Tıp Bayramı Polipandemi Süreci ve Sindemi Koşullarında Kutlanıyor!

Koronavirüs nedeniyle hem hastalıkla hem de açlık, eşitsizlik, yoksulluk, şiddet, eğitimsizlik pandemilerini yaşadığımız “polipandemi” sürecinde olduğumuzu kaydeden HASUDER'den Prof. Dr. Selma Karabey, salgının sağlık hizmetleri ile diğer hastalıklar üzerindeki olumsuz etkilerinin “sindemi” olarak tanımlandığını belirterek, Tıp Bayramı'nın bu koşullarda kutlandığını söylüyor.

Prof.Dr. Selma Karabey Sivil SayfalarHalk Sağlığı Uzmanları Derneği’nin (HASUDER) hazırladığı “Halk Sağlığı Bakış Açısıyla Pandeminin Birinci Yılı” adlı kapsamlı raporda, COVID-19 pandemisinin başlangıcından itibaren 120 milyona yakın vaka ve 2,7 milyona yakın ölüm gerçekleştiği ve daha birçok veri paylaşıyor. COVID-19 pandemisi bütün dünyada, ancak özellikle düşük gelirli ülkelerde veya orta-yüksek gelirli ülkelerin kaynakları sınırlı olan sosyal gruplarında, rutin sağlık hizmetlerinin aksaması, hizmete erişim sorunları veya sosyal ve ekonomik eşitsizlikler nedeni ile kronik hastalıkların yönetimini olumsuz yönde etkilediği ve fazladan olumsuz sağlık sonuçlarına neden olduğu kaydediliyor. Bulaşıcı olmayan hastalıklar ve COVID-19 arasındaki bu ilişkinin “sindemi” olarak adlandırılmasına neden olduğu kaydedilen raporda, kısa vadede “salgın yönetimine”, orta vadede “Sağlık Hizmet Sunumda Gerçekleştirilmesi Gerekenler”, uzun vadede ise Eşitsizliklerin ve Ayrımcılığın Giderilmesi” konusuna ağırlık verilmesi öneriliyor.

İstanbul Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı Öğretim Üyesi ve HASUDER Toplum Ruh Sağlığı Çalışma Grubu Yürütücüsü Prof. Dr. Selma Karabey ile Tıp Bayramı vesilesiyle hem raporu hem salgının 1 yılda yarattığı etkileri konuştuk.

Türkiye’de ilk vakanın ilanının üzerinden 1 yıl geçmişken 14 Mart Tıp Bayramı vesilesiyle, hem bir akademisyen hem bir sağlık emekçisi olarak öncelikle mevcut durumu nasıl özetlersiniz? Biz (insanlık) pandemi sürecinden ne öğrendik? Ne öğrenemedik?

HASUDER Halk Sağlığı Bakış Açısıyla Pandeminin Birinci YılıSorunuzun yanıtını tek cümlede özetlemek istersek: Bilim ve bilim insanları sınavı geçtiler, ülkeleri yönetenlerin çoğu -istisnalar dışında- sınıfta kaldı. Albert Camus, Veba” kitabında, “Salgın, aynı anda hem kötülük hem de ifşadır; yozlaşmış bir dünyanın gerçeklerini su yüzüne çıkarır” diye yazmış.  COVID-19 sürecinde sadece bir hastalıkla değil, açlık, eşitsizlik, yoksulluk, şiddet, eğitimsizlik pandemileri ile de yüz yüze gelmekteyiz. Polipandemi olarak adlandırılıyor bu süreç.

Dünya Düzeninde Radikal Bir Dönüşüm Yapılmazsa, Gemi Batacak!

Ruh sağlığı alanında “travma sonrası büyümek” diye bir kavram var. Eğer kişiler ve toplumlar travma süreci ve sonrası iyi yönetilir ve gerekli destek mekanizmaları kurulmuş olursa büyüyüp olgunlaşarak üstesinden gelebiliyorlar travmanın. Pandemi de aslına bakacak olursanız insanlığın karşısına bu fırsatı çıkardı. Dünya kaynaklarını sadece insanların dilediği gibi tüketebileceği bir yer değil, tüm canlılarla paylaştığımız, birbirimizin yararlarını gözetmek zorunda olduğumuz, gözümüzün içi gibi bakmamız gereken harika bir gezegen. Vahşi doğaya karşı ne kadar istilacı yaklaşırsak çok geçmeden bir salgın patlıyor. Tarihsel süreçte bu hep böyle olmuş. Yani insanlık olarak sınırlarımızı çizmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Kaynaklarımızı da daha hakkaniyetli kullanmamız gerekiyor.

Vahşi doğaya karşı ne kadar istilacı yaklaşırsak çok geçmeden bir salgın patlıyor. Yani insanlık olarak sınırlarımızı çizmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Kaynaklarımızı da daha hakkaniyetli kullanmamız gerekiyor.

Öte yandan, ülkeler arasında ve içinde başta ekonomik koşullar olmak üzere, eğitim, iş, sağlık gibi en temel insan hakları alanında inanılmaz boyutlarda bir eşitsizlik yaşanıyor ve bu gün gün artıyor. Salgınla birlikte çok daha fazlalaştı. Şu çok net: eğer var olan dünya düzeninde radikal bir dönüşüm yapılmazsa, kaynak paylaşımı ve güç dağılımında çok açılmış olan makası daraltacak önlemler hızla alınıp hayata geçirilmezse gemi batacak ve unutmayalım hepimiz aynı gemideyiz. Geminin henüz suya gömülmemiş yerinde duran bazıları belki bir miktar daha uzun yaşayabilir ama böyle giderse eninde sonunda gemi batacak.

“Tüm Sağlıkçılara Değer Verilmesi Önemli

COVID-19 salgınının meslek hastalığı olarak kabul edilmeyişi ve tüm diğer sorunlarını dikkate aldığımızda, Türkiye’de 2021 yılı Tıp Bayramı’nda sağlık emekçileri ne durumda? Küresel örneklerle kıyasladığımızda Türkiye’nin sağlık sisteminin genel olarak “daha iyi durumda” olduğu ve pandemide “iyi bir sınav verdiği” görüşüne katılır mısınız? 

Ne yazık ki Türkiye’de sağlık emekçilerinin çalışma koşullarında çok fazla sorunlu alan var. Ülkemizde sağlıkta 2000’li yıllardan sonra hız kazanan neo-liberal politikalar, sağlık hizmetlerinin serbest piyasa yaklaşımıyla ele alınması, sağlık üzerinden kar elde edilmesini meşru hale getirdi. Bunun bir yansıması olarak da kısa sürede daha fazla “kazanç” sağladığı için, tedavi edici sağlık hizmetlerine daha fazla öncelik veriliyor. Daha az sağlık çalışanı ile daha çok hizmet üretilmeye çalışılıyor. Bu da sağlık çalışanlarında ciddi bir tükenmeyi beraberinde getiriyor.

Bunun üzerine bir de pandemi nedeniyle oluşan aşırı yoğun çalışma koşulları ve yüksek hastalık riski, her gün yaşamını yitiren sağlık çalışanı haberlerini işitmemiz, çalışma arkadaşlarımızı, hekim olmamızda büyük emeği geçen hocalarımızı COVID nedeniyle kaybetmemiz ruh sağlığımızı çok olumsuz etkiliyor. Düşünün ki pandemi 3-5 haftalık bir süreç değil, bir yıldır yaşıyoruz ve daha ne kadar süreceğini de bilmiyoruz. Tüm zorluklara karşın yine de görevlerini büyük özveri ve cesaretle yerine getiren tüm sağlıkçılara değer verilmesi, yaptıkları işin kıymetinin takdir edilmesi çok önemli. Ne yazık ki yıllardır çabalanmasına rağmen hala sağlıkta şiddeti önlemeye yönelik yasal düzenleme yapılmıyor.

Başta Amerika olmak üzere birçok zengin batı ülkesine kıyasla sağlık sistemimizin daha iyi bir sınav verdiğini söyleyebilirim.

