Kapitalizm Kaderimiz Mi?

24 Eylül 2019
Geleceğin dünyası bugüne kadar alışık olmadığımız koşullar altında şekillenirken; tam da bu koşullar siyaset, iş dünyası, akademi, sivil toplum ve medyanın tartışmaların asli paydaşları olmasını ve karmaşık sorunlara, ortak çözümler üretilmesini gerekli kılıyor.

“Şu hayatta ne kadar güzel insan tanıdıysam hepsi de kapitalizmden nefret ediyorlardı. Benim böyle şeylere pek aklım ermez gardaş… Ama bu kapitalizmin çok şerefsiz bir şey olduğu besbelli.” Dilber Ay

Dilber Ay’a ne soruldu da kapitalizmi tarif etti bilmiyorum ama geçtiğimiz Nisan ayında vefat ettiğinde sosyal medyada en sık dönen cümleleri bunlardı sanırım. “Kadere Mahkumlar”ın şarkıcısı, mücadele ederek kendine bir yaşam kurmuş olan Dilber Ay’ın yalın ve içten kapitalizm tarifi, var olan ekonomik, sosyal ve politik koşullar karşısında kuşatılmış hisseden birçok insanın hislerine tercüman oldu. Liberal ve neo liberal politikalar aracılığıyla gündelik yaşamlarımızı biçimlendiren kapitalizm ve sonuçlarının yol açtığı kuşatılmışlık hissi, farklı sınıflar tarafından farklı şekillerde hissediliyor, değişik kelimelerle anlatılıyor. Ama his ortak, sorunlar da ortak. Bu sorunların birçoğunun kaynağının düzenli olarak kriz üreten, var olan haliyle “refah” vaadini yerine getiremeyen kapitalist sistem olduğuna dair tartışmalar yoğun bir şekilde devam ediyor. Bu yazı ekonomik ya da sınıfsal bir analiz yapmak amacını taşımıyor; daha çok kapitalizm ve nereye evrileceği tartışılırken, yeni bir düzen için farklı paydaşların bir araya gelerek neleri üretebileceğini ve sivil toplumun da bu tartışmalarda nasıl yer alabileceğini sorgulama derdinde. Küresel ölçekte hararet kazanan bir konu olmasına rağmen, bu tartışma henüz Türkiye’deki örgütlerin çok da fazla gündeminde değil. Ancak iklim değişikliği, gelir adaletsizliği, artan yoksulluk, politika yapıcıların çözüm yerine otoriterleşen yaklaşımları ve durulacağa pek benzemeyen göç hareketleri sivil toplumun gündemindeyse, kapitalizme ne olması gerektiği de meselelerinden biri olmalı.  

Geleceğin dünyası bugüne kadar alışık olmadığımız koşullar altında şekillenirken; tam da bu koşullar siyaset, iş dünyası, akademi, sivil toplum ve medyanın tartışmaların asli paydaşları olmasını ve karmaşık sorunlara, ortak çözümler üretilmesini gerekli kılıyor. Süregiden çalışmalara ve fikir paylaşımlarına şöyle bir baktığınızda, şu anda herkesin biraz kendi evinden konuştuğunu, ancak satır aralarında bir diğerini dışarıda bırakamayacağını da fark ettiğini görüyorsunuz.

Misal iş dünyası uzunca bir süredir kapitalizmin SOS verdiğinin ve sistemin var olan haliyle gelecekte belki de en çok kendilerine zarar vereceğinin farkında. Değişimi savunurken de bugüne kadar şirketlerden duymaya pek de alışık olmadığımız, sivil toplumun lügatında var olan kelimeleri ve söylemi kullanıyorlar. Dünyanın en büyük şirketlerinin lokomotifi olduğu Kapsayıcı Kapitalizm Koalisyonu (Coalition for Inclusive Capitalism) kapsayıcı bir kapitalizm tartışması için farklı paydaşları bir araya getirerek geleceği tanımlamayı amaçlıyor. Kâr amacı gütmeyen bir girişim olan Koalisyon, iş dünyasının yatırım kararları alırken çevresel, sosyal ve yönetişim ile ilgili bir bakış açısının olması gerektiğini söylüyor. Koalisyonun hedeflerini anlattığı üç dakikalık videosunda kullanılan kelimelerin birçoğu sivil toplum örgütlerinden duymaya alışık olduğumuz türden. Tabii ki hem bu kelime seçimi hem de farklı paydaşların – kâr amacı gütmeyen kuruluşların ve siyasetin – Koalisyon’da bir araya getirilmesi, geleceği tanımlama iddiası olan bir girişimin bunu tek başına yapamayacağını fark etmesinden kaynaklanmış olsa gerek.  

Martin Wolf, geçtiğimiz günlerde Financial Times’da yayınlanan “Hileli Kapitalizm Neden Liberal Demokrasiye Zarar Veriyor?” başlıklı yazısında üretmeyen rantiye kapitalizmin nelere yol açtığını anlatmadan önce, dünyanın en büyük 181 şirketinin üst düzey yöneticilerinin bir araya geldiği Amerikan İş Dünyası Yuvarlak Masa Toplantısı’ndaki bir konuşmayı alıntılamış. Alıntının meali şu; biz bugüne kadar sadece hissedarlarımızı gözettik, artık tüm paydaşlarımızı gözetmemiz gereken günler geldi çattı. Elbette bunların hiçbiri rastlantısal ya da gelişigüzel edilen laflar değil. Dünyanın ileri gelen şirketleri farkındalar ki, özellikle 2008 yılında yaşanan finansal kriz sonrasında büyük şirketlere ve krizin asıl faturasını kitlelere ödeten siyasetçilere duyulan kızgınlık, şirketlerin görece küçük bütçelerle yürüttükleri kurumsal sosyal sorumluluk projeleri ile dinecek gibi değil. Var olan sistem de artık sürdürülebilir değil. Hissedarların yerini paydaşlar alırken, yeni yaklaşımlarla birlikte, yeni yönetişim ve örgütsel modeller de tartışılıyor. Kurumsal sosyal sorumluluğun yerini daha bütüncül bir söylem ve yaklaşım alırken artık değer yaratan, amaç güden şirketlerden bahsediliyor. 

Tüm bu tartışmalarda akademi de boş durmuyor tabii. Harvard Business School gibi anlı şanlı okullar ve kerli ferli akademisyenlerin yanı sıra eskiden pek rağbet görmeyen kapitalizmin geleceğinin tartışıldığı derslere iltifat etmeye başlayan öğrenciler de yazıp çizmeye fikir üretmeye başladılar. Özellikle son 10 yıldır alternatif örgütsel modeller tartışılarak, sosyal etki, sosyal girişimcilik, kollektif mülkiyet hakkı ve demokratik katılım ilkeleri üzerinden şekillenen kooperatifçilik hareketi üzerine öneriler geliştiriliyor. Kısacası gitgide ivme kazanan ve daha fazla fikrin, önerinin geliştirileceği bir akademik alandan bahsediyoruz. 

Gelelim sivil topluma… Son aylarda en görünür hale gelen sivil girişimlerin birçoğu çevre hakkı ve özellikle de iklim değişikliği ile ilgili. Kaz Dağları’ndaki su ve vicdan nöbetinden tutun, 16 yaşındaki Greta Thunberg’in iklim değişikliğine dikkat çekmek için okula gitmeyi bırakıp İsveç parlamentosu önünde tuttuğu nöbete kadar, çok sayıda insanın bir şey yapmak şart oldu demesine yol açan girişimler çevreye verdiğimiz tahribatla ilişkili. Peki o zaman soru şu: Eğer harekete geçmezsek 10 yıl içinde geri dönülmez bir yola gireceğimiz öngörülen iklim değişikliğinde, var olan üretim sistemleri ve örgütsel yapılanmanın, tüketim alışkanlıklarımızın, ulusal ve yerel düzeyde politikaların kısacası var olan kurulu düzenin payı ne? Bu soru yeni bir soru değil ama bütüncül bir yaklaşımla ortak bir masa kurma ihtiyacı artık ertelenmeyecek seviyede. Sivil toplum örgütleri, hak savunusu yaparken diğer paydaşlarla birlikte ortak çözümler üretmek için masadaki yerini almalı. Bunun için de küresel düzeyde devam eden güncel tartışmaları takip ederek, insanlara yeni bir yaşam kurgusunu ve düzenini tarif etmede öncü olmalı. Sivil toplumun bu tartışmaların dışında kalması durumunda, üretilecek alternatiflerin ne denli çoğulcu ve kapsayıcı olacağı şüpheli. Sivil toplumun kapsayıcılığı ve çoğulculuğu teşvik eder bir nitelikte masada olması için de kendi içindeki güç ve hiyerarşi tanımlamalarını gözden geçirmesi, önereceği yeni düzen ve yaşama uygun bir örgütlenme, yaklaşım ve söylem benimsemesi elzem. 

Ebru Ağduk

Üyelik Tarihi: 25 Temmuz 2019
11 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör