Şehir Üniversitesi ve Ahmet Davutoğlu

26 Aralık 2019
Türkiye’deki İslami kesimin ve İslamcılık hareketinin entelektüel birikiminin cisimleştiği yerlerden biri olan Bilim ve Sanat Vakfı tarafından kurulan Şehir Üniversitesi’ne Marmara Üniversitesi’nin kayyum olarak atanması ile ilgili tartışmalar, akademik alana yönelik devam eden siyasal müdahalelerden farklı düşünülemez.

Henüz Davutoğlu AK Parti’nin içerisindeyken ve gelişmelerden memnuniyetsizliğini pek fazla dile getirmezken, Şehir Üniversitesi’nde çalışan bir arkadaşım “Hoca” diye hitap ettiği Davutoğlu’nun siyasete girmesini hiç istemediğini, bunu kendisine de ifade ettiğini ama büyük ihtimalle “kendi yolunu açmak zorunda” kalacağını söylemişti. ‘Siyasetçi Davutoğlu’ yerine akademisyen Davutoğlu’nun artık yozlaştığı ayyuka çıkmış olan siyasal alana daha fazla katkı sağlayacağını öne süren arkadaşım, Gelecek Partisi (GP) kurulduğunda da bu görüşünü değiştirmedi. Şehir Üniversitesi’ne kayyum atayarak Davutoğlu’nun siyasal hareketini geriletmek isteyen Erdoğan ise Davutoğlu’nun siyasal çıkışını ‘davaya ihanet’ olarak anlatmaktan geri durmadı.

Seçimle seçilen son Başbakan Davutoğlu’nun, pek hayırla anılamayan siyasal kariyeri birçok krizle iç içe gelişti ve bu krizlerin çoğu dramatik şekilde sonuçlandı. Elde kalan Türkiye, biraz da bu kriz yönetimlerinin bir sonucu olarak kabul edilebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yetki gücü bahşettiği kişilerden “gassalın elindeki meyyit” gibi bir teslimiyet beklemesine rağmen Davutoğlu kendini ‘ikinci adam’ ve siyasal alanda görece bağımsız bir aktör olarak inşa etmeyi hedefledi. Davutoğlu’nun bu yöndeki girişimleri Erdoğan’ın siyasal alandaki ve AK Parti seçmenleri üzerindeki hegemonik etkisini kırmak için değildi, reislik ve hocalık ekseninde birleşen yeni bir oligarşi inşa etme çabasıydı. Başarılı olamadı. Verdiği kararların ve eylemlerin sınırları Erdoğan tarafından belirlendiği ve kendisi de bu sınırlar içerisinde kalmaya özen gösterdiği ya da kalmak zorunda olduğu için bağımsız bir aktöre dönüşemedi.

Yine de bir akademisyenin Başbakanlık makamına getirilmiş olması önemliydi ve Davutoğlu bunun unutulmasını istemedi. Örneğin ilk icraatlarından biri akademisyen maaşlarının yükseltilmesi oldu. Ancak Davutoğlu’nun entelektüel birikimini ve akademik kişiliğini berhava eden gelişmeler Barış Akademisyenleri ile ilgili politik tutumuydu ve siyasal basiretsizliğinin bir başka örneği olarak siyasal tarihteki yerini aldı.

Hoca vs. Barış Akademisyenleri

Üzerinden çok uzun bir zaman geçmedi ama o dönemi biraz hatırlayacak olursak, Çözüm Süreci adı verilen ve Türkiye’deki Kürt meselesinin çözülmesi gerektiğini öne süren geniş kamuoyunun oluşturulmak istendiği, ‘akil insanlar’ isimli grupların bölgesel ziyaretlerde bulunup toplumun farklı kesimlerini Kürt meselesinin çözümüne ikna etmeye çalıştığı, Abdullah Öcalan’ın bir bilge, barış elçisi gibi kamuoyuna takdim edildiği dönemdi. Diğer taraftan başta CHP ve MHP olmak üzere, muhalefet partileri kan emicilik, kandan ve terörden beslenmek, ret ve inkar politikalarını benimsemekle itham ediliyor ve sürece yönelik her eleştiri, insanlık suçunu desteklemek gibi gösteriliyordu.

‘Dolmabahçe Mutabakatı’ adı verilen ve Çözüm Süreci’nin kritik eşiklerinden biri olan görüşmenin ardından ‘Çözüm Masası’ bizzat Erdoğan tarafından dağıtıldı ve süreç hızla tersine döndü. Bu sürecin başlaması gibi bitişinin de bilinen ve bilinmeyen birçok nedeni var. Ancak kesin olan şey masanın dağıtılmasıyla birlikte Türkiye’deki rejimin gittikçe sertleşmesi ve nihayetinde rejim değişikliğinin gerçekleşmesi oldu. Bütün bunlar olurken AKP ve MHP önderliğinde kurulan milliyetçi cephe, çevresine kendilerine benzer partileri toplayarak, siyasal alanı daralttı. Davutoğlu ise başlangıcında etkili bir konumda yer alamadığı Çözüm Süreci’nin buzdolabına kaldırılma sürecinde Van’daki bir mitingde “beyaz Toros”ları hatırlatmakla sürece katkıda bulundu.

Akademisyenlerin hazırladığı “Bu suça ortak olmayacağız” isimli bildirinin ortaya çıktığı dönemin iklimi, masanın dağıtıldığı, Çözüm Süreci’nin buzdolabına kaldırıldığı ve PKK sempatizanı gençlerin bazı illerde sokak aralarına kazdıkları hendekler nedeniyle ortaya çıkan şiddet sarmalına yönelik itirazların bir sonucuydu. Sosyal medyada dolaşan bazı görüntülerde, sokağa çıkma yasaklarının geri döndüğü bu yerleşim yerlerinin bir kısmında kolluk kuvvetleri sert müdahalelerde bulunuyor, sokağa çıkma yasakları uygulanıyor, bir kısmı ırkçı şiddet ve nefret suçu da içeren hak ihlalleri içeren görüntüler dolaşıma giriyordu. Henüz Çözüm Süreci’nin buharı tütmeye devam ederken yaşanan bu sert dönüşü geri çevirmek ve çözümde ısrar etmek için hazırlandığı ifade edilen bildiriye, Erdoğan ve AK Parti yöneticilerinin önemli bir kısmı tarafından yüksek perdeden ve çok sert tepki verildi.

Türkiye’deki akademiye üniversite niteliği kazandıran birçok akademisyen bir anda terör sevicisi, cahil, sözde aydın gibi sıfatlarla nitelendirildi, korkutuldu, hedef gösterildi ve imzacı olmaları suç konusu haline getirildi. Bildirinin iktidar tarafından bu sertlikle karşılanması ve yargıya havale edilmesi, hükümetin Çözüm Süreci’nden vazgeçmesini eleştirmesine rağmen bildiriye destek vermeyen, bildiriyi tek yanlı bulan ya da dili, üslubu gibi çeşitli nedenlerle eleştiren akademisyenlerin de bildiriyi eleştiri ve tartışma konusu haline getirmesini engelledi. Öyle ki, kısa süre içerisinde konu “Bu suça ortak olmayacağız” isimli bildiriden çıktı ve ifade-düşünce hürriyeti tartışmasına geriledi. Böylece otoriter devletçilik, eskisinden daha da güçlü bir biçimde geri dönmüş oldu.

Peki, kendisi de bir akademisyen olan Davutoğlu, bu gelişmelere nasıl tepki verdi? Davutoğlu, Erdoğan’dan farklılaşmamaya özen gösterdi. Bildiriyi imzalayan akademisyenler için sürdürülen linç kampanyasına dahil oldu ve bildirideki ifadelerin düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğini dile getirdi [3]. Davutoğlu bu tutumunu, bu yılın Temmuz ayındaki bir demecinde “Pelikan çetesi ” olarak isimlendirdiği, bir grup tarafından hazırlanan bir bildiri nedeniyle Başbakanlık görevinden alınmasına kadar sürdürdü.

Barış Akademisyenleri, 15 Temmuz’da Fetullahçıların darbe girişimine kalkışması ve devamında ilan edilen OHAL ile birlikte, akademiden ihraç edilip terör suçundan yargılanmaya başladığında Davutoğlu, artık “istenmeyen adam” olarak partinin ve artık etkisini tamamen kaybetmiş olan Meclis’in koridorlarında dolaşıyor ve yavaş yavaş şikayetlerini dile getirmeye çalışıyordu. İtibarını ve etkisini yeniden elde etmek için erdem, hikmet ve hakkaniyet dolu cümleler kurdukça giderek daha fazla ötelendi ve nihayetinde AK Parti’den ihraç istemiyle disipline sevk edildi. Şimdilerde ifade ve düşünce hürriyeti kapsamında kabul edilen bildiriyi imzalayan akademisyenlerin hepsine yurt dışı yasağı konulmasına rağmen bir kısmı yurt dışına çıkmayı başardı, bir kısmı tutuklandı, bazı istisnalar hariç hemen hepsi işini kaybetti ve bütün bunlar olurken Davutoğlu, görevden alındıktan sonra bile bir kez olsun, bu uygulamaları eleştiren bir açıklama yapmadı. 

“Malum Zat” ve Şehir Üniversitesi 

Şehir Üniversitesi’ne kayyum atanacağına ilişkin söylentiler ortaya çıktığında birçok kişinin aklına bu süreç geldi. Farklı kesimlerden bazı kişiler bunu Davutoğlu’na ve çevresinde toplananlara reva görürken, daha büyük bir çoğunluk Şehir Üniversitesi’ne yönelik bu müteneffir ve düşmanca tutuma rıza göstermiyor. Bir kamu arazisinin, gerekçesi ne olursa olsun, Başbakanlık makamında bulunan Davutoğlu’nun kurduğu Bilim ve Sanat Vakfı’na devredilmesi elbette eleştirilmelidir.

Ancak iktidar bloğunun Şehir Üniversitesi’ne yönelik aldığı tavrın herhangi bir ilke, yasa ya da erdem nedeniyle gerçekleşmediğini, kalabalık cümlelere ve şatafatlı ifadelere rağmen, olayın ekonomik ve hukuki kısmının hiçbir öneminin olmadığını, konunun baştan sona Davutoğlu’nun siyasal hareketiyle ilgili olduğunu ifade etmek gerekir. Konuyla ilgili yapılan açıklamalar ne olursa olsun, Erdoğan’ın bu konudaki kararını ve eylemini belirleyen tek şey “malum zat” diye hitap ettiği eski yol arkadaşının “benden bu kadar” diyerek kendi yolunu çizmeye başlamasıydı. Oysa Şehir Üniversitesi, iktidar bloğunun ve Erdoğan’ın uzun süredir imam-hatip liseleri ya da ilahiyat fakülteleri açarak elde edemediği entelektüel zümrenin mekânlarından ve muhafazakar burjuva kültürünü oluşturmanın önemli aşamalarından biri olmaya adaydı.

Türkiye’deki İslami kesimin ve İslamcılık hareketinin entelektüel birikiminin cisimleştiği yerlerden biri olan Bilim ve Sanat Vakfı tarafından kurulan Şehir Üniversitesi’ne Marmara Üniversitesi’nin kayyum olarak atanması ile ilgili tartışmalar, akademik alana yönelik devam eden siyasal müdahalelerden farklı düşünülemez. Bu nedenle iktidar bloğunun, Davutoğlu’nun Gelecek Partisi’ni (GP) ilan etmesinin hemen ardından Şehir Üniversitesi’ne kayyum atanması, AK Parti’nin siyasal habitusu açısından olağan bir süreç olarak kabul edilebilir.

