Her Türlü Virüse Karşı İyi Olma Hali 

Son günlerde herkesin dilinde Koronavirüsün pandemi sonrasında da yaşamımızı nasıl değiştireceği konusu var ki muhtemelen bir değişim olacak. Ama bu değişim gökten zembille inmeyecek, bu değişimin nasıl olacağı, nasıl bir sonuca yol açacağı bize bağlı.  Kendimizi ve birbirimizi gözetip kollamazsak değişimin istemediğimiz bir yere evrilmesi gayet mümkün.

Dünyanın her yerinde insanlar Koronavirüs (COVID-19) nedeniyle evlere kapanır, evler iş yeri ve okula dönüşürken, gününün çoğunu evinin dışında geçirmeye alışık olan günümüz insanı dört duvarla nasıl baş edeceğinin yollarını bulmaya çalışıyor. Gün demiyorum dakika geçmiyor ki sosyal medya, WhatsApp grupları aracılığıyla evde kalırken beden ve ruh sağlığınızı korumak için neler yapabileceğinize ilişkin öneriler gelmesin. Neden tüm bu öneriler? Çünkü bu dönem eve kapanmanın getirdiği can sıkıntısının ötesinde bir deneyim yaşıyoruz. Hepimizin yaşamları tehdit altında, binlerce insan ölüyor, sadece sağlık sistemi değil tüm bir dünya düzeninin nasıl da sıradan insanları önceleyecek şekilde işlemediğini ve bizim bundaki payımızı görüyoruz. Bazılarımız için yeni olan bu farkındalık, aktivistler için yeni değil. Yıllardır fark edilmeyen, görülmeyen, görmezden gelinen meseleleri dert ediniyorlar, sadece kendileri için değil başkaları için de değişimi sağlamaya çalışıyorlar. Dert edinmedikleri bir şey var ki, Korona virüs günleri bunun görülmesini dört bir yandan dayatıyor: İyi olma hali. Bugüne kadar görmezden geldiğimiz iyi olma haline özen göstermediğimizde, uğruna didindiğimiz değişimi sağlamamız da mümkün olmuyor.  Ben demiyorum, araştırmalar diyor. 

Tükenmişlik sendromu iş dünyası ve sivil toplum için yeni bir kavram değil elbette, tanımı ve ölçeklendirmesi 1970lerde yapılıyor. Kabaca şu anlama geliyor: O kadar yoruluyorsunuz ve bitkin düşüyorsunuz ki yaptığınız işin değerini, işin parçası olan insanları küçümser hale geliyor, işinizi iyi yapabileceğinizden şüphe etmeye başlıyorsunuz. Tanımlamayı yapan bilim insanları daha da radikal bir açıdan yaklaşarak tükenmişliğin insan ruhu ve iradesini yok ettiğini de söylüyorlar. Bu denli ciddi sonuçları olabilecek bir durumu hafife alma amacıyla değil ama konuya tükenme değil de iyi olma üzerinden bakabilmek için son dönemde yapılan bazı çalışmaların benimsediği “iyi olma hali” kavramını tükenmişliğe tercih edeceğim. 

Yıllardır sivil toplumda farklı pozisyonlarda profesyonel olarak çalışan, gönüllülük yapanlar olarak hepimizin bildiği, gözlemlediği ve iyi olma halimizi doğrudan etkileyen durumlar vardır. Çalıştığımız konular yakıcıdır. Toplumda çok az sayıda insan kendi varlıklarını tehlikeye atma ihtimali olduğunu bilerek, ensest, şiddet, hak ihlali üzerinde çalışmak ister. Toplantılarda, görüşmelerde öyle deneyimler dinler, öyle durumlara şahitlik edersiniz ki günlerce uykularınız yarım olur, söylenenler aklınızdan çıkmaz. Tüm dünyaya karşı olan güveniniz, inancınız zedelenir, kızarsınız ama yola devam edersiniz. Kızgınlık yola devam etmek için yakıtınız olur ama bir yandan da içinizde siz fark etmeden hacim olarak haylice büyük bir yer edinir. Etrafımda bir tek hak savunucusu bilmiyorum ki bu türden bir deneyim yaşamamış olsun. Özetle zordur.

