“Ataerki Sonrası Cinsiyet Rejimini Hayata Geçirme Zamanı Geldi!”

Prof. Dr. Yakın Ertürk ile röportajımızın devamında, içinde bulunduğumuz COVID-19 salgınının toplumsal cinsiyet eşitliğine etkisini konuştuk. Kadın hakları alanında elde edilen kazanımlara karşın, cinsiyete dayalı iş bölümünde köklü bir dönüşüm olmadığını pandeminin bize gösterdiğini söyleyen Ertürk, tüm olumsuzluklara karşın, insan hakları, eşitlik ve adalet odaklı yeni bir dünya düzeninin kurulabileceğini belirtiyor. Dahası, bu mücadelenin ana aktörlerinden birinin, feminist hareket olduğuna inanıyor. Yakın Ertürk’e göre, erkekler kadınların yanında durmak istiyorlarsa ilk adımı “ataerki erkeklik imtiyazından kurtularak”, diğer bir deyişle erkekliklerinden kurtularak atabilirler. Etkili bir mücadele yürütmek için yeni bir misyon ve vizyona ihtiyaç duyan feminizm ise “farklı kadın gruplarıyla ve diğer özgürlük hareketleriyle stratejik ortaklıklar kurmaya ihtiyaç” duyuyor. Sonuç olarak, Yakın Ertürk’e gore; “ataerki sonrası cinsiyet rejimini tasarlama ve hayata geçirme zamanı geldi.” 

Korona Günleri sizin açınızdan nasıl bir dönem? Bu dönemde “kadınların erkeklere nazaran daha sorumluluk üstlendiği” tespiti sizin için geçerli mi? Akademide ve çevrenizde cinsiyet roller pandemiden nası etkilendi? 

Korona sürecini cinsiyete dayalı iş bölümü ve toplumsal cinsiyet eşitliğine daha kapsamlı çalışmalar yapıldıkça daha iyi anlayacağız. Aslında, bireysel tecrübelerimiz de konunun farklı boyutlarının ortaya çıkartması bakımından önemli bir gözlem alanı. Kendi tecrübeme baktığım zaman, her şeyden önce, maddi ve fiziki bakımdan güvende olmanın verdiği rahatlık, kendimi imtiyazlılar kulübünün kıyısında köşesinde konumlanmış hissettirdi.  

Yakın ErtürkDiğer taraftan, kapanmayla birlikte, gündelik yaşamımı idame ettirebilmek için, ihtiyacım olan bazı hizmet ve ürünleri dışarıdan sağlayamaz oldum ve yeni hijyen kurallarının da devreye girmesiyle, ev içi iş yüküm hiç olmadığı kadar arttı. Yalnız yaşayan bir kadın olarak, belki de iş yükü açısından aile sorumluluğu taşıyan hemcinslerime kıyasla, daha avantajlı sayılabilirim, ama her şeyin üstesinden tek başına gelme zorunda olmak da ayrı bir yük kaynağı. Tek başına çocuk yetiştiren kadınların ve yalnız yaşayan yoksul ve yaşlı kadınların, bu dönemde, artan bir mağduriyet yaşamış olduklarını düşünüyorum.  

Normal mesleki faaliyetlerimi sürdürememe ve toplumsal ağlardan kopuk yaşamanın yarattığı olumsuzluklar bir tarafa, benim için zorunlu kapanma dönemi pek çok konuda bir hesaplaşma, kafa yorma vesilesi oldu. Görünmez düşman karşısında ilk aklıma gelen öğrenciliğim zamanında karşıma çıkan Thomas Maltus’ın yaklaşımı oldu ve fark ettim ki sevgili Tayfun Atay, 4 Şubat 2020’de -henüz COVID-19 yaşamımızda kendini hissettirmemişken- ‘Malthus’un Hayaleti’ başlıklı bir yazı yazmış. Atay’ın, son derece öngörülü olan yazısında, Malthus’un insan nüfusunun katlanarak, besin kaynaklarının ise lineer artışı nedeniyle ortaya çıkan sorunları savaş, açlık ve salgınlarla insanlığın lehine dengelediği görüşüne yer vererek, Malthus’u, savaşta selamet, açlıkta bereket, salgında sağlık şeklinde yorumlar. ‘Malthus’un hayaleti’, Altay’ın yorumuyla da birleşince, COVID-19’un ilk hedefinin yaşlanan dünya nüfusu olacağı düşüncesi, ürpertici bir biçimde düşüncelerimi esir aldı. 

Nitekim öyle de oldu, salgınla mücadelede yaşlılar görünürlük kazandı ama sesleri, düşünceleri duyulmadı. Yaş ayrımcılığı, yaşlıların tedavide ikincil plana itilmelerinden tutun da ayak altından çekilmeleri için mutlak tecrite mahkum edilmeleri, küçültücü medya söylemlerine ve sokakta kötü muameleye kadar, çeşitli biçimlerde kendini gösterdi. Türkiye’de, 65 yaş üstü için uygulanan hükümet politikalarını ve bunu destekleyen bazı uzmanların kullandığı küçültücü dil oldukça onur kırıcıydı. 

Genel olarak ayrımcı, orantısız ve mesnetsiz olan 65 yaş üstü uygulamalarının mantığını ve gerekçesini anlayabilmiş değilim.

Hükümet koronayla mücadelede tıp alanındaki uzmanlardan oluşan bilim kurulu kurarak isabetli davrandı, ancak COVID-19 sadece bir sağlık krizi değil. Diğer kritik alanlarda da -ekonomi, şiddet gibi- danışma kurullarıyla çalışılsaydı daha insancıl ve hak odaklı düzenlemeler mümkün olabilirdi.

Bunların yanı sıra, çoluğu çocuğu uzakta olanlar gibi, ben de ABD’de yaşayan kızım ve kardeşim için endişe duydum ve acil bir durum karşısında bir şey yapamamak düşüncesi beni büyük bir çaresizliğe sürükledi. Bu duygularla haşır neşir olurken, vatansızlar, mahkumlar, mülteciler, vs gibi sınırsız çaresizliklere mahkum olan insanları da düşünmeden edemedim. İlk günlerdeki şaşkınlığımı, endişelerimi ve felaket senaryolarını dizginledikten sonra, rutin çalışma tempoma dönebildim, iyi kötü bir şeyler üretebildim. 

Aslında ne kadar az şeyle yaşamak mümkünmüş! Ancak, buradan toplumsal anlamda bir ders çıkacak gibi görünmüyor.

Şunu da söylemeden edemeyeceğim, tecrit altındaki yaşam bana tüketiciliğimizi ve pazarın empoze ettiği yapay ihtiyaçlarımızı da sorgulama fırsatı verdi.  Aslında ne kadar az şeyle yaşamak mümkünmüş! Ancak, buradan toplumsal anlamda bir ders çıkacak gibi görünmüyor. 

Pandemi Toplumların Eşitsiz Yapılarını Daha Görünür Kıldı  

BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü görevinde bulunan ve pek çok ülke örneğini yerinde deneyimleyen bir akademisyen olarak, toplumsal cinsiyet eşitliği pandemiden nasıl etkileniyor? Korona günlerini toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifiyle küreselde ve Türkiye’de nasıl değerlendirirsiniz? 

Pandeminin hemen hemen tüm ülkeleri ve özellikle de gelişmiş batı ülkelerini endişe verici düzeyde etkilemiş olması, COVID-19’u geçmişteki benzer salgınların aksine, küresel gündemin merkezine oturttu. 2014’de, daha çok Afrika ülkelerini etkileyen ebolayı dünya uzaktaki bir felaket olarak izlemekle yetindi. Oysa, Koronavirüs Batı Avrupa’yı kasıp kavurarak hepimizin sorunu olarak başlarda eşitlendiğimiz yönünde bir algı oluşmasına neden oldu. Çok geçmeden gördük ki pandemi mevcut eşitsizlikler ve toplumların kırılgan hatları üzerinden somutluk kazandı; kadınlar, kız çocukları, yaşlılar, engelliler, mülteciler, işçiler, sosyal güvenlik sistemi dışında kalan emekçiler, yoksullar ve diğer dezavantajlı toplum kesimleri orantısız biçim ve derecede etkilendiler.  Bu bakımdan, toplumların baskın özelliklerini ve eşitsiz yapılarını daha abartılı bir biçimde görünür kıldı.  

Pandeminin toplumsal cinsiyet açısından etkilerine ilişkin BM sistemi, hükümetler, akademisyenler ve sivil toplum aktörleri tarafından, gerek Türkiye’de gerekse uluslararası düzeyde, pek çok değerli çalışma yapılmıştır. Pandemi dönemini toplumsal cinsiyet perspektifiyle kadınlar açısından değerlendirirken öncelikli olarak dört konuya odaklanmak gerektiğini düşünüyorum: ev içi bakım faaliyetleri; kadın istihdamı (buna da formal ve enformal sektör farkına göre bakmak gerekir); kadına yönelik şiddet; ve kız çocuklarının durumu. Her biri ayrı bir tartışma konusu olan bu faktörlere, yüzeysel de olsa, kısaca değinmek isterim.  

Bakım emeği ve ekonomisi toplumsal cinsiyet açısından çok yönlü çıkarımlarda bulunmaya elverişli bir alan. Zira bakım faaliyetlerinin nasıl düzenlendiği, kadın emeğini ve cinsler arası ilişkileri doğrudan etkiler. Pandemi döneminde kamu kurumlarının, pazarın ve enformal ilişki ağlarının sağladığı çocuk, yaşlı, hasta bakımı; temizlik; ve ürün temini gibi ertelenemez faaliyetler tümüyle aileye aktarıldı. Sınıf farklılıkları olmakla birlikte, eve yönelen bu işleri genelde kadınlar üstlenmiştir. Benim açımdan kritik olan mesele cinsiyete dayalı iş bölümünün yapısal, yani niteliksel boyutu. Sorulması gerek soru, ev içi bakım vs gibi işlerde erkeklerin sorumluluk almaları, cinsiyet iş bölümünü yapısal anlamda ne derece dönüştürüyor?  

Cinsiyete Dayalı İş Bölümünde Köklü Bir Dönüşümün Ol(a)mayışı 

Kadınların son 30-40 yıllık kazanımlarına rağmen, korona koşullarında cinsiyete dayalı iş bölümünde köklü bir dönüşümün olmadığını görmüş olduk. Özellikle, orta sınıf kariyer sahibi kadınların bakım yükümlülüklerinden, cinsiyet eşitliği sağlandığı için değil, dışarıdan hizmet temin edebildikleri için kurtuldukları ortaya çıktı. Kandiyoti’nin belirttiği gibi daha önce koordinatör olan kadınlar salgın koşullarında tekrar temel icracı olmuşlardır. Ücretsiz ve ‘gönüllü’ kadın emeği, kriz dönemlerinde ve bakım ekonomisinin devlete ve pazara yük getirdiği durumlarda, hep kurtarıcı olmuştur. Bugün eve devredilen işlerin bazılarının korona sonrası normalleşme sürecinde ailede kalma riskine işaret ediyor. 

Kadın istihdamı çok boyutlu bir konu ve bunun değerlendirilmesini ekonomistlere bırakmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Ancak, ön plana çıktığını düşündüğüm iki konuya işaret edebilirim. Birisi, hemen hemen bütün ülkelerde kadın emeğinin yoğun olduğu ve pandemi döneminde de kritik alan olarak ortaya çıkan sağlık, temizlik, kasiyerlik gibi işlerde, özellikle, virüsle mücadelede ön saflarda yer alan sağlık çalışanlarının %60’nın kadınlardan oluşması; virüse yakalanma riski taşıyan işleri yapan bu kadınların çalışmama seçenekleri olmaması sonucu veriler, enfekte olan sağlık çalışanları arasında kadınların oranının oldukça yüksek olduğunu gösteriyor

Pandemi sürecinde, gerek haberlerde, gerek işçi temsilcilerinin beyanlarında ve gerekse devlet önlem paketlerinde üzerinde neredeyse hiç durulmayan, sigortasız-güvencesiz ev işlerinde çalışan kadın işçiler belki de en görünmez kadın kategorisini oluşturuyor. Eve kapanma uygulamaları nedeniyle, bu kadınların çoğu işlerinden ve gelirlerinden oldular. Çoğu ülkede, sosyal güvenceden yoksun ve kayıt dışı çalışan bu kadınların çalışamadıkları günlerin ücretini alamama durumu oldukça yaygın bir eğilim. Ev işi işçilerinin iş verenlerinin de kadınlar olduğu düşünülürse, burada feminist literatürde de yeterince ele alınmayan, kadınlar arası bir sömürü ilişkisi ve etik sorun olduğu kanısındayım. 

Diğer bir gözden ırak olan konu, kız çocuklarının payına düşen ev içi iş yükü ve eğitim durumları. Pandemiyle birlikte uygulamaya giren dijital eğitimin en yakıcı sorunlarından biri bilişim teknolojilerine erişim ve kullanma eşitsizlikleridir. İnternet erişimi ya da bilgisayar vb. olanaklara sahip olan hanelerde bile kız çocuklarının dijital okuryazarlık ve dijital araçlardan daha az yararlandıkları bir gerçek. Dolayısıyla, dijital eğitim modeli eğitimdeki eşitsizlikleri daha da derinleştirmiştir. Kriz dönemlerinde, kız çocuklarının iş yüklerinin ve cinsel tacize maruz kalma risklerinin arttığı da biliniyor. 

Kız çocuklarının evliliğe, erkek çocuklarının da işgücüne yönlendirilmeleri yoksul aileler için mağduriyetleriyle baş etmede kaçınılmaz bir strateji olabilir.

Çocuk evliliğinin zaten sorun olduğu birçok ülkede, Türkiye dahil, bazı kızların pandemi sonrasında eğitim sisteminden çıkartılıp evliliğe yönlendirilmeleri riskleri oldukça yüksek. ILO, salgının çocuk işçiliğinin önlenmesinde son 20 yılda sağlanan başarının genel olarak tersine dönebileceğine işaret ediyor. Bugün 1.5 milyar çocuk okul dışında, bunların bir kısmı belki de okula artık hiç dönmeyecek. Kız çocuklarının evliliğe, erkek çocuklarının da işgücüne yönlendirilmeleri yoksul aileler için mağduriyetleriyle baş etmede kaçınılmaz bir strateji olabilir. 

‘Yoldan Çıkan’ Kadınların, Daha Sert Cezai Uygulamalara Çarptırılmaları 

Ceza Adaleti ve Toplumsal Cinsiyet adlı son makalenizde, ataerki ilişkilerin hüküm sürdüğü toplumda, eşitsizliğe ve ayrımcılığa maruz kalan kadınların cezaevinde de benzer sorunları yaşadığını; kadınların son 20 yılda hızla artan kadın mahpus sayısının cinsiyet ayrımcılığı, şiddet ve yoksullukla yakından ilgili olduğunu söylüyorsunuz. Neden kadın mahpus sayısı son yıllarda yüzde 53 arttı? Kadınlar, eskisine göre daha mı çok itiraz ediyor ve haklarını arıyor? 

Bu soruya yanıtımı Suudi Arabistan örneğinden başlayarak vermek istiyorum. 1979-82 yılları arasında Riyad Üniversitesi öğretim üyesi iken Riyad cezaevi ziyaretimde, oradaki 10 civarındaki tutuklu ve hükümlü kadının hepsi yabancı uyrukluydu, hiç Suud’lu kadın yoktu. 1980 başlarında ülke genelinde cezaevi nüfusu, 50’si kadın olmak üzere, 4000 civarındaydı ve bunların dörtte üçten fazlası yabancı uyrukluydu. 2008 yılında BM kadına yönelik şiddet raportörü olarak Arabistan’a resmi ziyaretimde Riyad cezaevinde durum çok farklıydı; kadın tutuklu sayısı 1200’ün üstündeydi, çoğunluğu yabancı olmakla birlikte 30 kadar Suud vatandaşı kadın vardı. Suud’lu kadınlar ‘ahlak’ ya da siyasi nedenlerle cezaevinde bulunuyorlardı. 

1980’li yıllarda ‘yoldan çıkan’ kadınlar enformal yöntemlerle yola getirilirken, bugün devreye ceza adaleti sistemi girmiştir.

Son yıllarda, kadın hakları savunucusu pek çok aktivist kadının tutuklandığına dair bilgiler haberlere yansıyor. 1980’li yıllarda ‘yoldan çıkan’ kadınlar enformal yöntemlerle yola getirilirken, bugün devreye ceza adaleti sistemi girmiştir.

Küresel olarak baktığımızda, kadın tutuklular genelde dezavantajlı toplum kesimlerinden gelmektedirler ve çoğunun yaşam hikayesini yoksulluk, şiddet, cinsel istismar ve zihinsel hastalıklar gibi sorunlar oluşturuyor. Kadın tutukluların sayılarındaki artış benzer nedenlerle açıklanabilse de ülkelerin baskın özelliklerine göre farklı faktörler ön plana çıkıyor. Örneğin, kadın tutuklu sayısının en yüksek olduğu ABD’de ırk ayrımcılığı ve uyuşturucuyla mücadele uygulamaları, El Salvador’da katı kürtaj yasağı, Guatemala’da sokak çeteleriyle ilgili sorunlar, Afganistan ve İran’da ahlak anlayışı ve zina suçu, İşgal Altındaki Filistin Topraklarında işgale karşı eylemlere katılma gibi faktörler hangi kadınların cezaevine düşeceğinin ip uçlarını veriyor.  

Suç ve ceza örüntülerinde toplumsal cinsiyetin etkisi yeterince incelenmiş bir konu değil. Bazı uzmanlar kadınların daha özgür bir toplumsal konuma gelmelerinin suç oranındaki artışı etkilediğini savunurken, diğer bazıları toplumsal cinsiyet eşitliğinin erkek suç oranlarına olumlu yansıdığını ileri sürüyor. 

Kadınların geleneksel yöntemlerle yerlerinde tutulamadıkları için cezai uygulamalara çarptırıldıkları yönündeki iddialar ağırlık kazanıyor.

Batı Avrupa ülkelerinin iç politikalarında uyguladıkları görece eşitlikçi ve demokratik politikanın şiddet ve suç olgusunu azaltıcı yönde etkilediği yönündeki tez, feminist paradigma açısından oldukça ilginç. Kadın tutuklu sayısındaki artışın, davranış değişikliğinden mi yoksa ceza adaleti sistemindeki değişiklilerden mi kaynaklandığı sorusu hala tartışma konusu. 

Cezaevi nüfusu sayısının artma eğiliminde olduğu pek çok ülkede, Arabistan örneği dahil, görünürlüğü artan kadınlara yönelik soruşturma ve yargılamanın daha sert bir biçimde uygulanıyor olabileceği hipotezi, mevcut bilgiler ışığında ağırlık kazanıyor. Bu iddia, benim yukarıda belirttiğim iktidarın rıza ve zor ile yürütüldüğü ve rıza kanallarının tıkandığı anlarda, kaba şiddetin arttığı yönündeki tezimi de teyit eder nitelikte. Bu tartışmalardan, kadınların geleneksel yöntemlerle yerlerinde tutulamadıkları için cezai uygulamalara çarptırıldıkları yönündeki iddialar ağırlık kazanıyor. Bu yöndeki sorulara daha güvenilir yanıt verebilmek için daha çok karşılaştırmalı araştırma gerekiyor.

Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğini Yeniden Üreten Akademi

Salgın günlerinde ve aynı koşullarda erkek akademisyenlerin daha fazla yayın çıkardığı, buna karşın kadın akademisyenlerin daha az bildiri-makale ürettikleri; izin kadın akademisyenlere dair gözleminiz nedir? Son zamanlarda gündemde olan akademide tacizin yaygınlığı ve hasıraltı edildiğine ilişkin tespitlere katılır mısınız? 

Akademi, hep Türkiye’de kadının istihdamında en başarılı alanlardan biri olarak görülmüştür. 30-40 yıl önce, Batı ülkelerinde kadın akademisyenlerin % 5 dolayında olduğu dönemlerde, Türkiye’de bu oran %30’ların üstündeydi. Bugün kadın akademisyenlerinin oranı %40-44 dolayında. Araştırma görevlisi ve öğretim görevlisi kadrolarında sayıları erkeklere denk olan kadın akademisyenlerin, unvan yükseldikçe erkeklere göre geride kaldıkları akademideki cam tavana işaret ediyor. Yönetim kadrolarında ise cam tavan çok bariz bir biçimde kendini gösteriyor. Bugün, rektörlerin  sadece %9.1’i, rektör yardımcılarının %10.3’ü ve dekanların %21’i kadındır.

Bilimsel yayın konusuna ilişkin verilere sahip değilim ama kadınların daha az yayın yapıyor olmaları çok şaşırtıcı olmaz, zira diğer istihdam alanlarında olduğu gibi akademide de kadınlar özel yaşamlarında ertelemedikleri ve satın alamadıkları pek çok sorumluluk nedeniyle tam zamanlı iki işde çalışıyorlar neredeyse.

Bekar ve çocuksuz kadın akademisyenlerin daha fazla yayına sahip oldukları yönünde bazı veriler mevcut. Çocuk sahibi kadın akademisyenler ise ‘külkedisi parakoksu’ yaşar; bakım ihtiyaçlarını yerine getirdikten sonra baloya da giderler bilimsel yayın da yaparlar. Kadın akademisyenler, ister istemez çalışmalarını akademik yükseltmeler için gerekli olan minimum ölçütleri yerine getirmekle yetinme durumunda kalabiliyorlar, bu da daha az yayın anlamına gelebilir. Bunu, kendi pratiğimde de yaşadım, çalışma tempom ve verimliliğim 50-yaşımdan sonra zaman, enerji ve birikim üçlüsünün örtüşmesiyle hızla arttı. Yazıp çizmek artık bir iş değil yaşam tarzı oldu ve emeklilik sonrasında üretkenliğim artarak devam ediyor. 

Ne yazık ki özgür ve özerk olması gereken üniversitelerde, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve cinsiyetçi yaklaşımlar yeniden üretiliyor. Son yıllarda üniversitelerde daha önce duymadığımız kadar çok cinsel taciz ve saldırı  vaka ve davası  kamuoyuna  yansıdı. Bu bağlamda, mahkemeye taşınan bazı vakalar ve araştırma görevlisi Ceren Damar’ın bir erkek öğrencisi tarafından öldürülmesi, ‘hafif kadın’ olduğu için bir asistanın işine son verilmesi, akademideki cinsiyetçiliğin ne denli derin olduğunu ifşa ediyor.

Üniversitelerimizin, ülkedeki genel siyasi ve cinsiyetçi eğilimlerden arınmaları pek mümkün değil. Ne yazık ki tüm kurumlarımız açısından sorun teşkil eden liyakat meselesi üniversiteler için de söz konusu. Son yıllarda siyasi konjonktüre bağlı olarak üniversite kadrolarında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Bilimsel çalışmaların bürokratik kriterlerle sürdürülmesi, bilim dünyasını olumsuz etkileyen faktörlerdir. 

Kadın Hareketlerinin Küçümsenemeyecek Kazanımları

“Türkiye’de ve dünyada kadın hareketinin kazandığı çeşitliliğe ve başarılı noktaya rağmen, kadının eşitlik ve hak mücadelesinde henüz yolun başındayız” diyorsunuz. Kadınlara ve kadın hakları alanında çalışan sivil örgütlere, salgın koşulları ve sonrası için bir öneriniz olur mu? Erkekler kadın hakları mücadelesinde ne ölçüde ve nasıl yer almalı sizce? 

Doğrusu kimseye tavsiyede bulunmak gafletinde bulunmak istemem. Ama sorunun analizinden hareketle şunu söyleyebilirim; şimdiye kadar kadınlar olarak liberal bir yaklaşım izledik. Yani, mevcut sisteme eklemlenmeyi, anaakıma entegre olmayı hedefledik. Bu bağlamda, küresel ve ulusal kadın hareketlerinin 40 yıllık mücadelesi sonucu kuşkusuz her ülkede küçümsenmeyecek kazanımlar elde edilmiştir. 

Özellikle, kadınların insan haklarının tanınması yönünde bir dönüm noktası niteliği taşıyan 1990’lı yıllardan bu yana, uluslararası düzeyde kapsamlı bir kadın hakları ve eşitliği rejimi oluşmuş ve şiddetle mücadelede kayda değer bir aşama kaydedilmiştir. Bu gelişmeler ulusal düzeyde hükümetlere yasal ve kurumsal reform, kadınların güçlenmesini destekleme, toplumu bilinçlendirme gibi alanlarda önlemler alma yönünde özen yükümlülüğü (due diligence) getirmiştir. 

Türkiye’de de uluslararası standartlar çerçevesinde gelişmişlik göstergeleri açısından kadınların durumlarında iyileşmeler yaşanmıştır. Ne var ki Türkiye’ye ilişkin veriler, özellikle kadının siyasete ve karar verme mekanizmalarına katılım oranı açısından dünya sıralamasında gittikçe en alt sıralarda yer aldığını gösteriyor. Liberal haklar açısından bile gerek Türkiye’de gerekse diğer ülkelerde, sorunlar devam ediyor. Dolayısıyla, kadınların kitlesel olarak bu haklarına kavuşmaları için anaakım sistemi sonuna kadar zorlamak gerekiyor. 

Enerjimizi erkek pratiğine göre biçimlenmiş olan anaakımı dönüştürmeye kanalize etme zorundayız. Ataerki sonrası cinsiyet rejimi tasarlama ve hayata geçirme zamanı geldi.

Ancak, şunu unutmayalım ki küresel olarak kadınların kamu alanında %50 oranında temsil edildikleri ülkelerde dahi, güç ve paranın -kadınların yönetim kadrolarından dışlandığı- özel sektöre kaymasıyla, cinsiyet ayrımcılığı ve eşitsizliği gizli bir biçimde devam edebiliyor. Bir başka deyişle, anaakımlaştırma babaakımlaşmaya yenik düşüyor. O halde, enerjimizi erkek pratiğine göre biçimlenmiş olan anaakımı dönüştürmeye kanalize etme zorundayız. Ataerki sonrası cinsiyet rejimi tasarlama ve hayata geçirme zamanı geldi. 

Her ne kadar, içinde yaşadığımız konjonktürde, dünyanın gidişatı ürkütücü ve bunu destekler nitelikte olmasa da ben diyalektiğe inanan birisi olarak, bunların aşılacabileceğine; insan hakları, eşitlik ve adalet odaklı bir toplumsal sözleşmeyle yeni bir dünya düzeninin kurulabileceği inancımı koruyorum. Bu mücadelenin ana aktörlerinden birisi, daha önce de belirttiğim gibi, feminist harekettir. Etkili bir mücadele için, yeni bir misyon ve vizyona ihtiyacı olan feminizmin, farklı kadın gruplarıyla ve diğer özgürlük hareketleriyle stratejik ortaklıklar kurmaya ihtiyacı var. 

Erkeklerin Kadınlar Üzerindeki Tahakküm Kurma İmtiyazından Vazgeçmesi  

Erkeklerin bu mücadelede yer almaları için her şeyden önce ataerki düzenin onlara sunduğu kadın ve gençler üzerinde tahakküm kurma imtiyazından vazgeçmeleri gerekir. Feminist yanlısı erkeklerin varlığı ümit verici, ancak bunlar hem sayısal olarak yeterli değiller hem de çok etkili alanlarda varlık gösterdikleri söylenemez. 

‘Beyaz Kurdele’ hareketi, ‘He-For-She’ gibi popülerleşen bazı erkek hareketleri, soruna yapısal değil pragmatik açıdan bakıyor ve olay ‘iyi erkek’ / ‘kötü erkek’ karşıtlığına indirgenerek, iyi olanların kötü olanlara iyi model olup onların rehabilitasyonu amaçlanıyor. Diğer taraftan, militarist erkek kimliğinin dönüşümü açısından önemli olan barış hareketinde erkekler, hala oldukça marjinal role sahip. 

Erkeklerin kadın hakları mücadelesinde ‘yanınızdayız’ yerine, kendi ezilmişliklerine odaklanan bir söylemle yer almalarının daha tutarlı olacağı kanısındayım. Aksi taktirde, kurtarıcı tuzağına düşerek cinsiyet hiyerarşinin yeniden üretilmesine katkı yaparlar.

Kadın cinayetlerinin, cinsel tacizin, cinsiyete dayalı sömürünün, cinsel köleliğin, çocuk istismarının vb. yaygın olduğu memleketimizde, erkeklerin kadınların yanında olmanın ötesinde bağımsız bir duruş sergiledikleri de söylenemez. Erkeklerin, ataerki sistemin dayattığı cinsiyet rolleri bakımından kendi konumlarını irdeleyerek, neden kadınların yanında olduklarının yanıtını vermeleri gerekiyor. Bunun da ilk adımı, ataerki erkeklik imtiyazından kurtulmak. 

Seneler önce bir konuşmamda, ‘erkekleri erkekliklerinden kurtarmak gerek’ demişim. Bunu bana sevgili Tayfun Atay, 8 Nisan 2019 tarihli ‘Gaia’nın Koynunda’ adlı yazısında anımsattı. Erkeklerin kadın hakları mücadelesinde yanınızdayız yerine, kendi ezilmişliklerine odaklanan bir söylemle yer almalarının daha tutarlı olacağı kanısındayım. Aksi taktirde, kurtarıcı tuzağına düşerek cinsiyet hiyerarşinin yeniden üretilmesine katkı yaparlar. 

Pandemiyi avantaja çevirebilmek için kırılgan ve güvencesiz olduğu belirlenen bazı alanların sosyal politika ve yatırım önceliğiyle güçlendirilmesi gerekiyor.

Son olarak, pandemi sonrasında sizce neler yapılmalı?

Modern çağda zaman çok önemli; COVID-19 dört ayımızı çaldı ve bu süre daha da uzayacağa benziyor. Göze çarpan tüketim (conspicuous consumerism) alışkanlıkları, doğaya ve tarım sektörüne yönelik yıkıcı neoliberal ekonomik politika ve pratikler, yoksulluk, cinsiyet eşitsizliği, gibi pandemi döneminde öne çıkan durumlar karşısında hiçbir şey olmamış gibi yola devam edilirse, çalınan zamanımız boşa gitmiş olacak. 

Pandemiyi avantaja çevirebilmek için kırılgan ve güvencesiz olduğu belirlenen bazı alanların sosyal politika ve yatırım önceliğiyle güçlendirilmesi gerekiyor. Bu bağlamda çok taraflı işbirliği kurum ve modellerini güçlendirmek; hayatımızın her alanını etkileyen COVID-19 krizinin kapsamlı bir değerlendirilmesi ve ileriye dönük olumsuz etkilerini önleyecek eylem planı hazırlanması için uluslararası konferans düzenlenmesi ve çalışma gruplarının oluşturulması akla gelen bazı öncelikli alanlar.

Röportajın ilk bölümününe aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

“Şiddet Pandemisiyle Mücadele, Radikal Yöntem ve Kararlılık Gerektiriyor”