Kuşaklar Darbeleri ve Kendilerini Konuştu

Kuşaklar Darbeleri Konuşuyor başlığı ile 78’liler Derneği’nin organize ettiği panelde ‘darbeler, kuşakların yaşadıkları, günümüze yansımaları ve 15 Temmuz Darbe Girişimi konuşuldu. Sivil toplum adına  panelde konuşanlar arasında 78’liler Girişimi Sözcüsü Celalettin Can yer alırken, siyasi yelpazeden birçok konuşmacı da Türkiye’nin darbe geçmişini değerlendirdi. HDP Antep Milletvekili Celal Doğan : Sağ yok sol yok boykot var 68 sabahı üniversiteye gittiğimde […]

Kuşaklar Darbeleri Konuşuyor başlığı ile 78’liler Derneği’nin organize ettiği panelde ‘darbeler, kuşakların yaşadıkları, günümüze yansımaları ve 15 Temmuz Darbe Girişimi konuşuldu. Sivil toplum adına  panelde konuşanlar arasında 78’liler Girişimi Sözcüsü Celalettin Can yer alırken, siyasi yelpazeden birçok konuşmacı da Türkiye’nin darbe geçmişini değerlendirdi.

HDP Antep Milletvekili Celal Doğan : Sağ yok sol yok boykot var

Celal Doğan

68 sabahı üniversiteye gittiğimde derse girilmediğini gördüm. Tahtada bir yazı vardı: ‘ Sağ yok sol yok boykot var’. Öğrencilerin somut sorunlarından kaynaklanan bir kitle eylemi vardı. İstanbul Üniversitesi’nde 8 bin öğrencisi vardı ve yüzde doksanı bu eylemin yanındaydı. O kitle eylemini biliyorsunuz daha önce Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da o dönemin gençliğinin demokratik ve özellikle özgürlüklerle ilgili ve daha da çokta anti- emperyalist anlayışların, dünyaya yansıyan bir çığlığı olarak Türkiye’ye de sıçrayan kıvılcımın parçaları İstanbul ve Ankara’da görülmeye başlamıştı.

Sınıf Mücadelesi, Yasak Şehir Gerillası Kitabı Fıstık, Simit Gibi  Satıldı

Bu eylem siyasi noktalara doğru evrilmeye başladı. Sonrasında Devrimci Öğrenci Birliği, Fikir Kulüpleri Federasyonu sonrasıyla Dev-Genç’e dönüştü. Türkiye’nin ana sorunlarının tümüne el atmaya başladı. Bafa’da ki direnişte biz vardık, Antep’teki fıstık mitinginde biz vardık, Ege’de ki tütün mitinginde biz vardık. Karadeniz’de Dev-Genç halkın yanında yer alma anlayışı sergilediği zaman, devletin kapılarındaki bir takım insanların kulağına kar suyu kaçtı. Gençliği nasıl bölerim projesi öne getirildi. O nedenle ilk iş şunu yaptılar; sol gençliğin önüne karşı bir güç oluşturacak bir takım organizasyonlar yaptılar. Komandolar dediğimiz, Türkeş tarafından o zaman organize edilen, özellikle fabrikatörlerin desteği var. O inşa yetmedi tek başına özellikle devletin, bu genç kesimin, önüne daha başka, topluma ters gelecek yönlere sevk etmenin yolları araştırılmaya başlandı. Örneğin o dönemlerde sınıf mücadelesi vermek, propagandasını yapmanın cezası asgari dört buçuk yıl hapisken, Carlos Marighella’nın  Şehir Gerillası kitabı üniversite koridorlarında fıstık, simit satılır gibi satılmaya başlandı.

“Zeytinyağı saftır içinde emperyalist bir şey yoktur’

O da yetmedi öğrencilerin boykot eylemlerinin şiddete evrilmesini sağlayacak ajan provokatörlerin sayısız olarak içimize girdiğini gördük. 6. Filo’nun karaya çıkmaması konusunda  eyleme başlayacağımız esnada bir genç geldi. ‘Ben 6 . Filo karaya çıkarsa kendimi yakmak istiyorum’ dedi. O zamanda biliyorsunuz Vietnam’da savaş vardı, anti-emperyalist kavga yüksekti. Bazı arkadaşlar mani olmaya çalıştılar, bazıları da kendisini yakmasında bir beis görmediler. ‘Vietnam rahipleri gibi dünyada ses getirecek bir eylemdir’. ‘Peki’dedik. Çağırdık bu arkadaşı ‘ ne zaman yakacaksın kendini, nerede’ diye. ‘ Beyazıt Meydanı’nda Atatürk heykelinin yanında’ dedi. Baktık adamın şüpheli bir durumu da var. ‘Ben benzinle yakmam. Benzin milli değil, Amerikan benzini’ dedi. ‘Peki sana Antep’ten zeytin yağı getirelim, zeytinyağı saftır içinde emperyalist bir şey yoktur’ dedik, kaçtı gitti.

Yine bizim taş attığımız yerde adam illa kurşun atmak istiyor. ‘Kardeşim bu eylemin niteliği kurşun atmaya müsait değil. On beş gün sonra polis olduğu ortaya çıktı. Bu yöntemler işe yaramadıktan sonra tek tek gençleri öldürmeye başladılar. Başıma gelen olayı anlatayım bana bir metreden polis, tam kafamın üzerine silahı sıktı Atilla Özdemir diye bir arkadaşım vardı, eline vurunca kurşun üstümden geçti. Bir gün sonra aynı yerde Ankaralı arkadaşımız Taylan Özgür orada öldürüldü.

Kitle eğer topumla bağ kurabiliyorsa, ilişki kurmaya çalışıyorsa ve bu uyanışın habercisi oluyorsa, bunu devlet katındaki bazı kesimlerin çok rahatsız ettiğini açıkça görüyorsunuz. Bu nedenle sizin imha ve yok edilmeniz konusunda pervasızca hiçbir şeyden çekinmeden yaptıklarını hayatımızın her safhasında yaşadık.

Özellikle 68 kuşağının gençlerini şöyle tarif etmek gerekir; Ülke sevdası vazgeçilmez davalarıydı. Ne yemek , ne içmek, ne eğlenmek, ne de arkadaşları ile gezmek gibi hiçbir lüksleri söz konusu değildi. ‘Ne var ne yok ülkenin bağımsızlığı ve ülkedeki halkın’ derdi. İkincisi yine bu hareketin içinde öncü arkadaşlarımızın büyük bir kısmı ciddi sosyalist insanlardı.

“O gün gözlerine bakarak oy kullanılıyordu”

Üç tane darbe görmüş bir arkadaş olarak biraz bunlara dokunmak istiyorum. 61 ihtilalinde lise bir öğrencisiydim. Sonra kitaplardan çok ciddi araştırdım gördüm ki 61 ihtilalini yapan insanların aldıkları tedbirlere bakınız. Her demokratik eylemi, demokrasiyi askıya alan, demokrasiyi yok edip ülkeyi kurtarma iddiasıyla ortaya çıkanların hepsinin sonuna baktığınızda kendilerini kurtaracak tedbirleri hep ön plana almışlardır. 61 Anayasası’nda demokratik bir takım haklar var, özgürlükler var bunlar doğrudur. Kurumlar vardır; anayasa mahkemesi, çift meclis vardır. Doğrudur ama bunu yapanlar için alınan tedbirde çok daha enteresandır. İki tane kurum var. Birisi Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlüğü diğeri tabii senatörlük. Tabii senatörlerin aldıkları karar şu: ‘Kaydı hayat şartıyla hayatlarında yaptığı hiçbir işlem mahkeme yoluna çıkamayacaktır’. Hâlbuki memleketi seven, kahraman olan, ülkesi için canını ortaya koyanların alması gereken tedbirler değil. İnanıyorlarsa ve güveniyorlarsa bunlara gerek kalmaz. Ülkeyi kendileri parsellemek için yaptıkları açıkça ortaya çıkıyor.

O tabii senatörlükte, Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlüğü de nöbetçi cumhurbaşkanları komitesidir. Günü geldiği zaman kim cumhurbaşkanı olacaksa, orada bekletilir. Bunu şunun için söylüyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda da Türkiye’de o anayasa yapılırken. Bizim bugün çektiklerimizi ,o gün o anayasaya oy verenler aynısını çekmiştir. O anayasa kampanyasıyla %63’ e 39 hayır çıkmıştır. Ama ‘hayır’ı savunmak suçtur. Demokrat Partililere getirilen yasak için propaganda için yola çıkan insanlar kahveye gittiğinde vatandaşla olan sohbetinde. ‘Oyunu nasıl kullanacağım’ der.Eski milletvekili ‘hayır’ veya evet diyemez. ‘Gözlerimin içine bak ne dediğimi anlarsınız’ diye cevap verir. O gün gözlerine bakarak oy kullanılıyordu. Biz son referandumda gözlerimize dahi baktırmayacak kadar zulme ve şiddete maruz kaldık. Miting yapamadık, doğru dürüst toplantı yapamadık. Hiçbir ana akım televizyonda sözcülerimizin konuşmasına asla müsaade edilmedi. Dün neyse bugün yeni, büyük demokraside farklı bir anlayışla karşı karşıya değiliz.

12 Mart 1971 döneminde,eski Milli Birlik Komitesi kalıntılarının gençlerle iş birliği yaptığı, eylemleri körüklediği, arkadan teşvik ettikleri doğrudur. Ama Deniz bunların hiç birine alet olmamıştır. Sıkıştığı zamanda askerler bildiğiniz gibi yan çizmişlerdir. Genelkurmay başkanının şu lafı enteresandır: ‘Bu parlamentodakilerin tümü vatan hainidir, parlamentonun kapısına kilit asmam dört saat sürer. Ama sonra kime ilan ettireceğiz sorusuna Türkiye’de parlamentonun askıya alınmasını, bir beyin takımıyla bakanlar kurulunun icrası şeklinde bir hükümet modeline gitmişlerdir. Yani kafalarında hiçbir sivil siyasetçinin vatan sevgisi taşıdığını kabul etmemişlerdir. Diktatörler kendi geleceklerini inşa için ülkeye bakarlar. Halkların geleceği ve demokrasi için bir çaba da olmazlar.

78’liler Girişimi Sözcüsü Celalettin Can:  Altmışlarda ortaya çıkan toplumsal hareketliliğin önünü kesemediler

Celalettin Can

Memduh Tarhan şunu söyledi; ‘Sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçti, bunun önünü kesmek gerekir.’  Bir süre sonra 12 Mart darbesi gündeme geldi. Gündeme gelirken biraz erken geldi. Nedeni solun yükselişi askeride etkilemişti. Askerde de sol eğilimler vardı. Bu eğilimlerden bir kısmı Mahirler tarafında, bir kısmı (Cemal) Madanoğlu, Doğan Avcıoğlu etkisinin altında bir sol cunta da örgütleniyordu. Sol cuntayı tırnak içinde diyorum. Faruk Gürler, Muhsin Batur’la anlaşarak, bütün subayların, kimliklerini bilgilerini de alarak 12 Mart’ta darbeyi yaptılar. İlk evrede orduya dönük bir operasyon yaptılar. Ondan sonra topluma yönelmeye başladılar. 12 Mart hazırlıksız geldiğinden, askerler kamuoyunun bir kısmını karşısına aldığından , toplumu da darbeye hazırlamadıklarından, darbe tutmaya zaman bulamadan Mahir’lerin, Denizler’in İbrahim’lerin özellikle Deniz ve Mahir’in direnişleri gündeme geldi. Çok kısa zamanda ama çok ciddi çıkışlar yaptılar. Toplum onları çok benimsedi. Altmışlarda ortaya çıkan toplumsal hareketliliğin önünü kesemediler. Sadece bir dönem sustu. Nitekim darbeden demokrasiye geçildiğinde çok kısa süre içerisinde, 73-74, topraktan fışkırırcasına sol hareket gelişmeye başladı.

Tabi Demirel’i tutuştu, Türkeş’i tutuştu. Ne yapabiliriz dediler. Ecevit’in bir zafiyetinden yararlanarak, Erbakan’la kurduğu hükümeti düşürdüler ve Milliyetçi Cephe’yi kurdular. Komünizme Karşı Milliyetçi Cephe’dir aslında adı, bunu açık söylediler. Bürokrasiyi ve parlamentoyu Demirel’e, sokağı Türkeş’e verdiler. Yetinmediler MİT’i de Türkeş’e teslim ettiler. Siyasal islam yeni değil aslında Türkiye’de Komünizme Karşı  Mücadele Cemiyetleri kurulmuştu Fettullah Gülen tarafından ama, Erbakan’da siyasal islamdı aslında. Camileri, Kuran kurslarını vb. kurumları Erbakan’a daha çok teslim ettiler. Toprak sahipleri AP’den kovulmuş ve Demokrat Parti’yi kurmuşlardı. Başlarında Feruh Bozbey’i vardı. Ona desteği Celal Bayar veriyordu. O da koalisyonda yer aldı. Bu şekilde Milliyetçi Cephe kuruldu.

