“Bakur Belgeseline Verilen Ceza Sanatsal İfade Özgürlüğünü Yok Saymaktır”

Bakur belgeselinin yönetmenleri Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel, 18 Temmuz’da görülen dava sonucunda “terör örgütü propagandası" yaptıkları gerekçesiyle 4 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Dava öncesinde sosyal medyada #BelgeselSinemaYargılanamaz ve #SinemayaÖzgürlük etiketleriyle kampanya yürüten Susma Platformu ve Altyazı Sinema Derneği ile bu kararı, sinemanın üzerindeki sansür baskısını ve bu baskıları aşmak için ve yapılması gerekenleri konuştuk. 

İfade özgürlükleri konusunda her zaman sıkıntılı bir tabloya sahip olan Türkiye’de ilk kez bir sinema filmi ağır cezada yargılandı ve hüküm giydi. 18 Temmuz’da açıklanan 4 yıl 6 ay hapis ezasının sonrasında yapılan basın açıklamasına sanatçıların yanı sıra CHP milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Ali Şeker, HDP milletvekili Saruhan Oluç, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Şebnem Korur Fincancı, İHD yöneticileri, Cumartesi Anneleri de katıldı. Açıklamadan çıkan ortak ses bunun bir ibret aldırma, korkutma davası olduğunu ama hiçbir gücün sinemacıları susturmaya yetmeyeceği yönündeydi. Dava öncesinde de bir kamuoyu yaratmak için çalışan Susma Platformu adına konuşan Özlem Altunok ve Altyazı Sinema Derneği’nden Senem Aytaş ile Fırat Yücel, kararın hukuksuzluğuna dikkat çekerken ortak hareket etmenin ses çıkarmanın önemine vurgu yaptılar. 

Bakur belgeseline karşı açılan terör propagandası davasında ne acı ki Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel için hapis cezası çıktı. İlk olarak bu güncel durum için görüşlerinizi almak isteriz. 

Özlem Altunok: Bakur filmi nezdinde yönetmenleri başından beri hukuksuzca yargılanıyordu, sonuç da elbette hukuksuzca oldu. İlk kez bir sinema filmi, bir sanat eseri ağır cezada yargılandı ve hüküm giydi. Tabii kısa bir süre önce göstermelik bir gerekçeyle Nû Jîn filminin yönetmeni Veysi Altay ve filmin gösterildiği Batman Yılmaz Güney Sinema Salonu’nun o dönemki müdürü Dicle Anter’e filmin afişini bahane ederek yine aynı suçtan verilen 2 yıl 3 ay ve 2 yıl 1 aylık hapis cezalarını da unutmamak gerek. Bu iki belgesel filmin de Batman’da aynı mekanda gösterildiği için yargılanmaları tesadüf olmasa gerek. 

Yalnızca Türkiye’nin de imzalamış olduğu uluslararası sözleşmelere değil, Anayasa’ya, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarına da aykırı olan bu yargılama, sanatsal ifade özgürlüğü hakkını yok sayıyor.

Senem Aytaç: Bir belgesel filmin ‘örgüt propagandası’ yapma suçuyla ağır ceza mahkemesinde yargılanması zaten kabul edilemeyecek bir durumken, son savunmaları dahi alınmadan her iki yönetmene de gıyaplarında 4 yıl 6’şar ay hapis cezası verilmesi durumun vahametini iyice arttırıyor. Bu kararın hukuka, anayasaya, sanatsal ifade özgürlüğüne, temel insan haklarına aykırı olduğu aşikâr. Bu konjonktürel ve keyfi kararlar karşısında çok daha geniş bir toplumsal muhalefete ihtiyaç olduğu da. Fakat maalesef bu hukuksuzluğa karşı -anayasal bir hak olan- basın açıklaması yapılırken de tekrar baskılarla, engellemelerle karşılaşılıyor. Ve elbette kimse de olanlara şaşırmıyor elbette ama yine de tüm gücümüzle bu uygulamaların normalleşmesine izin vermemeliyiz. Her şeye rağmen bir araya gelebilen ve bu hukuksuzluğa karşı sözünü sakınmadan söyleyebilen insanlar olması da halen umut verici.

Fırat Yücel: İstanbul Film Festivali’nde filmin gösteriminin engellendiği günden beri, sanatsal ifade özgürlüğünün ve hatta suçsuzluk ilkesini hiçe sayıldığı bir süreç yaşıyoruz. Zira, Bakur’un sansürlenmesinden sonra, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, twitter’da “terör örgütü propagandası meşru değildir” diyerek filmin söz konusu suçu işlediği iddiasında bulunmuştu. 2015 yılının Nisan ayından, filmin ilk gösteriminin engellendiği vakitten bahsediyoruz. Filmle ilgili ne açılmış bir soruşturma var, ne bir iddianame, ne de bir dava. Filmin gösterimi eser işletme belgesi olmadığı gerekçesiyle bakanlık tarafından engellenmiş; yani belgeye başvurusu yapılmadığı için filmin kendisinin izlenmiş olması da mümkün değil. Kültür Bakanlığı fragmandan ve bazı gazetelerin filmi hedef alan açıklamalarından yola çıkarak filmin “terör örgütü propagandası” yaptığı sonucuna varıyor, bu değerlendirmeyi kamuoyu ile paylaşıyor. Bugünkü hapis cezaları da tamamen bu siyasi yönelim (çözüm sürecinin bitirilmekte oluşu) kıstas alınarak verilmiş siyasi cezalar, kararların hukukla bir ilgisi olmadığı kanaatindeyim. Bakur sürecinin egemen siyasetin saikleriyle değil, anayasal ve uluslararası hukuk ilkeleri uyarınca tekrar değerlendirilmesi gerekiyor. Bu sadece Bakur’u değil, genel anlamda sanatsal ifade özgürlüğünü ilgilendiren bir gereklilik. 

Altyazı Sinema Derneği ile birlikte sosyal medyada #BelgeselSinemaYargılanamaz ve #SinemayaÖzgürlük etiketleriyle bir kampanya yürüttünüz. Kararı gündemde tutmak ve kamuoyu yaratmak için yeni girişimleriniz olacak mı? Genel olarak bundan sonra neler yapılmalı? 

Özlem Altunok: Bakur ve Nû Jîn davalarını başından beri takip etmeye çalıyoruz. Bu davaların sembolik bir temsiliyeti var artık, biliyoruz. Sinemacılara “Film çekerseniz, gerçekleri kaydederseniz sizin de başınıza benzer şeyler gelir” diyorlar. Sadece sinemacıları değil, gazetecileri, yazar ve yayıncıları, müzisyenleri de farklı gerekçelerle suçlayarak, yaptırımlar uygulayarak sindirmeye çalışıyorlar. Bu davalar hakkında kamuoyunu bilgilendirmek, bu hukuksuzluğa karşı kalabalıklaşmak ve tepki vermek için çabalamak hepimizin görevi. Çünkü ifade özgürlüğü hakkımızın elimizden alınması sessizlik, tekseslilik, renksizlik demek. 

Bakur’la ilgili hukuki olarak yapılacaklar belli ve sınırlı. Verilen cezalar beş yılın altında olması ve bu nedenle Yargıtay’a gidilemeyecek olması, yönetmenlerin cezalarının bir an önce uygulanmasını beraberinde getiriyor. Gelinen aşamada yapılması gerekenleri yapmaya devam edeceğiz. Ses çıkaracağız. Başka yolu yok. Basın toplantısında Ertuğrul Mavioğlu “İfade özgürlüğü için verilen mücadele, insan olma mücadelesidir” dedi. Her alana/kesime farklı biçimlerde uygulanan sansürün ve sonucunda bünyelere sirayet eden oto sansürün amacı korkutarak, baskılayarak susan, düşünmeyen, eleştirmeyen insan yaratmak. 

Senem Aytaç: 18 Temmuz’daki duruşma öncesi sadece belgesel sinemacıları değil sanatsal ifade özgürlüğünü savunan herkesi ilgilendiren bu davayı gündeme getirmek için bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bir yandan gündem o kadar yoğun ki herhangi bir meselede kamuoyu ilgisini canlı ve sürekli tutmanın oldukça zor olduğunun ve bu tür bir kampanyanın bizim boyumuzu aşacağının da farkındayız tabii. Fakat sinemayla uğraşan herkesin bu noktada daha ortak ve gür bir ses çıkartması gerekiyor; sanatın, belgeselin, sinemanın yargılanamayacağına dair bir ortak ses. 

Biz kendi adımıza, ‘Altyazı Fasikül: Özgür Sinema’ ile yazılar, söyleşiler, videolar ile sinema alanında artık neredeyse konuşulmadan geçen bu tür vakaları, hak ihlallerini, eşitsizlikleri vb. belge altına almaya ve sinema gündeminde bu tür içeriklere alan açmaya çalışıyoruz, çalışacağız. 

Türkiye’de diğer tüm ifade özgürlükleri gibi sanatsal ifade özgürlüğü de oldukça sorunlu. Zaten birini diğerinden ayrı yere koymak mümkün değil sanırım. En son “sinemada sansür düzenlemesi” diye anılan yeni sinema yasası da yürürlüğe girdi. Daha önce de, bildiğiniz gibi “eser işletme belgesi” krizi yaşanmıştı festivalde. Yeni yasa ve oluşturulacak denetleyici komisyon hakkında düşünceleriniz neler?

Senem Aytaç: Eser işletme belgesi ve sansür tartışmalarından ağır ceza ve suç kavramları üzerinden sinemayı savunmak zorunda kalışa geçiş gözlerimizin önünde ve büyük bir hızla gerçekleşti. Kimi kazanımlar olmadı değil, fakat 18+ yaş sınırı ile eser belgesinin etrafından dolaşma formülü örneğin festivaller için bir kazanım sayılamaz. Etrafından dolaşarak değil doğrudan adını koyarak mücadele etmemiz gereken bir durum var ortada. Adına sansür denmeyen, istendiği zaman istendiği şekilde kullanılan keyfi baskı mekanizmalarıyla uğraşmak ise oldukça zor. Yeni yasa ile beraber gelecek farklı komplikasyonları da süreç içerisinde hep beraber deneyimleyeceğiz gibi görünüyor şimdilik. Çünkü yazılı yasalardan ziyade keyfi uygulamalarla mücadele ediyoruz. 

Fırat Yücel: Yeni yasada, evet 18+ yaş sınırı ile gösterildiği takdirde yerli yapımlar festivalde ve diğer özel gösterimlerde eser işletme belgesi olmaksızın seyirciyle buluşturulabiliyor. Ancak belgesellerin yönetmenlerine hapis cezası verilebildiği, film çekmenin/göstermenin kriminalize edildiği bir düşman hukuku döneminde bunun ne anlamı olabilir ki? Bu durum, eleştirel filmler çeken sinemacıları çok daha büyük bir riskle karşı karşıya bırakacaktır ve nihayetinde yönetmenlerin filmlerini Türkiye’de göstermeme tercihine kadar varan (ki bunun örnekleri şimdiden mevcut) bir otosansür mekanizmasını beraberinde getirecektir. Sonunda hapis cezası olabileceğini bilerek kim filmini göstermek ister? Bu, sinemacıları, giderek keyfileşen, uluslararası hukuk ilkelerini bir kenara bırakıp niyet okumasıyla kararlar veren, bir filmin “propaganda” olup olmadığına (hangi kriterlere göre?) hükmedebilen bir hukuk sisteminin eline bırakmak gibi bir şey. 

Anayasa Mahkemesi, Adressiz Sorgular filmiyle ilgili son kararında, “ön sansür” kavramına dikkat çekti ve bir filmin tamamen yasaklama yoluna gidilmesini, eserin entelektüel içeriğine ön müdahale olarak yorumladı. Bu karar, esasında şu anlama geliyor: Eser işletme belgesini veren değerlendirme kurulu, sadece yaş sınırı belirleme ve belli sahneleri çıkarma (ki bu da sansürün başka bir çeşidi) yetkisine sahiptir, bir filmin dolaşımını engelleyemez. Peki ama, şu an anlaşıldığı üzere, dolaşıma çıkan filmler daha büyük bir tehlike altında değil mi? Belgesiz dolaşıma çıkan filmlerse en büyük tehlikeyle, hapis cezasıyla karşı karşıya. Bu durumda kim muhalif, eleştirel unsurlara sahip filmini belgeli ya da belgesiz dolaşıma sokma özgürlüğünü tam olarak hissedebilir? Filminin şu ya da bu şekilde yorumlanıp kriminalize edilip edilmeyeceğini mi tahmin edecek önden? AYM’nin “ön sansür” olarak nitelediği olgu böyle bir hukuki atmosferde kültür-sanatın geneline yayılmaz mı? 

Özlem Altunok: Her alanda farklı sansür aygıtları ve uygulayıcıları devreye giriyor. Sinemada da böyle oldu. Bir tarafta verilmeyen çekim izinleri, gösterim yapılacak mekanlara polis baskısı, bir tarafta Kültür Bakanlığı destek fonunun “bazı yönetmenlere” verilmemesi, Eser İşletme Belgesi uygulamasıyla dayatılan sansür ve şimdi de yeni yasa… 

Eser İşletme Belgesi zorunluluğunun yer aldığı kanun 2004’te yürürlüğe girse de değişen gündem/siyasi konjonktür sebebiyle uygulama olarak sonraki yıllarda devreye girdi. 2015 yılındaki 34. İstanbul Film Festivali’nde yine Bakur filmiyle gündeme geldi. Bu sansürün sesinin duyulmasında ise festivale katılan yönetmenlerin filmlerini festivalden çekme kararı sonucu festivalin tüm yarışmaları iptal edilmesinin büyük etkisi oldu. Sonrasında bu belge pek çok festivalin sansür uygulamasına, bazı festivallerin hayata geçememesine, özellikle belgesel filmlerin rahatça dolaşıma girememesine yol açtı. Özetle hasarı büyük oldu. Şimdi yeni yasayla eser işletme belgesi zorunluluğu kalktı ama bu kez de +18 uygulaması getirildi. Komisyonda da dengeler meslek birlikleri ve sendika gibi sektörden isimlerden değil, bürokratlardan yana. Dolayısıyla istismara açık.

Esasen sinema üzerindeki sansür sadece devlet eliyle gelmiyor. Festivallerin bizzat kendi inisiyatifleriyle kimi filmleri gösterimden çıkardığı da oldu. Baskı ortamının sanatçılar üzerinde yarattığı otosansürse işin diğer tehlikeli boyutu… Sanatsal düşüncenin özgürlüğüne kavuşması için nasıl somut adımlar atılmalı? Bu konuda çalışan yeterli sayıda platform var mı? Sanatçı dayanışması yeterince güçlü mü?  

Özlem Altunok: Maalesef kayyım atanan kentlerde yaşanan şiddet söz konusuyken, yüzlerce gazetecinin hapiste olduğu ve bir o kadarının yargılandığı gerçeği ortadayken, binlerce sosyal medya tutuklamaları, akademisyen davaları sürerken sanatsal ifade özgürlüğüne dair mücadele biraz daha geride kalıyor, görünmez oluyor. Oysa sanatsal ifade özgürlüğü en temel haklardan ve bu hakkın ihlali herkesi etkiliyor. Mesele özünde hakikatin peşinde olmak, gerçeği kayıt altına almak, eleştirel olanın yanında durmak, yapıcı-yaratıcı olmak ve bunları özgürce yapabilmek.

Kültür sanat dünyasında ise tüm hasara rağmen bir arada hareket eden, süreç içinde yan yana gelen birçok sanatçı, inisiyatif var; yeni oluşumlar, farklı yapılanmalar söz konusu. Diyarbakır’da her şeye rağmen üreten sanatçılar var, Oyuncular Sendikası, Altyazı ekibi, Documentarist gibi kıymetli bir festival, Türkiye’nin farklı kentlerinde dayanışma akademileri… Bu küçük hareketliliklerin birbirleriyle ilişkilenerek daha etkili bir dinamik yaratacağına inanıyorum. Çünkü aklın yolu bir ve bu yüzden devam…

Fırat Yücel: Sansür, yasaların, belgelerin, festival yönetimlerinin ötesinde tek bir düşünceyle, filmlerin suç unsuru sayılabileceği fikriyle hareket ediyor. Hep farklı bir kisveyle, geçmişte sansür kurulu, sonrasında değerlendirme kurulu, bugünse -en çok- hukuk aracılığıyla kendini var ediyor bu fikir. Bizlerin bu fikre temelden karşı çıkmamız, filmleri suç sayan anlayışı kategorik olarak reddetmemiz lazım. Bu kategorik reddediş olmadı mı sansür ağlarını genişletecektir, her zaman böyle olmuştur tarihte. Reddedişle önemli kazanımlar elde edilebilir: 1988 İstanbul Film Festivali’nde üç tane yabancı filme sansür uygulanmış, ardından sinemacı ve sinemaseverlerin tepkisiyle uluslararası festivalleri sansürden muaf tutan bir kanun çıkarılmıştı. Özgürlük alanı ancak sanatla suç fikrinin yan yana getirilmesini kategorik olarak reddeden bir duruşla genişletilebilir. Öteki türlü şöyle oluyor: Filminizi gösterin, isterseniz belgesini de almadan gösterin ama 4 yıl buçuk yıl hapis yatabilirsiniz…

Sanatçı dayanışması ancak bir sansür vakası yaşandığında ve görünür olduğunda mümkün olabiliyor. Görünür olduğunda diyorum, çünkü kapalı kapılar ardında pazarlıklarla gerçekleşen çok fazla sansür uygulaması var. Esasında 2014 ve 2015 sansür süreçlerinde nasıl somut adımlar atmak gerekiyorsa şimdi de aynı adımları atmak lazım. Birincisi, filmlerin suç sayılamayacağı fikrinde ortaklaşmak, ortaklaşabilmek, bundan korkmamak. İkincisi festivaller, sinemacılar ve meslek birlikleri arasında bir diyaloğun başlaması ve belli prensiplerin esas alındığı bir protokolün ya da ilkeler bütününün altına imza atılması. Bunlar çok ütopik görünüyor olabilir, ama sansür aracının, yani sinemaya yönelik devlet sopası zihniyetinin devreden çıkarılması ancak böyle bir duruşla mümkün olabilir. Sansürün güç kaybettiği her ülkede bu süreçler yaşanmıştır. Önce bazı festivaller geri duracaktır, bu ilkeleri kendilerine yönelik bir özgürlük kısıtlaması olarak algılayacaklardır. Ancak sonra onlar da eklenecektir çünkü hiçbir festival üreticilere sırt çevirerek kendini var edemez. Sıkça dile getirilen özerk bir sinema kurumu, yani sektörün kendi kararlarını alabileceği ortak bir yapı da ancak bu gibi adımlarla mevcudiyet kazanabilir.