“Bizi Sıkıştırmak İstedikleri Çemberi Hep Birlikte Kıracağız”

Kadıköy’deki Mera Salon’da Ömer Tevfik Erten, Enes Alba, Ali Murat Gali ve Ekin Keser’in katılımıyla açılan Pride&Proud sergisi yeni tamamladığımız Onur Haftası’na sanat üzerinden bir katkı sunuyor. Fotoğraf&Video sanatçısı ve LGBTİ aktivisti Ömer Tevfik Erten ile sergiyi, sanat çalışmalarını ve LGBTİ mücadelesini konuştuk. 

Mecra Salon’da dört sanatçının bir arada işlerini sergilediği Pride&Proud sergisinden başlamak isteriz ilk olarak. Sergiye nasıl dahil oldunuz?

Mecra Salon’un Küratörü Kübra Uzun, benimle iletişime geçti. Zaten Trans Misafir*hanesi projesinde birlikte çalışmıştık. Pride&Proud sergisi planlanıyordu, nasıl bir iş olabileceği üzerine konuşurken 2014 yılında trans aktivistler Boğaziçi Köprüsü’ne gökkuşağı bayrağı ve pankart asmışlardı. Bu pankartta ‘’Trans Cinayetleri Politiktir- Faili Devlet” yazıyordu. Zaten 2014 yılının trans Onur Haftası’nın teması da Faili Devlet’ti. Bu aynı zamanda benim 2013-2017 yılları arasında çektiğim bir fotoğraf serisinin de adı. Pride&Proud sergisi için oradan bir parça aldım. Aynı şekilde 2018 yılında sergilediğim Burçak serisinde yer alan, köprünün etrafındaki yaşamı gösteren işlerden de parçalar var. Sergi benim için kısaca böyle oluştu. Sergiyi Enes Alba, Ali Murat Gali ve Ekin Keser ile birlikte açtık. Mecra’da daha önce de sergiler olmuştu. Kadın Fotoğrafçılar Dayanışması’nın bir sergisi olmuştu. Şimdi ‘Yeni Bir Soluk’ adıyla Kadıköy ve İstanbul sanat camiasında sergilerin, atölyelerin, çeşitli panel ve etkinliklerin yapılacağı bir yer olacak. Biz de açılışa katkı sunmak istedik çünkü böyle yerlere ihtiyacımız var. 

Siz sinemayla başladınız, sonra da fotoğrafçılığa geçtiniz. Sanat yolculuğunuzu kısaca anlatabilir misiniz? 

Başlangıçta ne istediğimi arıyordum. Liseden beri dergicilikle, kültür sanatla, tiyatroyla resimle içli dışlıyım. Kendimi nasıl ifade edebileceğimi arıyorum. Bu bitmeyen bir arayış. Dönemsel olarak çeşitli biçimleri deniyorum. Gezi Direnişi’nden öne kendime ve topluma karşı açık biri değildim. Hep bununla yüzleşmek istedim. Bireysel hayatımda Gezi beni özgürleştirdi. Belediyede çalışıyordum, işimi bıraktım, fotoğraf ve sanatla kendimi ifade etmenin yollarını aradım, hala da aramaya devam ediyorum. 2013 yılında Trans X İstanbul diye bir proje vardı. O proje kapsamında Nefret Suçları temalı bir kısa film yarışması oldu. Ben bu yarışmadan birincilik ödülü aldım. İlk durakta böyle yüreklendirilmenin büyük bir kıymeti var. Aslında farklı medium’ları kullanarak hikaye anlatıcılığı yapıyorum. Sinemayla ilişkimin gelişmesiyle birlikte görüntünün temeli fotoğrafı özümsemem gerektiğini anladım. Bu süreçte çalışmalarımı bir başlık altında toplamaya karar verdim.  

“Çalışmalarımda ‘Güvenli Alan’ı Arıyorum”

İşlerinize baktığımızda belli bir temayı takip ettiğinizi görüyoruz. Siz nasıl tanımlarsınız üretimlerinizin izlediği yolu?