“Endonezya’da on günde bir milyona yakın katledilen bir olayı, bir soykırımı Türkiye’de uygulamak istediler”

Sola yoğun saldırılar başladı. Taşlı, sopalı kavgalar, silahlı çatışmalara, ölümlere… Giderek solunda silahlanmasıyla çatışmalar ortaya çıktı. Katliamlar başladı. Karşısında direnişler başladı. 77’de 1 Mayıs katliamı yaşandı, otuz dört kişi oldu. 1 Mayıs’tan sonra Bahçelievler, Balgat, Sivas katliamı yaşandı. Celal Bayar 78’lerin başlarında 2 Şubat’ta; ‘Tenkil, tenkil, tenkil Endonezya gibi tenkil. Yoksa o kış komünizm gelecek’ sloganını attı ortaya. Endonezya’da on günde bir milyona yakın katledilen bir olayı, bir soykırımı Türkiye’de uygulamak istediler. 78’de Maraş katliamı oldu. Bunun üzerine sıkıyönetimi getirdiler ve onun üzerinden cuntaya geçtiler.

“78 kuşağının tarihini darbeden sonra kimse yazmadı”

Bütün hareketlerin genel gündemi faşizme karşı mücadeleydi. O direniş nedeniyle toplu bir katliamı beceremediler. Maraş’la sınırlandırmak zorunda kaldılar. Maraş’ta istedikleri olmadı. Çorum’da sınırlandırmak zorunda kaldılar. Elazığ’da, Bingöl’de, Dersim’de bazı yönelimleri oldu. Fakat bu kuşak direndi. Bir kere de bir milyon, yüz binlerce kişiyi katledebilecek bir ortam bulamadılar.

Naziler Fransa’yı işgal ettiklerinde faşizme karşı direniş olmuştu. 78 kuşağının yaptığı tümüyle faşizme karşı direnişti, katliamları engellemekti, bunu yaptı. Ama 78 kuşağının tarihini darbeden sonra kimse yazmadı. Yok sayıldı, inkar edildi, yitik sayıldı. Çünkü 78 kuşağı toplumun modern çekirdek ailesinin çocukları değildi. Deniz’ler, Mahir’ler, İbrahim’ler, onlar biraz daha modern, daha çok eğitimli, daha yukarıdan gelen sınıflara hitap eden bir kuşak. Ama onların attığı fikir, onların attığı tohumu 78 kuşağı kaptı, yoksul halk çocukları olarak. Bunlarda belki daha yırtıcı oldular, belki daha tepkileri sertti. Çok iyi niyetlilerdi, çok fazla tepki veriyorlardı, yeterli değildi, kabalıkları vardı ama bunlar çok ciddi bir şey yapıyorlardı faşizme karşı direniyorlardı.

 “Aşkı bilmezler denildi, sanki aşk ortamı varmış gibi. Günde on beş yirmi cenaze kaldırılıyor”

O dönemde tüm dünyada 68 kuşağı tasfiye edilmişti. Soğuk Savaş’a doğru, Sovyetleri çökertmek için çevreyi alabildiğine daraltmaya çalışılıyordu. Dünya da kitlesel hareketler gerilerken, Türkiye’de dünyanın en büyük anti-faşist direnişi oldu ve bunu on sekiz yirmi yaşındaki gençler yaptı. Ama o gençler tarihin o döneminde nasıl tarih sahnesine çıktılar. Başka dönemde değil de milyonlar niye o dönemde harekete geçti. Türkiye gibi devlet geleneğinin çok güçlü olduğu bir ülkede milyonlar niye sokağa çıktı. Bunlar ne yaşadılar aşklarıyla, arkadaşlarıyla, dostluklarıyla o günlerden bugünlere ne kaldı. Yazarlarımız araştırmadı, şairlerimiz şiir yazmadı,sinemacılarımız filmini yapmadı, neden yok saydı, yitik saydı, lanetledi. Aşkı bilmezler denildi, sanki aşk ortamı varmış gibi. Günde on beş yirmi cenaze kaldırılıyor.

Ve bu kuşak 68’lerin desteğini aldı. Şu şekilde aldı, 68’de mücadele eden insanlar bir yerde belediye başkanı oldular, öğretmen oldular, başka yerde başka bir şey oldular, alt yapıda bize çok katkıları oldu. Ama 68 kuşağının öncüleri o parlak öncüleri devamı olan insanlar tutunamadılar, 78 kuşağı kendi göbek bağını kendi kesti.

Kayyum Atanan Akdeniz Belediyesi Eş Başkanı Yüksel Mutlu: Bizde onların bacılarıydık

Yüksel Mutlu

Biz kadın meselesini tartışamazdık devrimci örgütler içerisinde. Kadın meselesi dediğimizde, ‘Bir dakika, sosyalizm gelecek hepimiz kurtulacağız. Bir de kadın erkek meselesi koymayın aramıza’ diyen. Bize çemkiren, erkek toplulukları vardı. Kızarlardı, ‘siz ne yapmak istiyorsunuz, feminist mi olmak istiyorsunuz’ diye. August Bebel’in Kadın ve Sosyalizm kitabı bütün kadınların baş ucu kitabıydı. Hala kütüphanemde duruyor, saklamıştım. 12 Eylül’de hepimiz kitap yaktık ama herhalde bu kurtulanlardan biri oldu.

Ve biz kadınlar, üniversiteli, genç, küçük burjuva, burjuva ya da işçi sınıfından, köylü sınıfından kızlardık. Zıpkın gibi, devrime inanan, haftaya devrimin olacağına, belki önümüzdeki ay devrimin olacağına inanan. Ölümünü bile düşünmeyen genç kadınlardık. Hiçbir zaman yanımızdaki erkeğe aşık olabilir miyiz diye bakmazdık. Çünkü onlar bizim yoldaşlarımızdı, kardeşlerimizdi. Bizde onların bacılarıydık. Bacı sözü oradan kaldı.

“12 Eylül Darbesi olduğunda ilk sokağa çıkmayı başarabilen ilk miting yapan kadınlar oldu”

Fakat bu kuşağın kadınları hem farklı sınıf karakterden, farklı kültürlerden, farklı etnik aidiyetlerden, farklı inanç gruplarından gelen kadınlar olarak tek bir inançları vardı. Devrime inanıyorlardı. Ve o devrimin yolunda kadınlar ölümüne bakmaksızın yürüdüler. Ta ki, 12 Eylül Darbesi olduğunda ilk sokağa çıkmayı başarabilen ilk miting yapan kadınlar oldu. Mitingin adı ‘Bağır Herkes Duysun’, kadına yönelik şiddete karşı yapılan ilk mitingdi. O yüzden kadınların darbe süreçlerinde ve bu olağanüstü süreçlerde, ne kadar dimdik, inançlı ve fedakâr durduklarını, şimdi olduğu gibi o zaman da korkmaksızın, yılmaksızın mücadele ettiklerini biliyorum. O yüzden kadın mücadelesine çok inanıyorum ve kadınlara çok güveniyorum.

HDP Milletvekili Ahmet Yıldırım: Ya yurtsever hareket içerisinde yer alacaksınız ya da kontralaşacaksınız                                    

Ahmet Yıldırım

Şüphesiz 68’ler ve 78’ler bu ülkenin entelektüel bir külliyatını oluşturdular. Çok okudular çok yoğunlaştılar, teorik düzlemi gelişkindi, edebiyat, sanat,felsefe hem okudular hem yazdılar. Ama onların koşullardan kaynaklı emeklerini küçümsemiyorum ama tamamlayamadıkları bir halklaşma, kitleselleşme sürecini Kürt siyasal hareketinin taçlandırdığını düşünüyorum.

Seksen darbesini boşa çıkaran Kürt siyasal hareketi o dönemin gençliği hatta orta yaş gençliği çünkü Kürt siyasal hareketinin çıkışı bir anlamda 68 kuşağına dayanır. Her ne kadar örgütlenmesini 78 yılının sonunda yapmış olsa bile. Bence faşist darbenin, cuntacıların öngöremedikleri, hesaplayamadıkları bir tek nokta buydu. Burada sadece Kürt siyasi mücadelesini kurtarmadılar bence o darbeyi boşa çıkararak hem Kürt mücadelesini hem de sol mücadeleyi kurtardılar.

“Bize yüz metre koşuculuğu öğretilmedi, bize maraton sabrı öğretildi”

Biri gelip bizi örgütlemedi. 68’liler, 78’liler daha çok üniversitelerde ve iş yerlerinde belli yürekli devrimcilerin gidip örgütlenme çalışmasıyla, yeni yoldaşları bu kervana katıyorlardı. Biz kendimizi içinde bulduk ve 89’da üniversiteye başladıktan sonra süreç tanımlamasının serhıldan olduğu, Botan’dan başlayan, bütün halkın politikleştiği ve siyasetin içerisinde olduğu sürecin içerisinde bulduk kendimizi.  Çok seçenekli değildi bizimki. Öyle orta yol, gri alan çok geniş bir yer tutmuyordu. Ya yurtsever hareket içerisinde yer alacaksınız ya da kontralaşacaksınız. Bu ikisi dışındaki flu alanın çok çok sınırlı ve görünmez olduğunu söyleyebilirim. Daha açık söyleyeyim ya bir Kürt yurtseveri olarak mücadelenin içerisinde yer alıp Türkiye’deki solcu yoldaşlarla bir mücadelenin içerisine koyulacaktık ya da o dönem kendini Hizbul-kontra olarak tanımlayan çetelerin içinde kendimizi bulacaktık. Bunun dışında üçüncü bir yolun bize bırakılmadığı bir gerçekliğin içindeydik.

Türkiyelileşme hedefiyle HDP içerisinde kendini vücuda getiren ve ana omurgasını Kürt siyasal hareketinin oluşturduğu, bugünün bile en önemli aktörlerinin o dönemden, Diyarbakır ve Kürdistan’daki arkadaşların olduğunu ve o jenerasyonun sadece Kürt siyasetini değil, Türkiye’deki sol mücadeleyi de yürüttüğünü düşünüyorum. Örneğin Selahattin Demirtaş doksanlı yılların kuşağıdır, Fırat Anlı, Osman Baydemir, Meral Danış Beştaş ve adını sayamayacağım birçok arkadaş o dönemin örgütlenmesi ve öğrenci hareketi içerisinde kalmamış. Biz asla üniversite içerisine hapsolmuş bir mücadele tahayyülü içinde değildik. Bir üniversite öğrencisiyle, bir köylünün, bir çiftçi çocuğunun mücadele içerisindeki farkı yoktu.

Feodalizmi paramparça eden, bugün hala şehirlerde açığa çıkan kadın cinayetleri, taciz, tecavüz gibi bir çok olayın kabuğunun Kürdistan köylerinde kırılmaya başladığı, sosyal olayların; kan davalarının bu süreçte minimize olduğu, kentlerde sosyal suçların ortadan kaldırıldığı. Hırsızlık, ahlak dışı ilişkilerden kaynaklı sürecin neredeyse kolluk ve adli süreçlere gerek duymadan çok rahat çözümlendiği bir süreç olarak yaşadık bu süreci.

Erkeğin toplumsal ve siyasal yaşamın her veçhesinde kadınla birlikte yer aldığı, bunun artık bir dönemden sonra kotalarla sınırlandırılmayacak kadar önü açık bir mücadeleyi beraberinde getirdi.

Sosyal bir devrim olarak açığa çıktı, gerçekten bir zihniyet değişiminin pratikte yaşam bulmasıydı. Açık söylemek gerekirse de bize sabır öğretildi. Bize yüz metre koşuculuğu öğretilmedi, bize maraton sabrı öğretildi. Biz 90-92’de mücadele yürütürken 96’da devrim olacak değil çünkü devrimci bir ruhla toplumsal bir değişim ve dönüşüm öğretildi. Bunun yaşanmadığı bir süreçte yaşanacak bir devrimin ömrünün çok da uzun olamayacağı öğretildi. Doksanların diğer kuşaklardan böyle bir farkının olduğunu söyleyebilirim. Öbür türlü cumhuriyet tarihi zaten bir darbeler tarihidir.

“Kirli politikaların belirlenmesinde legal demokratik siyasetin payı çok azdı”

Bugünde bir darbe gerçekliği içerisinde yaşıyoruz ama 90’lı yılların OHAL cenderesi ile, JİTEM, beyaz Toroslarla metafor haline gelen cenderesiyle bugün ki Ford Reancirlarla mottolaşan süreç arasında bariz bir fark vardır. Legal demokratik siyaset ne kadar sağa tekabül ederse etsin, o kirli politikaların belirlenmesinde legal demokratik siyasetin payı çok azdı. Deniz Baykal’ın Lice ilçesine girememesi gibi, kaçırılan bazı Kürt siyasetçiler için dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’e ulaşıldığı halde, Demirel’in görünmez derin odaklara güç getiremeyişi gibi. Gerçekten Demirel, Erdal İnönü veya sonrasında Refah-Yol hükümetinde veya Ana Sol- D hükümetinde asla legal demokratik siyaset kirli tezgâhları kurgulayan değildi. Asit kuyularının, köy yakmaların, kaçırmaların müsebbibi görünmez derin devlet içerisinde kendini yaşatanlardı. Bugün ise her şey ayan beyan ortadadır. Bugün aynı pratiğin uygulayıcıları, Cumhurbaşkanı olarak, başbakan olarak, bakan, milletvekili olarak karşımıza çıkıyor. Vali ve kaymakam olarak karşımıza çıkıyor. İşte bunların affedilmez, iki dünya da affedilmeyecek suçu budur.

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi MYK Üyesi Sandra Nalbant: Gezi’yi iki binli yılların bir miladı olarak sayabiliriz

Sandra Nalbant

Seksen darbesinden bize kalan bir kurum var maalesef; YÖK. Üniversitelilerin doksanlardan iki binlere uzanan belirli talepleri vardı. YÖK’ün kaldırılması, parasız eğitim, anadilde eğitim, üniversitelerde demokratik bir ortamın oluşması, polislerin üniversite yerleşkesi içerisinden uzaklaşması gibi. Bu mücadele sadece üniversite alanıyla sınırlı kalmadı, sokak mücadelesi olarak da sürdürdü. YÖK’ün doksanlarda tek tip dernek dayatması gibi bir uygulaması vardı. Özellikle İstanbul Üniversitesi buna direnişini pratik alanda sergiledi. Bunun gündeme gelmesi ile polis müdahalesi ile karşılaştılar.

Maalesef bu yıllar sönük bir devir, sönük bir kuşak. Burada tam bir üniversite mücadelesinden  ya da gençlik mücadelesinden bahsedemiyoruz. Tamamen karşı devrimcilerin baskısı altında kalmış bir gençlik hareketi ve örgütleriyle mevcuttu. O dönemde gençliğin yaptığı tüm eylemlilikler ideolojik halay çekmekten, Deniz Gezmiş’i anmaktan, dilekçe vermekten, gürültü yapmaktan soruşturmaya tabi tutularak üniversitelerden uzaklaştırıldı, tutuklanan arkadaşlarımız da oldu.

Bu dönem içerisinde en önemli sıçrama Gezi Direnişi ile gerçekleşti aslında. Gezi Direnişi’nde gençler en önde mücadele etti. Bir yandan mücadele ederken diğer yandan komünler oluşturup dayanışmayı büyütmeye çalıştı. Gezi’yi iki binli yılların bir miladı olarak sayabiliriz. Mükemmel bir sıçrama olarak oradaki gençlik örgütleri kendi potansiyelleri ile kendi mücadele hatlarını oluşturmaya devam etti.

İki binli yıllarda kolluk kuvvetleri ile üniversiteliler çok fazla karşılaştı. Katlamalı harç ve biçimlenme sorunu yaşandı. Buna karşı mücadele edildi ve olumlu sonuçlandı.

Akademisyenlerin oluşturduğu ‘Barış Bildirisi’ nedeniyle hocalarımız üniversitelerden çıkarıldı.  Sonrasında KHK’larla birlikte bir çok akademisyen ihraç edildi. 15 Temmuz’dan sonraki kısmında da bizler üniversite ve gençlik alanında birer cephe oluşturup mücadele etmek gerekiyor.