Örgütlerde bir avuç kişi çalışır.  Tek bir kişi beş kişilik iş yapar. Düzenli sivil toplum işinden freelance dünyaya geçtiğimde başka sektörlerde çalışanların “bu benim işim değil, iş tanımımda bu yok” dediklerini duyduğumda hayrete düşmüştüm.  Hangisi daha profesyonel tartışılır tabii ama sivil toplumda direktör masa taşır, çalışan toplantılardaki yemek menülerinin katılımcıların diyetine uygun olmasını sağlar. Herkes çokça tercüme, az biraz infografik tasarımı yapar, kısacası herkes her işi yapar. Bu nedenle de çok çalışırsın, yorulursun ama devam edersin. Sadece başka iş bulmak zor olduğu için değil, inandığın için.

Çok çalışmanın temel bir nedeni ise, sivil toplum örgütlerinin mali kaynaklarında çeşitliliğin halen sağlanamamış olmasıdır.  Çoğu sivil toplum örgütü, fon veren kuruluşların hibeleriyle ayakta duruyor, bağışlar sınırlı, bağış toplamaya ilişkin mevzuat sivil toplumun örgütlenmesinin önünde önemli bir sorun teşkil ediyor.  Bu durum değişmedikçe, fonların izin verdiği sayıda insanın – ki bu genelde yapılacak işle doğru orantılı olmuyor – istihdam edilmesinin önüne geçilemeyecek. Yani bir avuç insan sayısız iş yapmaya devam edecek.   

Bir avuç sivil toplum örgütü dışında, birçok örgüt profesyonel bir yaklaşıma sahip değil. İş tanımları, süreçler, karar verme mekanizmaları, performans geri bildirimleri, sürdürülebilirliğin nasıl sağlanacağı belli değil, örgüt olarak geleceğe ilişkin bir vizyon yani bundan on yıl hadi beş yıl sonra örgütün nerede olacağına dair bir tanımlama yok. Bu durum iş yükünü artırmakla kalmıyor, değişimin somut sonuçlarının görülmesinin zor olduğu bir alanda belirsizliği daha da artıran bir unsur oluyor. Bu türden bir örgütsüzlüğün bir diğer doğal sonucu da sivil toplumda olmaz diye düşüneceğiniz mobbingin çok sofistike bir şekilde uygulamaya konuluyor olması. Üstelik mobbinge maruz kalan birçok çalışan, sivil toplum çalışmalarına atfedilen değer yüzünden de sessiz kalmayı tercih ediyor. Başkasının hakkını ararken kendisi için susar. 

Değişim uzun zaman alır. Bazen savunuculuğunu yaptığınız bir alanda küçücük bir değişiklik olur ve tüm dünyayı değiştirmiş kadar mutlu olursunuz. Sonra aradan zaman geçer, öyle bir şey yaşanır ki o küçük kazanımdan geriye düşecek bir politika uygulanmaya başlar. İlk başladığınız noktadan değil, daha da geriden tekrar başlamanız gerekir. Mühendis, mimar, doktor arkadaşlarınızın sosyal bilimlerin anlamlı olmadığı, somut olarak neyi değiştirmeyi sağladığınız üzerine yaptıkları tespitlerine, temel insan hak ve özgürlükleri ve bunları savunan insanlar olmasaydı sen böyle konuşabilir miydin acaba diye yanıt verseniz de nafile. Özellikle son dönemde artan popülist yaklaşımlar, anti demokratik uygulamalar, hak ihlalleri ve sivil alanın daralmasını gözlemleyip, oturur sorgularsınız gerçekten neyin değişimine katkı verdim diye. Sonra en başa döner ve hak ihlaline maruz kalan insanların deneyimlerini hatırlar, sabah işe koyulursunuz. Arkadaşlarınız, dostlarınız yargılanır, haksız yere yıllarca dört duvar arasında kalır. Mahkeme salonlarına gider, sosyal medyadan içerik paylaşırsınız, elinizden gelen budur sadece.

Ben sadece özet geçtim. Bu türden yükü insan ruhu, aklı, sağlığı taşımaz. Ama aktivistler iyi olmazsa değişimi sağlamak nasıl mümkün olacak? İyi olma halini utanmadan istemek gerek sadece kendimiz için değil, haklarını savunduğumuz insanlar için de. 

Sosyal alanda değişim için çalışanların ve hak savunucuların iyi olma hali ile değişimi sağlamanın arasında bir bağlantı olduğundan hareket eden yeni girişimler var. The Well Being Project Ashoka, Esalen, Impact Hub, Porticus, Skoll Vakfı ve Synergos tarafından 2014 yılında başlatılan ve sosyal değişim alanında çalışan herkes için iyi olma hali kültürünü paylaşma amacını taşıyan bir girişim. Girişime yol veren çalışma çeşitli ülkelerden sosyal değişim alanında çalışan insanlarla yapılan mülakatlar dizisi olmuş.  Bu mülakatlar insanların çalışmaları sırasındaki kişisel mücadelelerini, karşı karşıya kaldıkları zorlukları ve onlar için fark yaratan destekleri ortaya koymuş. İnsanların örneğin meditasyona ya da terapiye başlamalarıyla birlikte kendi yaşamlarını değiştirdiklerini, bunun iş yerine de yansıdığını söylemişler. Meslektaşlarını daha iyi dinlemeye başlamışlar mesela. 

Bu ilk araştırmanın hemen ardından 2017 yılında 6 ay süren, internet üzerinden kapsamlı bir Delphi araştırması yapılmış. 55 ülkeden 250 kişiyle yapılan bu araştırma sonucunda sivil alan çalışanlarının sürdürülebilir bir değişimi sağlamaya çalışmak için iyi olma halinin vazgeçilmez olduğunu düşündükleri ortaya çıkmış. Aynı grubun içinde hatırı sayılır sayıda insan, kendisini stresli, endişeli, tükenmiş ve izole edilmiş hissetmesine rağmen, yeterli kaynakların olmaması ama her şeyden önemlisi kendine özen göstermenin bir tür rahata düşkünlük göstergesi olması nedeniyle iyi olma hali için çaba göstermediklerini söylemiş.  Ortaya çıkan diğer önemli sonuçlar ise, katılımcıların yaptıkları işle aralarına mesafe koymakta zorlanıyor olduğu, uzun saatler çalışmanın sektörde bir çeşit “onur nişanı” olarak kabul edildiği ve sivil alandaki kültürün çalışanların iyi olma halinin desteklenmesi ya da göz ardı edilmesinde önemli bir etken olduğu. Bu verilerden hareketle ilk etapta sadece yöneticilerin dahil edildiği 18 ay süren bir “İçsel Gelişim Programı” inşa edilmiş. Bu programa katılan yöneticiler ilk başta kendilerine özen gösterdikleri için suçluluktan kavrulmuşlar ama zamanla programın çalışmalarına uzun vadede nasıl etki edeceğini görerek çalışmalara katılmışlar. 

Çalışma hakkında daha detaylı bilgiye projenin internet sitesinden ulaşmak mümkün. Ancak programın sonuçlarını genel olarak aktarmak gerekirse, kişisel iyi olma hali karmaşık, uzun dönemli ve sürekli evrilen bir süreç olmasına rağmen, kişisel düzeyde elde edilen değişimle iş ortamındaki değişimler arasında doğrudan bir ilişki var. Örneğin programa katılanların meslektaşları ile ilişkilerinin de farklılaştığı, ortak üretime, dinlemeye daha açık hale geldikleri, fikir üretimi, kaynak geliştirme gibi alanlarda da kapasitelerinin arttığı gözlemlenmiş. Programa katılanların sivil alanda çalışan liderler olması nedeniyle farklı örgütler arasındaki iş birliğinin yanı sıra sivil alan ve diğer sektörler arasındaki ortaklıkların da arttığı da ortaya çıkmış. Proje yetkilileri toplumsal değişime etkisini daha uzun süreli gözlemlemek gerektiğini ve bunun için de en az üç yıla ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar. Ama ilk verilere bakıldığında programa katılanların tabanları ve topluluklarla daha derin ilişkiler kurduklarını söylemek mümkün. 

Son günlerde herkesin dilinde Koronavirüsün pandemi sonrasında da yaşamımızı nasıl değiştireceği konusu var ki muhtemelen bir değişim olacak. Ama bu değişim gökten zembille inmeyecek, bu değişimin nasıl olacağı, nasıl bir sonuca yol açacağı bize bağlı.  Kendimizi ve birbirimizi gözetip kollamazsak değişimin istemediğimiz bir yere evrilmesi gayet mümkün. 1918 İspanyol gribi salgınından kurtulan ve halen hayatta olan 107 yaşındaki Joe Newman Guardian’a şunları demiş: “Siz benim koltuk değneğim olmalısınız. Ben de sizin. İçinden geçtiğimiz her krizde bu böyle olmuştur. Ve sonra arkaya dönüp baktığımızda bu zamanları atlatmamıza bunun yardımcı olduğunu göreceğiz.” Koltuk değneğinin kendisi sağlam değilse, kimseye bir faydası olmayacaktır.  Ben konuşmuyorum, deneyim konuşuyor. 

Kapak görseli: Stuart Pritchards, Pexels

Ebru Ağduk

Üyelik Tarihi: 25 Temmuz 2019
11 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör