Nükleer Endüstrinin Çırpınışı Sıçramaya Döner mi? 

Akışın kesintiye uğraması sürecin aksamasına neden olabilecek unsurların varlığından haberdar olmayı sağlar. Böylece daha önce görülmeyen ya da görülmek istenmeyen konular üzerine düşünme fırsatı yakalanmış olur ve benzer hataların yapılmasını önleriz. Ancak, zararın neresinden dönülse kardır düşüncesi bile isteye eyleme dönüşmüyorsa ya orada öncelikler farklıdır ya da  zarara uğrayanla zarara neden olan açısından bir ortaklık söz konusu değildir. 

Dünya genelinde nükleer santrallerle ilgili yapılacak değerlendirme özellikle kaza boyutuyla düşünüldüğünde yukarıdaki tarife uyuyor.  Zira diğer birçok risklerinin yanısıra, çok geniş bir coğrafyada yaşamı kesintiye uğratacak kadar etkili olabilen nükleer santral kazaları “Bu enerjiye mecbur muyuz?” sorusuyla bir düşünümsellik kurulmasını sağlamıştır. Nitekim nükleer santrallerin felaket kaynağı olduğu en iyi 1986 yılında Çernobil Nükleer Felaketi ile görülmüştür. Felaketin başlamasını izleyen on yıl içinde Avrupa’da hiç nükleer santral kurulmamış ve nükleer enerjinin dışında kaynağını doğadan alarak yine doğada sonsuz şekilde bulunan enerji kaynakları üzerine yapılan araştırmalar yoğunluk kazanmıştır. Çernobil Felaketi’nden yirmi beş yıl sonra meydana gelen Fukuşima Nükleer Felaketi de bu konuda toplumsal farkındalığın artmasına etki yapmıştır. Ne var ki bu felaketler farklı iki zaman diliminde ve farklı iki ekonomik sistemde meydana gelmesine rağmen aynı endişelere yol açarken kazaların meydana geldiği coğrafyaların kapsama alanı belirleyici olmuştur. Bunun bir nedeninin Çernobil Nükleer Felaketi’nin Avrupa’nın göbeğinde meydana gelirken Fukuşima Nükleer Felaketi’nin Doğunun uzağında bir ada ülkesi olan Japonya’da  yaşanması olduğu düşünebilir. Dünya genelinde nükleer santrallerin durumu, yaşı, kaçının inşaat halinde olduğu, kaçının devreden çıkarılacağı, kaçının sökümüne dair bilgi kaynağı olan ve  her yılda yaşanan gelişmeler ışığında düzenlenerek yayımlanan Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu-2020de de bu çıkarımı destekleyen veriler görüyoruz.

Çernobil Nükleer Felaketinden sonra geçen 10 yıl zarfında Avrupa’da nükleer santral kurulmazken, Fukuşima Nükleer Felaketi’nin ardından nükleer santrali olmayan ülkelerde nükleer santral kurma girişimlerinde bulunulması oldukça dikkat çekicidir. Maalesef  ülkemiz de iki nükleer santral planıyla bu konuda örnek teşkil ederken projelerin gerçekleştirilmesinin karşısına engel çıkarılmaması için ihale yöntemini bile terk etmiş kendini uluslararası anlaşmalara teslim etmiştir. Lakin Türkiye bu yolda yalnız da yürümüyor… Bugüne dek nükleer santrali bulunmayan Suudi Arabistan Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Ürdün gibi ülkelerin de adı sektörde zikredilmeye başlanmış durumda. Yani nükleer santral projeleri açıkça hem kan kaybeden nükleer endüstri için bir kurtarma planı hem de Orta Doğu’daki siyasi dengelerin yeniden konumlandırılması için araçsallaştırılıyor. 

nükleerBunu anlamak için Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’na bakmak ilk etapta yeterli. Zira geçen geçen yıl üretim  maliyeti yüzde 89 düşen güneş enerjisi ve maliyeti yüzde 70 düşen rüzgar enerjisinin karşısında maliyeti yüzde 26 artan nükleer enerjiye bu bölgede ilgi gösteriliyor olması çok açık ki önümüze yeni bir  Orta Doğu resmi çıkarıyor. Nitekim bugüne dek nükleer programıyla dikkatleri çeken İran’ın karşısına Orta Doğu coğrafyasından yeni katılımlar olması “Orta Doğu nükleerleştiriliyor mu?” sorularını akıllara getiriyor. Bu  nükleer santral projelerinin mevcut  siyasi ve ekonomik konjunktürle  uyumsuzluğu ise Şekil 23’teki  gibi çok farklı taahhüt ve ilerleme seviyeleriyle kendini gösteriyor. 

Nükleer endüstri dünyasına adım atan bu ülkeler doğal gaz ve yenilenebilir enerji üretim kapasitesiyle zengin olmasına rağmen nükleer enerji üretiminde ısrar edilmesinin hiç bir ekonomik faydanın sağlamayacağı da diğer bir konu. Nitekim ekonomik bir girdi sağlamayacak olan nükleer enerji yatırımının nedeninin Türkiye’de her zaman nükleer karşıtlarının söylediği gibi yalnızca politik kararlara dayandığı aşikar ve Rusya’nın Ortadoğu politikası  doğrultusunda geliştirilen  ilişkilerle  ilgisi olduğu  da görülmekte. Zaten büyük resim demişken yeni projelerin Rusya menşeili Rosatom tarafından yürütülüyor olması da Orta Doğu’da dengelerin ne tarafa evrilmekte olduğu konusunda fikir veriyor. 

Orta Doğu’nun nükleerleştiğini gözler önüne seren Nükleer Endüstri Durum Raporu’na göre bu ülkelerdeki nükleer santral projelerinin devam edebilmesi adına kamuoyuna karşı kurulan “fosil yakıtların payının azaltılması gerekliliği”ne dayandırılan söylemde de ortaklaşıldığı dikkat çekiyor. Benzer şekilde bu ülkelerden bazıları nükleer santral yatırımlarının kalifiye çalışanlardan oluşan bir üs kuruluyormuş ve ileri teknoloji tesisi gibi sunuluyor. 

Dünya genelinde büyük resme bakıldığında ise Uluslararası Enerji Ajansı‘nın/International Energy Agency (IEA)’nin üç yıllık sürdürülebilir iyileşme planı çerçevesinde “2021 ile 2023 arasındaki belirli zaman aralığında uygulanabilecek uygun maliyetli önlemlerin önemine vurgu yapıldığı  ve yeni hedeflerin yenilenebilir enerji maliyetleri üzerinden tayin edildiği görülüyor. Zira bu planın ekonomik büyümeyi artırmak, istihdam yaratmak ve daha dayanıklı ve daha temiz enerji sistemleri tesis etmek gibi üç ana hedefi var.  Ancak büyük resme oturmayan bu Orta Doğu resmi, nükleer endüstrinin  yenilenebilir enerji kategorisinde yer alan rüzgar ve güneş enerjisi karşısında direnebilmesinin ancak yeni pazarlar bulunmasıyla mümkün olduğuna işaret ediyor. 

Neoliberal kapitalist sisteme sırtını dayamış olan nükleer endüstrinin yeni pazarlar açma noktasında hükümetlerin politikalarına uyumlu olmanın ötesinde onları değiştirip dönüştürecek şekilde aksiyon aldığı aşikar. Dolayısıyla yazının başlığından da anlaşıldığı gibi nükleer endüstrinin kendi piyasasını canlı tutabilme adına sergilediği çırpınışın nükleer santrallerin nükleer güç sahipliğiyle ilişkilendirilmesiyle yeni bir sıçramaya dönüşmek üzere olduğu söylenebilir. 

Pınar Demircan

Üyelik Tarihi: 24 Temmuz 2019
35 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör