Balkondan İçeriye Bakmak: Evlerimiz Yaşamaya Ne Kadar Elverişli?

Balkon kültürünün ötesinde pandemi sürecinde mekânsal haklar bakımından meseleyi ele aldığımızda balkon eşitsizliklerin küçük ama sembolik bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Balkonların bir parçası olduğu konut hakkını kapsamlı bir şekilde ele almak gerekiyor.

Yüzüme güneşin tatlı tatlı vurduğu balkonumdan bu satırları yazıyorum, böylesi bir dönemde evde kalabildiğime ve küçük de olsa bir balkona erişimim olduğuna şükrederek. Balkona dadanan kargaların muzırlıklarını keşfetmek günüme keyif katan şeylerden biri. Kuru biberleri mi gagalamışlar, koyduğumu ekmek kırıntılarını ne çabuk yiyip bitirmişler? Bu küçük balkonun balkonun bana bu denli özgürlük hissini verebileceğini, nefes olacağını tahmin edemezdim. Geçen yaz renklerine bayılarak aldığımız mavi masa ve sandalyeleri iyi ki almışız diyorum tekrar kendime. Bina yığınlarının arasından gölü görmeye çalışıyorum. On üçüncü katta oturmanın ürkütücülüğü ilk defa kendini güzel bir şeye dönüştürdü sanırım: önü açık ve manzaralı bir balkon, böyle bir dönemde bir lüks.

Ev, barındığımız, kendimizi güvende hissettiğimiz alan, hatta zaman zaman üzerinden kendimizi tanımladığımız bir mekân. Covid etkisiyle bu mekâna yüklenen fonksiyonlar arttıkça verilen anlamlar da değişmeye başladı. Ev birden okul oldu, iş yeri oldu. Belirsizlik, gelecek kaygısı, tüm bu fonksiyonların birleşmesi ve dışarı çıkmanın tehlikesiyle de nefes alamaz hale geldik. Özellikle de şehir hayatının sıkışıklığı içerisinde apartmanlarda yaşayanlar için özgürlüğün yeni bir ifadesi oldu balkonlar: açık havaya sosyal izolasyondan çıkmadan ve virüs tehlikesi olmadan erişmek. Vaka sayılarının, ölümlerin arttığı İtalya gibi ülkelerde balkonlar umudun simgesi haline geldi. Dünyanın dört bir yanında balkon konserlerinden, Almanya’da komşularına ücretsiz eğitim veren fitness hocasına, Fransa’da balkonunda maraton tamamlayan koşucuya, sağlık emekçilerine destek için yapılan tezahüratlara kadar birçok renkli kareye şahit olduk. 23 Nisan’ı, 1 Mayıs’ı balkonlardan, camlardan kutladık.

Balkon Kültürünün Ötesinde; Mekansal Hak Açısından Bakmak

Birçok evde, bazen yarı yarıya depoya dönüşmüş, camlarla kapatılmış ya da büsbütün âtıl kalmış balkonlarımıza yeniden alıcı gözle baktık. Balkonlarını önceden de kullananlar için anlam büyüdü, kullanmayanlar içinse yepyeni bir meşgale çıktı. Farklı mecralarda da balkon tartışmalara konu olmaya başladı. Kimi uzmanlar balkonların evin metrekaresine eklenmek ve kapatılarak depo gibi kullanılmaktan ziyade bir fonksiyonu olmadığını, mahremiyet sebebiyle ülkemizde balkonların kullanılmadığını iddia etse de her bölgenin kendine özgü bir yapısı olduğu Türkiye’de bir balkon kültürü olmadığını söylemek fazlasıyla genellemek olur. Her ne kadar etkisi büyük şehirlerde zamanla zayıflamış olsa da Türkiye’de, özellikle de sıcak iklime sahip bölgelerde, daima güçlü balkon kültürü olmuştur. Mahremiyet vurgusunun fazla olduğu en muhafazakâr kesimlerde bile perdeler çekilerek kullanılan balkonlara hepimiz şahit olmuşuzdur.

Balkon kültürünün ötesinde pandemi sürecinde mekânsal haklar bakımından meseleyi ele aldığımızda balkon eşitsizliklerin küçük ama sembolik bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Balkonların bir parçası olduğu konut hakkını kapsamlı bir şekilde ele almak gerekiyor.

 Mekânsal adalet perspektifinde konuya baktığımızda konut hakkını yeniden tartışmamız, düşünmemiz gereken zamanlardayız çünkü bu dönemde var olan eşitsizliklerin daha da derinleşerek kendini gösterdiğine şahit oluyoruz. BM Konut Hakkı Özel Röportörü Leilani Farha tarafından yayımlamış olan son rehberlerde ifade edildiği gibi: “Konut, koronavirüs karşısında bir cephe savunması hâline geldi. Evin bu derece ölüm kalım meselesi olduğu nadiren görülmüştür.”

Şehir Plancısı ve Kent Tarihçisi Gizem Kıygı, balkonları “konut hakkının dört duvardan ibaret olduğu bir tartışma alanından aslında çok daha kapsayıcı bir mekânsal örüntü bütünü olduğu ve insan psikolojisi ile olan bağlarını çok açıkça öne serdiği bir tartışma alanının parçası” olarak tanımlıyor. Elbette ki içinde bulunduğumuz kriz itibariyle en acil çözümlerin bulunması gereken kırılgan gruplar belli: evsizler ve mülteciler ancak konut herkesin hakkı ve konut hakkı dediğimizde de salt barınma hakkından değil yaşamaya elverişli, sağlıklı ve güvenli konut hakkından bahsediyoruz.

“Konut Toplumsal Bir Adaletsizlik Sembolü”

Birleşmiş Milletlerin “yaşamaya elverişli konut hakkı”nı oluşturan ve insan onuruna yaraşır yaşam koşullarını sağlayan bir konutun unsurlar şunlardır: yerinden edilme endişesi olmadan yaşanan, su, kanalizasyon, ısınma, elektrik gibi kentsel hizmetlere erişen, hane halkı bütçesini zorlamayacak şekilde ödenebilir olan, farklı gereksinimleri olan grupların ihtiyaçlarını karşılayan, mimari tasarımıyla sağlıklı ve yeterli bir yaşam alanı sunan, kolayca ve konforlu biçimde ulaşılabilir konumda olan, bulunduğu çevrenin kültürel kimliğine ve yaşam biçimine uygun olan bir konut.

Mekânda Adalet Derneği’nden Şehir Plancısı Bahar Bayhan meseleyi covid ile birlikte ortaya çıkan bu tartışmayı çok boyutluluğu ile birlikte oldukça güzel özetledi: “Herkesin ev denilen mefhumu sorguladığı bir dönemdeyiz. İş-ev döngüsünde uğranan bir yer olmanın ötesinde ihtiyaçlarımız doğrultusunda yeni anlamlar yüklüyoruz. Evet, balkon gibi evde açık havaya erişimi sağlayan alanlara ihtiyaç baş gösterdi ancak kimin o balkonlu ferah evlere erişme imkânı var, galiba bunu sorgulamamız lazım. Hangimiz gerçekten güvenli, sağlıklı, ihtiyaçlarımızdan veya isteklerimizden kısmadan ödeyebildiğimiz evlerde oturuyoruz? Bugün konut bir toplumsal adaletsizlik sembolü olarak öne çıkıyor; kentsel dönüşümde evini seve seve yenileyerek balkonsuz, küçük metrekareli rezidans dairelere yerleşen orta-üst sınıftan tek göz odada, kalabalık aileler hâlinde yaşayan mültecilere kadar uzanan bir adaletsizlik bu. Konutu bir insan hakkı olarak yeniden düşünmek ve konut hakkını talep etmek zorundayız.”

Meseleyi tehdidi altında yaşadığımız deprem üzerinden de gittikçe azalan yeşil alanlarımız üzerinden, kentsel dönüşümlerin bize dayattığı yeni tip evler üzerinden her yönü ile değerlendirip, “ev” kavramının hayatımızda ne kadar önemli bir yere tekabül ettiğini ve kendi ihtiyaç, önceliklerimizin farkına vararak buna yönelik taleplerde bulunmamız gerekiyor.

Tam da şu süreçte konuşulması gerekenleri konuşmalıyız ki daha sonrası için kendimizi hazırlayabilelim ve var olan eşitsizliklerin daha da derinleşmemesi için gerekli önlemleri alabilelim. Zira mekânsal eşitsizlik, özellikle de İstanbul’da, deprem ve diğer risk faktörleriyle beraber oldukça kırılgan bir yapıda.

“Nasıl Bir Ev?”

Sağlıklı ve güvenli konutun sahip olması gereken asgari şartların (yeşil alana erişebilir olma, güneş alma, balkonun olması, rutubet olmaması, market, manav vb. yakın olması…) neredeyse lüks denebilecek konut sınıfına girdiğini ifade eden Gizem Kıygı pandemi sonrası süreçte oluşabilecek konut hareketliliklerinin da bu doğrultuda sınıfsal olacağını öngörüyor: “Covid bize ağır bir darbe vurdu ve birçok yönelim değişimin de içinden geçiyoruz şu anda. İçinde bulunduğumuz süreç bir kriz anı, afete yakın bir kriz anı, hatta afet diye adlandırılanlar da var. Böyle kriz anlarının sonrasında büyük konut hareketlilikleri oluyor, özellikle büyük şehirlerde. Dolayısıyla bu ortaya çıkan balkon ihtiyacı, evin içerisinde bulunduğu apartmanın, konutun yeşil alana yakın olması ya da bir yeşil alan içerisinde olması gibi talepler belirli bir konut hareketliliğine sebep olacaktır. Benim öngörüm bu yönde en azından. Bu konut hareketliliği yine de çok sınıfsal bir hareketliliğe tekabül edecek gibi gözüküyor.” Kıygı’nın dikkat çektiği bir diğer yön de bu potansiyel sınıfsal hareketliliğin zaten erişimi zor olan birtakım özellikteki evlerin dezavantajlı gruplar için büsbütün bulunmaz bir şeye dönüşebilmesi riskini taşıması. Kısaca, tahmin edilebileceği gibi, içinde bulunduğumuz durum hali hazırda var olan eşitsizliklerin daha da derinleşmesi riskini taşıyor.

Salgın öncesi var olan toplumsal ve çevresel adaleti sorgulayan ve bu süreçte de aktif rol alan dayanışma pratiklerine dikkat çeken Bayhan hak temelli yaklaşımın öneminin altını çizdi: “Kolektiflerin deneyim hafızası önümüzdeki sürece katkı yapacaktır diye düşünüyorum. Salgın, şehir yaşamının açmazlarını gün yüzüne çıkardı, yoğun kentleşmenin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkisine şahit olduk. En başta yerel yönetimlerin kendine ders çıkarması gerekiyor. Salgın süresince yaşanan mağduriyetleri değerlendirip önümüzdeki sürece yardım temelli değil haklara erişim perspektiften bakmaları gerekiyor. Bu süreçte hakları talep edecek, adaletsizlikleri vurgulayacak sivil toplumun varlığı da önem kazanıyor.”

Sağlıklı ve güvenli konuta erişimi bir insan hakkı olarak değerlendirmek hem eşitsizlikleri anlamada hem de bizi çözüme götürecek olan temel bakış açısı kazanmada faydalı olacaktır. Sivil toplum olarak meseleyi değerlendirmeli, izlemeli ve gereken baskı unsurlarını oluşturmalıyız. Elbette Covid’e karşı mücadelede #evdekal sloganı en temel stratejilerden biri ancak kendimize, birbirimize ve politika üreticilerine şunları da sormamız gerekiyor: kimileri için hangi ev? Birçoğumuz içinse nasıl bir ev?