Ülkemizde hem birinci basamakta sahada hem de hastanelerde çalışan sağlıkçılarının insanüstü gayretleri sayesinde salgına yönelik sağlık hizmeti sunumu aksatılmadan devam ettiriliyor. Sahada filyasyonda, olgu takibinde, aşılamada görev alan arkadaşlarımız gece-gündüz demeden çalışarak salgının toplumda yayılmasını önlemeye ve hastanelerin yükünü azaltmaya gayret ediyor. Burada da Türkiye’nin 1960’lı yıllarda sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti modelini anmamız lazım. Bu model sayesinde ülkenin her yerinde binlerce sağlık ocağı kuruldu, birinci basamakta koruyucu ve tedavi edici hizmetler birbirine entegre bir şekilde yürütüldü. Topluma ve bireye yönelik koruyucu hizmetler son 10-15 yıldır aile hekimliği sistemine geçişle birlikte parçalı bir yapıya dönüştü, bu nedenle salgın sürecinde aile hekimlerinden yeterince yararlanılamadı. Yine de başta Amerika olmak üzere birçok zengin batı ülkesine kıyasla sağlık sistemimizin daha iyi bir sınav verdiğini söyleyebilirim.

“Salgın Yönetiminde En Önemli Konu, Yönetimler ve Halk Arasındaki Güven Duygusu

“Halk Sağlığı Bakış Açısıyla Pandeminin Birinci Yılı” başlıklı yeni yayınlanan raporunuzda “halkımız COVID-19 pandemisine müdahalede bilime dayalı, şeffaf ve hesap verebilir bir salgın yönetimini hak etmektedir” deniyor. Neden Türkiye’de şeffaf ve bilime dayalı bir süreç yürütülmedi?

HASUDER raporunda da vurgulandığı gibi salgın yönetiminde en önemli konu, yönetimler ve halk arasındaki güven duygusudur. Çünkü salgınla mücadele etmek için getirilen kısıtlamalar herkes için zorlayıcıdır. Bunlar doğal olarak bir süre sonra psiko-sosyal ve ekonomik yönden çeşitli sıkıntılara yol açıyor. Toplumun bu kısıtlamalara uyum sağlaması için gerekçesinin çok iyi açıklanması ve kuralların herkes için aynı koşullarla geçerli olduğunun bilinmesi çok ama çok önemli. Öbür türlü insanlardan önlemlere uyması beklenemez. Açıklanan sayılara da güven duymak bu uyumun olmazsa olmaz koşulu.

Salgın yönetimi asıl olarak halk sağlığı uzmanlık alanının görevidir.

Yönetimlerin salgın ile ilgili verileri halk sağlığı uzmanları ile paylaşmaması aslında bu uzmanlardan yararlanamamasına neden oluyor. Salgın yönetimi asıl olarak halk sağlığı uzmanlık alanının görevidir, nitekim ülkemizin güney-doğu illerinde salgın yönetiminin örneğin Karadeniz illerine göre daha başarılı yürütülmesinin en önemli nedeni güney-doğu illerinde halk sağlığı uzmanlarına daha fazla yetkinin verilmiş olmasıdır.

Raporunuzda yer alan “Giderek sosyal bir hastalık olmaya doğru giden COVID-19 salgını” ifadelerini nasıl yorumlamalıyız? Derinleşen eşitsizlikleri aynı zamanda bir halk sağlığı sorunu olarak da görebilir miyiz? 

Halk sağlığının iyiye gidebilmesi için en temel koşul sağlığın sosyal belirleyicileri dediğimiz gelir, eğitim, sağlık, barınma, beslenme vb. koşullarının toplumun tüm kesimleri için hakkaniyetle düzenlenmesi. Oysa salgın var olan hakkaniyetsizliği iyice artırdı. Yaşadığımız süreçte çok sayıda çocuk ve genç eğitimden koptu, çocuk işçiliği arttı, kadına ve çocuğa yönelik şiddet arttı. Bunların her biri acil sosyal politikalar geliştirilmesi gereken çok önemli sorun alanları ve bunlar halk sağlığının da önemli bileşenleri aynı zamanda.

“Salgın Sonlansa Bile Sağlık Sistemi ve Sağlık Çalışanlarını Zorlu Bir Süreç Bekliyor”

Bulaşıcı olmayan hastalıklar ile koronavirüs arasındaki ilişkinin “sindemi” olarak adlandırılmasını nasıl anlamalıyız? Pandemi kronik ve tüm diğer hastalıklar üzerindeki olumsuz etkilerini şimdiden görüyor muyuz? Salgın bittiğinde, sağlık sistemini ve sağlık emekçilerini çok daha fazla hasta ve zorlu bir süreç mi bekliyor?

Pandemide Tıp BayramıHASUDER’in pandeminin 1.yıldönümü nedeniyle hazırladığı raporun yönetici özeti bölümünde bu sorunuza cevap niteliğinde bir paragraf var: “Sağlık sistemi tüm bileşenleri ile COVID-19 ile uğraşırken, Dünya genelinde bulaşıcı olmayan hastalıkların küresel mortalite ve morbidite içindeki önemli payı, bu hasta grubunun kırılganlığı, risk faktörlerinin başat rolü ve erken tanı/tedaviye ilişkin erişim sorunları, pandemi döneminde daha da belirginleşmiştir. COVID-19 pandemisi bütün dünyada, ancak özellikle düşük gelirli ülkelerde veya orta-yüksek gelirli ülkelerin kaynakları sınırlı olan sosyal gruplarında, rutin sağlık hizmetlerinin aksaması, hizmete erişim sorunları veya sosyal ve ekonomik eşitsizlikler nedeni ile kronik hastalıkların yönetimini olumsuz yönde etkilemiş ve fazladan olumsuz sağlık sonuçlarına neden olmuştur.

Bulaşıcı olmayan hastalıklar ve COVID-19 arasındaki bu ilişki, COVID-19’un pandemi değil, “sindemi” olarak adlandırılmasına neden olmuştur. Bu hastalıklar doğaları gereği, sağlık sistemi ile tekrarlayan teması gerektirmekte, bu da; temel ilaçlara erişim ve rehabilitasyon hizmetlerini de içeren bir hastalık yönetimini gerekli kılmaktadır. Bu salgından ve önceki salgınlardan elde edilen kanıtlar, doğru sağlık yönetim ilkeleri uygulanmadığı takdirde, kronik hastalık tanılarının gecikeceğini, hastaların durumlarının kötüleşeceğini, risk faktörlerindeki durumun hızlanarak toplumdaki hastalık yükünün artacağını ve erken yaşlara kayacağını göstermektedir.” Özetle, salgın sonlansa bile kronik hastalıklar konusunda sağlık sistemi ve sağlık çalışanlarını zorlu bir süreç bekliyor.

Bir akademisyen ve halk sağlığı uzmanı olarak, küresel düzeyde aşıya ulaşamayan ülkeler ve aşı milliyetçiliği tartışmalarını da dikkate aldığımızda, bizi kısa ve uzun vadede nasıl bir tablo bekliyor?

Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler’in bütün çabalarına karşın salgına yönelik mücadelede zengin ülkelerin bencil davranıp kaynakları paylaşmaması ve aşı milliyetçiliği devam ediyor. Oysa hastalık bütün ülkelerde bitmeli ki dünya olarak rahata kavuşabilelim. Çünkü bu hastalık bir bölgeye lokalize olarak devam edebilecek bir yapıda değil, geçtiğimiz bir yılda gördüğümüz gibi hızla dünyanın her yerine yayıldı. Sınırları kapatmak da çok anlamlı değil, bu sınırlar virüs için geçerli değil çünkü.

Bir yandan da birçok uluslararası kurumla birlikte sorumluluk duyan ve küresel politikalarda söz sahibi olabilecek kişiler, dayanışma kültürünün hâkim kılınması ve eşitsizliğin azaltılmasına yönelik olarak ciddi çabalar içindeler. Dileyelim bu çabalar sonuç versin ve salgından öğrenerek, yanlışlarımız bir nebze de olsa düzeltme gayretiyle çıkalım.

Bu vesileyle, tüm insanlığa dayanışmanın ve “diğeri”nin ihtiyacını gözeten bir tutumun hâkim olması yönündeki dileğimi tekrarlamak istiyorum.