Belli bir temayla ilerlediğim doğru. Toplumsal cinsiyet, belgesel, büyülü gerçekçilik gibi kısımları var yaptığım işin. Filmle başladım, fotoğrafa yöneldim, fotoğrafta da ilk yaklaşımım bir belgeselci gibiydi. Bir fotoğraf serisinin nasıl anlatılabileceğini anlamaya çalıştım. Konunun içinde kaybolmayı seviyorum. LGBTİ hareketlerinin içine girdiğim zaman Trans Misafirhanesi’yle tanıştım. Orada hayatımı tamamen değiştiren bir süreç yaşadım. Hikaye anlatıcısı olarak kaybolabildiğim, kimliksizleşebildiğim bir yer bulmuştum. O süreç Faili Devlet’i, ardından da Burçak serisini doğurdu. 2013-2018 yılları arasında ‘Gezi’den Ohal’e Türkiye’de Trans Kimlikler’ diye bir proje oluştu böylece. Şimdi de büyülü gerçekçi bir hikaye nasıl anlatılır, film nasıl çekilir, nasıl daha çok insanla işbirliği yapabilirim diye düşünüyorum. Bu, uzun metraj film yapımına giden bir süreç benim için. Yazar Defne Çizakça ile çalışıyoruz. Defne, aynı zamanda doktor. Doğu ve batıda peri masalları üzerine  araştırmalar yapıyor. Şuan Yahudi cadıları araştırıyor. Çalıştığım fotoğraf serilerine Defne hikayeler yazıyor. 2016 yılında şehirde yaşamanın tekinsizleştiği, bombaların patladığı dönemde Defne ile birlikte ‘’İstanbul’un Korkulukları’’ adlı hikayeye başladık. Ben o zamanlar Kumburgaz’da bir arkadaşımın evinde kalıyordum. Evin çevresinde bir meyve bahçesi ve tarla dışında bir şey yok. Bahçeyi koruyacak üç korkuluk var, bu korkuluklar esasen vitrin mankenleriydi. Koruyucu kimliği olan aynı zamanda kimliksiz varlıklar… Defne’yle bu üç korkuluğu şehre döndürdük, şehri oraya getirdik, güvenli alanı aradık aslında. Benim çalışmalarımın temelinde güvenli alan var. Belgeselde de, Trans Kimlikler’de de, İstanbul’un Korkulukları projesinde de bu konuyu çalıştık. İstanbul’un Korkulukları Glasgow Review Of Books’ta yayınlandı. Yapmak istediğim bir diğer proje vardı, adı “Yer Var mı?” 2014-2018 yılları arasında kuirlerin cinsel ya da duygusal birliktelik için buluştukları alanlara odaklanıyor. Buluşma için güvenli alan oluşturuyor insanlar, bu güvenli alanlar nasıl yerler, neye benziyor, buna bakmak istedim. 

Trans Guest*House projeniz var bir de.

Bu benim 2014 yılında hazırladığım bir projeydi. Bu fotoğraf serisini Defne’yle beraber bir büyülü gerçekçi bir masala, bir kitaba dönüştürme isteğimiz vardı. Bu projeyi kitaplaşması için yaptım. Bir arkadaşım vasıtasıyla İpek M. Sur van Dijk ile tanıştık. Etki Küratörü olarak projeye destek verdi.  Kübra Uzun proje koordinatörümüz olarak bizimle çalıştı. Hollanda Konsolosluğuna başvurduk, onlar da kitap ve filmimize sponsor oldular. Kitap 250 adet basıldı. Hollanda Konsolosluğu’nda resepsiyonu yapıldı. Proje kendini gösterebileceği yeni yerler arıyor. Trans Evi, kendi başına bir direniş hikayesi zaten.  2012 yılında İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği tarafından barınacak yeri olmayan translar, Kuzey-Afrika ve Ortadoğu’da şiddet tehdidi altında olan trans ve LGBİQ mülteciler ve sığınmacılar için kurulmuştu, şu an kapanma tehlikesiyle karşı kaşıya. Kapanmaması için bu projeyi hayata geçirdik. Merve Deniz kitabı tasarladı. Yönetmenliğini yaptığım ‘’Bir Vardım Bir Yoktum’’ adlı kısa filmde Asya Leman, Engin Volkan ve Hale Güzin Kızılarslan ile beraber çalıştık. 

“Eşcinsellerin Özgürleşmesi Heteroseksüelleri de Özgürleştirecek”

“Algımı mağdur politikasından uzak tutmaya çalışıyorum” sözünüz üzerinde durmak istiyorum. LGBTİ’lerin mücadelesini mağduriyet üzerinden değil, dezavantajlı olma hali üzerinden de değil, insan olmaya dair bir mesele üzerinden okunmalı gibi anlıyorum bunu. Onur Yürüyüşü yasağının 5. yılına girmişken Türkiye’de yaşayan bir sanatçı ve LGBTİ aktivisti olarak düşünceleriniz neler?

LGBTİ+ hareketi Gezi’den sonra büyük bir ivme kazandı. Belki 2014’te gelen yasak bu güçten rahatsız olmalarıyla ilgilidir. Biz siyasi bir grup değiliz, etnik grup değiliz. Türkiye’nin ve dünyanın her yerinde var olan insanlarız. Bu bir var oluş biçimi, insan olmakla alakalı bir şey. Bugün ülkedeki bütün muhalefet bastırılmak isteniyor. Bu durum değişmek durumunda. Bizi görmezden gelemezler, kadınları da, maden işçilerini de, tacize uğrayan çocukları da… 

Biz sürekli ayrıştırıcı, nefret dilinin yer bulduğu bir atmosfer içerisindeyiz ve bu hepimizin hayatında olumsuz etkiler yaratıyor. Herkes öfkeli, herkes bir diğerini öteki olarak yaftalamaya başladı. Ne ötekisi, ben senin kapı komşunum, annenim, babanım ve hatta eşinim. Bir aradayız. Toplumun bir parçasıyız, toplum dediğiniz şey biziz zaten, hepimiziz. Biz şunu söylüyoruz; eşcinsellerin özgürleşmesi heteroseksüelleri de özgürleştirecek.

Gezi’den sonraki süreçte LGBT+ hareketinin bu kadar görünür olmasının sebeplerinden biri de iletişim kanallarımızın olması, kendimizi ifade edebilmemiz ve diyaloğa geçiyor olmamız… Biz diyaloga açık insanlarız. Dolayısıyla dokunduğumuz, konuştuğumuz insanlarla bir süre sonra uzlaşıyoruz. Aynı çember içinde aynı sıkışıklığı yaşıyor olduğumuzu görüyoruz. Halbuki biz yan yana durduğumuzda, kol kola girdiğimizde o çember kırılacak. Sıkıştırmaya çalışıyorlar bizi. 

Size sanat üretimlerinde LGBTİ görünürlüğü ve temsili ne ölçüde doğru ve yeterli? 

Bu alanda çalışan insanlar var ama görünür değiller. Alan bulmak gerçekten zor, bu yüzden “Yer var mı?” sorusu önemli. Çalışmalar yapılıyor ama desteklenmiyor, desteklenmediği gibi platformların azlığı, LGBTİ’ye yer verilmemesi büyük sorun. Hem destek görmüyorsun, hem de zar zor yaptığın işi gösterecek yer bulamıyorsun. Televizyonda, diziler gibi popüler üretimlerde LGBTİ temsilini ya hiç göremiyoruz ya da mizah malzemesi gibi saçma sapan bir noktadan yaklaşıyorlar. Ama artık o dilin toplumda karşılığı yok çünkü toplum eski toplum değil. Bir kırılma yaşandı, yeni yetişen genç nesil her şeyden haberdar ve bizler için buradan kaba mizah çıkarmak çok bayat. Bir insanın cinsel kimliğinin alakasız durumlarda vurgulanması da mantıklı değil. Kadın yazar, Gay fotoğrafçı gibi kullanımların bir mantığı yok. Tabii kimi durumlarda anlam kazandığı oluyor. Örneğin ‘Trans öğretmen’ dediğinde burada bir temsil de var. Hak kazanımı, politik bir duruşu vurguladığın durumlarda belirtmek gerekli. 

Belediyelerin Onur Haftasıyla ilgili paylaşımlarını görünce ne düşündünüz? 

Özellikle son iki senedir LGBTİ’nin gücünün farkına varıldığını düşünüyorum. Çünkü söylediğim gibi biz her yerdeyiz. Bizim özgürlüklerimizi kısıtlayan insanlarla beraber olmayacağız. Beni kısıtlarsan benden destek göremezsin. 

STK, dernek ve vakıfların LGBTİ alanında çalışmaları sizce yeterli mi? 

Ellerinden geleni yapıyorlar. Bu alandaki birçok dernekle dönem dönem işbirliklerim oluyor.  Fotoğraf serilerime de katkı sunan yerler bunlar. Dernekler çalışıyor esasen ama burada da bir kırılma yaşamamız gerekiyor. Dar alanda kısa paslaşmalar yaşıyoruz. Kendi kitlemiz dışına ulaşamıyoruz.  Sivil toplumun artık insanlara ulaşabilir bir yerde olması gerek. Tabii Türkiye’nin şartlarının zorluğunun farkındayım. Bu noktada kültür sanata önemli bir rol düşüyor. Mesele sadece rapor tutmak olmamalı, hikayelerin anlatılması, temas alanları yaratılması lazım. Bu alanda da biraz kırılmalar var ama yeterli değil. Boysan Yakar’ın da söylediği gibi, biz gettoları değil şehrin tamamını dahası hayatın tamamını istiyoruz. Burada Sivil Toplum Kuruluşlarına görevler düşüyor. İşbirliklerini artırmak lazım, ağlar oluşturmalıyız. Kucaklaşalım. 

Peki, devlet kanalında ilgili kurumları, kişileri bu işbirliğine çekmek nasıl mümkün olabilir?

Belediyelerin LGBTİ postlarından bahsettik örneğin. Bu çok büyük bir kazanım. Yıllardır yerel yönetimlerde örgütlenmenin sonucu edinildi bu kazanım, buna devam edilmesi gerekiyor. Beyoğlu’nda, Şişli’de ya da diğer yerlerdeki belediyeler, LGBTİ görmeden devam edemez. Başka bir koşulu yok. Biz halkın bir parçasıyız ve bizim taleplerimiz var. Bu talepleri görmezden gelemezler. Belediyeler de hem kendi personellerini hem de halkı bilinçlendirmeliler. Birlikte barış içinde yaşamayı istiyorsak temas alanlarını açmak zorundayız. Fotoğraf serilerinde aldığım yaygın bir tepki var; insanlar “biz böyle bilmiyorduk” diyorlar. “Sokakta özgürce, gülümseyerek yürüyorlar ya da şiddete maruz kalmış ama yanında arkadaşları var, yine de güçlüler, yalnız değiller, biz bunları bilmiyorduk” diyorlar. Kafalara yıllara sistematik olarak yerleştirilmiş bir negatif görüntüler var çünkü. Televizyonların ana haber bültenlerinden hepimizin hafızasına kazınmış elinde jilet, kanlar içinde translar vardır mesela. Bu bilinçli bir politikaydı ama artık insanlar gerçeği görüyor. Bu algıyı yıkmaya devam etmek gerek. Trans Kimlikler projesinin amacı tam da bu işte. 

Sanatçı ve aktivist olarak dünden bugüne umudunuz arttı mı? Yoksa işler iyi gitmiyor mu?

Ben her zaman umutlu bakmaya çalışan bir insanım. Öyle bakmasam üretemem zaten. Yaşamda umudun tamamen tükendiği bir an yoktur. Tam tersine, ben güçlendiğimizi, birbirimizin gözlerinin içine bakabildiğimizi düşünüyorum. Her şeyin güzel olacağına inanmak lazım. Bu söylemin benim hayatımda gerçek bir karşılığı var. Çok organik gelişen bir slogan. İstanbul halkının bu sloganla kurduğu ilişki de aynı doğallıkta çünkü son yıllarda çok zor günler yaşadık. Tekrar tekrar üretilen bir kabusu yaşatmaya çalıştılar. Hiçbir şey güzel olmayacak denildi hep, tehdide, hedef göstermeye dönüştü hatta bu. Korkuyla, baskıyla, nefret diliyle devam edeceğini düşündüler ama bu karşılığını bulmadı. Muhafazakarından liberaline biz güzel şeyler görmek, mutlu olmak istiyoruz. Kanun yapıcıların halka mutluluk borcu var. Naklen sevgi istiyoruz, huzur istiyoruz. Niye varız? Bu noktada Büyükşehir Belediyesi’ne LGBTİ’lerin kendilerini topluma anlatabilecekleri alanları sağlamada önemli görevler düşüyor. Şehirlerin en görünür yerinde sergiler yapalım, anlatalım, dokunalım insanlara. Kültür ve sanatın toplumu değiştiren ve dönüştüren gücüne her zaman inandım. Şimdi de bu toplumu nasıl barıştırabiliriz, nasıl daha mutlu oluruz sorularını konuşmanın vakti. Bu yanıtları bulmada da öne yerel yönetimlere sonra da ana belediyelere büyük görevler düşüyor.