleşme’nin karşısında olanlar ile savunanlar arasında neo-liberal muhafazakâr toplum ile otoriter toplum tahayyülü olanlar” şeklinde net bir ayrım olduğunu vurguladı. 

“Kadınlar ve LGBTİ+lar olarak cinskırım içindeyiz. Bizim için Sözleşme’yi savunmak yaşam hakkını savunmak” diyen Karabağ, asıl tartışma konumuzun zihniyet, sistem ve düzen meselesi olduğunu kaydetti. Karabağ’a göre, eskinin yerine yenisinin kurulamadığı bir yapı içinde bulunuyoruz ve bu yapıda kadın hareketi, pandemi koşullarına ve polis şiddetine rağmen, muhalefetin önderliğini üstleniyor. 

Karabağ’a göre,  “hala muhalefetin sesini çıkarabilmesi ve hala tam otoriter bir rejim olmayışımız” nedeniyle Türkiye’de ümidi korumak mümkün. 

‘Nefret Söylemi LGBTİ+ların Yaşam Hakkına Saldırıya Dönüştü!’ 

Medyada Artan Nefret Söylemine Karşı İşbirliği ve Politik Mücadele İhtiyacıAtölyenin bir diğer konuşmacısı KAOS-GL’den Aslı Alpar ise İstanbul Sözleşmesi tartışmalarının LGBTİ+lara nasıl yansıdığını, Derneğin hazırladığı 2020 Medya İzleme Raporu üzerinden anlattı. Raporda nefret söylemi ve ayrımcı dili oranını yüzde 61 olarak tespiti ve nefret kampanyalarının organize olduğu bulgusu yer alıyordu. 

Alpar, söz konusu raporun büyük kısmının ulusal ve yerelde nefret söylemini sistematik olarak yayan 5 yayın üzerinden şekillendirdiklerini anlattı. Raporda, ağırlıklı olarak LGBTİ+ların temel haklarına saldırı ve derneklerinin kapatılması başlıklarının öne çıktığını kaydeden Alpar, özellikle Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Cuma hutbesinde kendilerini pandeminin sorumlusu olarak gösteren nefret söylemlerinin hafta 60 civarındaki nefret haberini bir anda 400’lere çıkardığını paylaştı. 

Alpar’ın konuşmasında vurguladığı en dikkat çeken nokta, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “LGBTİ+lar, lezbiyen mezbiyen yoktur” söylemlerinin de etkisiyle, medyada giderek artan nefret söyleminin LGBTİ+ların örgütlenme hakkına değil doğrudan yaşam hakkına saldırıya dönüştüğü idi. 

2015 yılından bu yana Onur Yürüşleri’nin yasaklandığını ve OHAL bahanesiyle LGBTİ+ların toplantı ve gösteri yürüyüşlerine izin verilmediğini de hatırlatan Alpar, İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında da tüm LGBTİ+ların aile düşmanı gibi yansıtıldığını ve kendilerine destek veren siyasetçi ve STK’ların da hedef gösterildiğini altını çizdi.

Sonuç olarak, İstanbul Sözleşmesi’nin çekilme kararının sorumlusu olarak gösterilen  LGBTİ+ların medyaya yansıyan söylemlerden haklarının yok sayıldığı; toplum dışı gösterilmeye çalışıldığı; Batı tarafından desteklenen gruplar olduğu ve hastalık yayan kişiler olarak marjinalleştirilmeye çalışıldığını söyledi. 

‘Haber İnsan Hakları Temelinde Hazırlanmalı’

Medyada Artan Nefret Söylemine Karşı İşbirliği ve Politik Mücadele İhtiyacıİlk atölyenin oturumunda son söz alan gazeteci Onur Burçak Belli, konuşmasında medyada özellikle kadınlara ve LGBTİ+lara yönelik nefret söyleminin, Hannah Arendt’e referansla, sıradan bir kötülük haline geldiğini kaydetti. Belli, konuşmasında ayrıca “akım medya- yeni medya” gibi kavramları kullanmayı uygun görmediğini, belli kural ve etik kaygılar çerçevesinde gazeteciliğin yapılması gerektiğini düşündüğünün altını çizdi. 

Bu çerçevede, “haber insan hakları temelinde hazırlanmalı” vurgusu yapan Belli, medyada insan haklarının gazetecilikle nasıl ilişkilendirileceğini bugünün koşullarında yeniden değerlendirmek ve nefret söylemi içermeyen bir habercilikte ısrar etmek gerektiğinin altını çizdi. 

Özellikle Türkiye gibi hibrid (melez) siyasi sistemlerde, insan hakları bakışının çok önemli olduğunu belirten Belli, Sivil Sayfalar’a içerik geliştirme konusunda verdiği destek üzerinden, insan hakları ve demokratikleşme temelinde yayın politikasının yeniden nasıl şekillendirileceği üzerinden çalıştıklarını da paylaştı. 

Bu yaklaşımla İstanbul Sözleşmesi’nin medya ilkelerine nasıl uyarlanacağı konusunun medyada önemli bir başlık olarak ele alınması gerektiğini kaydeden Belli, büyük uluslararası medya kuruluşlarında dahi, toplumsal cinsiyet eşitliğine dair meslek içi eğitimlerin sınırlı olduğuna da dikkat çekti.

İstanbul Sözleşmesi’nin yayın ilkelerinin şekillenmesinde kadın gazeteciler için referans olduğunu kaydeden Belli, Sözleşme’nin yayın ilkelerine nasıl yerleştirileceğini düşünmenin önemli olduğunu paylaştı. 

Medyada artan nefret söylemine karşın, bununla mücadelede büyük kazanımların da elde edildiğini hatırlatan Belli, medyada editörlere cinsiyetçi ve ırkçı ifadeler içeren içerikler konusunda uyarıda bulunabilme ve içeriğin insan hakları anlayışı ile yeniden şekillendirilmenin mümkün olduğunu sözlerine ekledi.