Bir Metruk ‘Perili Ev’ Pazarkule

16 Mart 2020
Kimlikleri, aidiyeti, normları tanımlı kendi yaşam alanımızı ‘ev’ olarak tanımlıyorsak Pazarkule son iki haftadır bir ‘perili ev’. Modern çağın savunulacak değerler sıralamasında başı çeken devlet sınırlarının etrafındaki ‘no man’s land’ yani tampon bölge, son iki haftadır insanın vazgeçilmez hakları arasında başı çeken yaşam hakkına yönelik açık ihlallerin zemini.

Ünlü Fransız filozof Jacques Derrida, gerçekliğin ‘hayaletsi’ bir yanı olduğunu söyler. Öyle ki gözlerimizi sımsıkı yumsak da rahatsız edici gerçekliğin tüm varlığıyla orada olduğunu hissedebiliriz. Oysa onu algılamak, tanımlamak, kabullenmek, etkilemek sanki bir hayaleti yakalama çabası gibi uzağımızda kalabilir. Üstelik bu anlamda hevesli olduğumuzu söylemek ne kadar mümkün pek emin değilim. Ve işte insanlık tarihi kadar eski bir gerçeklik olan ‘göç’ de bu hayaletsiliği sergiliyor. Mülteciler, sığınmacılar, göçmenler adeta hayaletleşerek ya görmezden geliniyor ya da trajik, muhtaç, pasif figürler olarak görselleşiyor, sözümüze yerleşiyor. Oysa başka bir taraftan yaklaşılan gerçeklikte bu insanların her birinin tekil hikayeleriyle yan yana gelerek oluşturdukları çoğulluk umudun, yaşamın, kültürel zenginliğin, üretkenliğin ve hatta sınırlardan arındırılmış bir aidiyet duygusunun da ifadesi olabilir. Şubat ayı sonundan bu yana, Türkiye-Yunanistan sınırındaki Pazarkule sınır kapısının her iki tarafında yaşananlara tutulan ayna, her birimizin yüzünü gölgeleyecek bir utancı aksettiriyor.

Gerçekdışı Gerçeklik

Son iki haftadır gerçekdışı bir gerçekliğe televizyon ekranlarından izlediğimiz trajedi görüntüleriyle tanıklık ettik. Bir insan kaçakçısı kameralara işinin inceliklerini anlatıyordu, 28 yaşında bir genç ‘bir gün yüzü göremeden yaşlandım’ diyordu, çoluk çocuk binilen bir botun yola çıkışını spiker ‘bakalım karşı kıyıya varabilecek mi?’ diye anons ediyordu, güvenlikten sorumlu Yunan polisi mültecileri taşıyan bir botu deniz sınırını geçmeden batırmaya çalışıyordu, kara sınırını geçtikten sonra yakaladığı mültecilerin tüm eşyalarını ve özellikle de yürümeye devam edemesin diye ayakkabılarını alıyordu. Değeri ancak ihlal edilme olasılığıyla tanımlanabilecek sınırlar, insan hayatına kast edilmesinin bahanesiydi. Canına kastedilen insan, daha iyi bir hayat umudunu ve kapana sıkışmışlık umutsuzluğunu aynı anda taşıyordu. Yaşanan çıplak, eğreti gerçeklik sanki bizimle aynı insani haklara sahip olan bir başka insanın, insanların başına gelmiyormuş; bir hortlak-hayalet hikayesi, bir korku filmiymiş gibi izledik. Pazarkule de ‘ev’ arazimizin sınırları içinde yer alan, gittikçe daha da içine çöken ve binlerce hayaletin sıkışıp kaldığı perili evimiz oldu.

Uzayan Sıra ve Ötesi

27 Şubat akşamı Türkiye’de yetkili ağızlardan sınırlardan geçişlere engel olunmayacağı yönünde açıklama gelince daha o akşam insanlar ellerinde avuçlarında ne varsa bir küçük sırt çantasına sığıştırarak yollara düştü. Haber sosyal medya üzerinden hızla yayıldı. Ertesi gün Edirne’ye doğru binlerce insan yoldaydı. Kimileri otobüslere atladı, kimileri çeşitli kurumların tahsis ettiği servislere bindi, kimileri bulup buluşturduğu parayla şoförlerle anlaştı ve taksilere doluştu. Bir defa evlerini hayatta kalmak ya da daha iyi bir hayata kavuşmak için terk edenler yeniden, daha iyiye doğru sınırları aşmayı hayal ediyordu.

Bugün itibariyle, Pazarkule sınır kapısı başta olmak üzere sınır bölgelerinde Avrupa’ya geçmek için sınırı zorlayan ya da bir gelişme olur umuduyla bekleyen göçmenler ve mültecilerin yaşadığı insani kriz ikinci haftasını doldurdu. Pazarkule’de yaklaşık 15 bin kişi var. Yaş ortalaması 20-21 civarında. Genç erkek nüfus ağırlıkta. Sınır zorlandıkça Yunan polisinin biber gazına boğulan, iki haftadır elverişsiz koşullarda binlerce insanın yatıp kalktığı, sınır kapısını çevreleyen tampon bölgede çok sayıda da çocuk var.

Alanda çalışan Hayata Destek ekibine katılmak üzere Pazarkule’ye, bekleyişin ilk haftasının ortasında, günün erken saatlerinde ulaştık. Varır varmaz da birer gazı genzimizi yakmaya başladı. Uzaklarda, tarlaların ortasında bir koşuşturma vardı. Sahada krizin başından bu yana görev alan arkadaşlarımız bu görüntünün artık rutin hale geldiğini iletti. Bir gaz maskesi ve steril eldivenlerimizi verdiler. Önce etrafı kolaçan etmek için sınır kapısına uzanan cadde üzerinde yürümeye başladık. Gerçekdışı tabloyu bu defa kendi gözlerimizle görüyorduk. O hayaletimsi gerçekliği size anlatmaya çalışacağım.

500 adımlık yolun iki kenarında erkekler ve kadınların yemek sırası uzanıyor. Yolun başından baktığınızda sıranın sonunu görebilmeniz mümkün değil. Bölgede yürütülen insani yardım çalışmaları kapsamında verilen üç öğün yemeği almak için bekleyenlerin sırası bunlar. Öyle ki öğün değişiyor, sıra erimiyor. Kahvaltı için sıraya giren öğle yemeğini alıp akşam için yeniden sıraya giriyor.

Yol boyu uzanan erkekler sırasının ardında tarlalar uzanıyor. Hayata Destek çalışanı ceketimle ihtiyaçlarını belirlemek üzere konuştuğum ilk genç parmağıyla pek de uzak olmayan bir tel örgüyü gösterip “Şu kadarcık yol, ötesi Yunan.” diyor. “Biz gidiyoruz, onlar gaz atıyor. Bir kere yakaladılar, her şeyimi aldılar. Telefonumu aldılar. Şimdi kimseden haber alamıyorum. Yunan niye böyle yapıyor abla, ben zaten orada kalmayacağım ki?” Konuştuğum henüz 19 yaşında bir delikanlı. 8 yıl önce Suriye’den kaçıp gelmişler. Ailesinin bir kısmı hala Suriye’deymiş. “Ben dönemem abla, dönersem hemen askere alırlar. Okumak istiyorum ben, savaş başladığından beri okul yok bende. Avrupa’da okurum belki. Kapı açılana kadar buradayım, bir yere gitmem.” Hemen yanında başka bir genç söze giriyor. Yaşça daha büyük, 24’ünde. Onun da ailesi Suriye’de: “Avrupa’da bir sene içinde sana pasaport veriyorlar, aileni görmeye gidip gelebiliyorsun. Burada öyle olmuyor.” O da eğitimine devam etmekten bahsediyor, üniversiteyi kazandığı sene savaş yüzünden bırakmak zorunda kalmış. “Türkiye’ye geldiğimden beri bir sürü işte çalıştım. Bazen günlük, bazen daha uzun. Çok az para veriyorlar, bazen hiç vermiyorlar. Sigorta yok. Bir de çok çalıştırıyorlar. Bazen günde 20 saat. Bazen de çok küfrediyorlar. Gitmemiz lazım.” Gençlerle konuşurken arkadan bir el omzuma dokunuyor, dönüp bakıyorum. Yüzü yılgın genç bir adam daha: “İki kızım kayıp, iki gündür yoklar. Bulmama yardım edin.” Bir an panikliyorum, kızların adını ve yaşlarını soruyorum, not ediyorum. Jandarmaya bildirip bildirmediğini soruyorum. “Bildirdim” diyor, “Bir şey demediler.” Daha alana gireli bir saat olmuş olmamış, ne diyeceğimi bilemiyorum. Yetkililere ileteceğimi ama benim elimden bir şey gelmediğini söylüyorum. İnanmaz bakıyor yüzüme, “Tamam” diyor yavaş adımlarla geçip gidiyor. Ardından bakıyorum, elimde kızların adları yazılı not defterim.

“Neden Bizi İstemiyorlar?”

Suriye’den önce Ürdün’e ardından Avrupa’da sığınabilmek ümidiyle Türkiye’ye geçen 23 yaşındaki Malik çıkıyor karşıma. Genç adam gözlerimin içine doğrudan bakarak gazeteci olup olmadığımı soruyor önce, insani yardım çalışanı olduğumu ve acil ihtiyaçları tespit etmeye çalıştığımızı aktarıyorum. “Ne için?” diyor. Şaşırıyorum. Tertemiz bir İngilizce ile konuşuyor ve bana Pazarkule’ye gelişini şöyle anlatıyordu: “Kendimi fare gibi hissediyorum. Bir küçük peynir gördüm, koşa koşa peyniri kapmaya geldim. Meğer bir kapana koşmuşum, şimdi buradan kıpırdayamıyorum. Dönsem dönecek yerim yok, gitsem Yunan askeri sınırı geçirmiyor.” Malik belli ki etrafındakiler arasında da saygı görüyor, arada dönüp yanındaki gençlere bana ne söylediğini Arapça olarak iletiyor, onaylarını alıyor. 5-6 genç beraber hareket ettikleri belli, Malik de sözcüleri: “İnsan niye kalksın yollara düşsün, insan niye evini ülkesini bıraksın. Biz yaşamak istediğimiz için çıktık geldik. Sesimi kime duyurayım ben? Birkaç gün önce yabancı bir gazeteci geldi, sorular sordu, anlattım. Hiçbir şey değişmedi. Bizi kimse görmek istemiyor, duymak istemiyor, kabul etmek istemiyor. Niye, biz genç değil miyiz, bir üretemez miyiz, bir faydalı olamaz mıyız?” Soruların yanıtı öylesine net ve öylesine muğlak ki… Bu gençler öylesine yaşam dolu ve öylesine hırpalanmış ki… Herkesin gözlerinde öylesine bir umut ve öylesine bir yılgınlık var ki… “Neden bizim acil ihtiyaçlarımızı karşılıyorsunuz, daha ne kadar burada kalabiliriz, neden bizi kabul etmiyorlar?” Malik’in sıralı sorularını cevaplayamamanın yüküyle ona sorularını ve sitemini dile getiren bir yazıyı mutlaka yazacağımın sözünü vererek yanından ayrılıyorum. Sırtımın biraz daha kamburlaştığını hissediyorum.

“Kapılar Açıldı Dediler, Geldik Ama…”

Yolun bir diğer yanında uzanan kadınlar sırasının arkasında da derme çatma ‘çadırımsılar’ var. Üç dört odun ya da dal parçası dengelenerek üzerine geçirilmiş muşambalar, reklam panolarından alınmış brandalar, naylonlar. Bu damın altında ise birkaç parça karton üzerine serilmiş battaniyeler. Damın altında birbirine yaslanmış oturanlar, uyuyan çocuklar, vücutlarının yarısı dışarıya uzanmış yatanlar… Pazarkule’de bekleyişini sürdürenlerin çoğu Afgan. Yani yakın tarihi savaşlar, çatışmalarla gölgelenmiş, Taliban’ın hüküm sürdüğü, her gün yeni bir saldırı haberiyle sarsılan, istikrardan uzak, normal bir hayat hayali için imkansız bir ülkenin vatandaşları. Türkiye’deki Afganlar, geçici koruma statüsündeki Suriyelilerden farklı olarak uluslararası koruma talep edebiliyorlar. Ancak bu korumayı elde etme süreci hayli meşakkatli ve uzun. Mesela bekar genç erkeklere bu korumanın sağlanmasının çok zor olduğu belirtiliyor. Bu da kimliksiz, yani temel hizmetlerden yararlanma hakkından mahrum kalmak anlamına geliyor. Pazarkule’de Avrupa’ya geçmek için bekleyen arasında bu Afgan gençlerin sayısı hayli fazla. Ben de Afgan bir ailenin yanına gidiyorum. İki kadın bir kütüğün üzerinde oturuyor. Önlerinde henüz közü sönmemiş bir odun parçası, ısınma çabasındalar. Ben gelince ayağa kalkıyorlar. Sohbet için izin istiyorum, önce çekiniyorlar, sonra daha genç olanı davet ediyor. Birkaç tanışlarıyla beraber gelmişler. Yanlarında beş çocuk var. Yıllardır normal bir hayat kurmaya çalıştıklarından bahsediyorlar. Alanda konuştuğum birçok kişinin sözleri dalgalanıyor, sanki hepsi aynı sesle konuşuyormuş gibi geliyor kulağıma. Kadınlar devam ediyor, “Kapılar açıldı dediler, geldik ama…” Gözleri arkalarındaki muşamba çadırımsının altında oturan üç çocuğa dönüyor. Üç gün önce sınırı geçmeye çalışırken yakalanmışlar, onların da yanlarında getirdikleri tüm eşyalara sınırın diğer tarafında el konulmuş ve tekrar Pazarkule’ye yollanmışlar. En acil ihtiyacın da ayakkabı olduğunu söylüyorlar. Çocukları gösterip, battaniyeyle ısınsalar bile ayakkabısız durulmadığını söylüyorlar.

Afgan ailenin biraz ilerisinde, yol kenarında 4-5 kadın oturuyor. 20’li yaşlardalar. Sarı, yeşil, mor kıyafetleri sarındıkları siyah battaniyelerin altından gözüküyor. Afrikalı olduklarını düşünüyorum. Elleriyle toprağı eşeleyerek küçük çukurlar açma çabasındalar. Kenarda birkaç parça uzun dal var, belli ki kendilerine bir dam kurmayı deneyecekler. Yanlarına gidip konuşmak için izin istiyorum, buyur ediyorlar. Somali’den kısa bir süre önce gelmişler. Birbirlerini daha önceden tanımıyorlarmış. İstanbul, Aksaray’da kaldıkları evde tanışmışlar. Neyle uğraştıklarını, hayatlarını nasıl kazandıklarını soruyorum. Bir işleri olmadığını, Somalili başka bir adamın desteğiyle o evde kaldıklarını söylüyorlar. Daha fazla ayrıntı vermiyorlar. Ben de zorlamıyorum. Kapıların açıldığını duyar duymaz otobüse binip Pazarkule’ye gelmişler. Belçika’ya gitmek istiyorlar. Kimse var mı orada diye soruyorum. Somali’den daha önce gidenler olduğunu biliyorlar ama herhangi bir tanışları aslında yok. Varabilirlerse diğerleri nasıl hayatlarını kurduysa onlar da öyle kuracaklar. O kadar.

Ve etrafta olup bitenden bir haber koşuşturan küçücük çocuklar. O sırada gözüm 4 yaşlarındaki bir tanesine takılıyor. Annesi yemek sırasında, o geçmiş yolun ortasına, yüzünü göğe çevirmiş, yola bakmadan çizginin üzerinde yürüme oyunu oynuyor. Birkaç adım atıyor sonra hala çizginin üzerinde olup olmadığını kontrol ediyor. Eğer başarılıysa bir sevinç el çırpma, yok çizgiden adımları kaydıysa hızla yeniden çizginin üzerine geçiyor. Karmakarışık bir karalamanın içindeki tek nizami çizgiyi, işte o çocuk tüm naifliği ve coşkusuyla kurduğu oyunda adımlarıyla takip ediyor.

Hayata Destek Olmak İçin

Modern çağın ‘istenmeyenleri’ ya da ‘hayaletleri’ göçmenler, zorla yerinden edilmişler, sığınmacılar, mülteciler doğrudan bu çağın çıkmazları nedeniyle günden güne artan sayılarda. Gerçeklik, gözlerini sımsıkı yummuş bir insanlığın burnunun ucunda olanca soğukluğuyla kendini hissettiriyor. Böyle bir zaman, böyle bir zeminde bize düşen, tüm suskunluk, tüm eylemsizlik, tüm görmezden gelme halini kenara bırakarak yaşananların kabul edilemezliğine, mevcut koşulların sürdürülemezliğine dair sözümüzü, tavrımızı, tanıklığımızı ve savunumuzu ortaya koymak, hayata destek olmak.

Mensubu olduğum Hayata Destek ekibi, 1 Mart’tan bu yana alanda çalışan koordinasyon ekibi içinde yer alıyor ve insani yardım çalışmaları yürütüyor. En acil ihtiyaçları yerinde tespit ederek koordinasyon ekibindeki işbölümü kapsamında bu ihtiyaçlara cevap vermeye çalışıyoruz. Çabalarımızın dayandığı temel ise çok basit ve net; her insanın insani koşullarda, onurlu bir biçimde yaşam hakkı vardır. Bu hakkın tesisi ve korunması için sarf edilen çabaya sunulan her katkı, beraber kurulacak daha iyi bir geleceğe ve gerçekliğe de katkı sunacaktır.

*Çiğdem Usta Güner tarafından yazılan bu yazı Hayata Destek’in blogundan alınmıştır.

Etiketler