Hatırlanacak olursa, Erdoğan, Şehir Üniversitesi için arazi tahsisini kendisinin yaptığı ifade ederek, “Malum zat (Ahmet Davutoğlu) Başbakan olunca [Şehir Üniversitesi’ni Bilim ve Sanat Vakfı’na] mülkiyet devrine dönüştürdü. Yanında Ali Babacan, Mehmet Şimşek vardı. Halk Bankası’na borçları 417 milyon lira… Teminat bile vermediler. Tezgah başka… Bunlar bankayı dolandırmaya çalışıyorlar. Hani dürüsttünüz” demişti [4]. Uzun zaman birlikte yürüdüğü bu kişilere yönelik dolandırıcılık ithamının ağırlığı bir yana, bu ifadeler Şehir Üniversite’nin kurulma sürecindeki siyasal dinamikleri göstermesi bakımından önemlidir. Bir başka ifadeyle, siyasal gerekçelerle ve Erdoğan’ın lûtf-u kerem-û ihsânı ile kurulan Şehir Üniversitesi, yine benzer nedenlerle ellerinden alınmış oldu.

Şehir Üniversitesi’nin, akademinin çoraklaştığı ve gittikçe sığlaştığı bir dönemde, üniversite idealine yaklaşmak ve bunu inşa etmek için gösterdiği gayret küçümsenmez. Yükselen İslami burjuvazinin kentlilikle eklemlendiği ve yeni sınıf habitusları örmeye başladığı dönemin tecessüm eden örneklerinden biri olan Şehir Üniversitesi örneği, bir süredir görgüsüzlükle itham edilen yeni İslami burjuvazinin aksine bir örnek olarak değerlendirilebilir. Türkiye’deki İslamcılık birikiminin asırlardır dolduramadığı bu açığı kapatmak için gösterilen bu gayret ve girişim, içi boşalmış olan İslamcı aydından evrenselleşme eğilimindeki münevver Müslüman’a geçiş için de anlamlı bir girişimdi. Üniversite’nin kuruluş süreci, o dönem Başbakan olan Davutoğlu’nun projeksiyonlarına bağlı olsa da Şehir Üniversitesi’nin akademik niteliği ve sahip olduğu kültür, Türkiye’deki siyasal çatışmalardan ayrışmaya özen gösterdiğini anlamayı kolaylaştırdı ve kendi kimliğini inşa etmeyi hedefledi. Ancak Şehir Üniversitesi’nin var olabilmesinin tek koşulu, üniversite idealini mümkün kılan eleştirinin, ifade ve düşünce hürriyetinin, akademik masuniyetin ilke olarak korunduğu özerkliğin inşa edilmesiydi. Davutoğlu’nun neredeyse başından itibaren dahil olduğu AK Partili yıllar, bu konularda yetersiz ve kifayetsiz olan Türkiye akademisini geliştirmediği gibi akademiyi devletin doğrudan bir aparatına dönüştürdü, sınırlı olan özerkliğini tümüyle ortadan kaldırdı. Akademisyenler ise kamu çalışanı olarak değil devlet memuru olarak tanımlanır oldu. Siyasal ikbali uğruna akademik özerkliğin tarumar edilme sürecinin bir parçası olan Davutoğlu da bu sürecin bir parçasıdır.

Şehir Üniversitesi ile ilgili tartışmaların yoğunlaşmasının ve farklı çevreler tarafından sürdürülmesinin bir diğer nedeni ise iktidar bloğunun geldiği aşamada sadece dar parti çıkarlarına sıkışması ve parti-devlet özdeşleşmesinin kimlik-içi çatışmaları da düzenlemek zorunda olmasıdır. Bu nedenle Türkiye, AK Parti ile dindarlık zemininde örtüşmesine rağmen siyasal çıkarları nedeniyle örtüşemeyen kesimler için de gittikçe hareket edilmesi zor bir yer haline dönüşüyor. Erdoğan’a ve AK Parti’ye yönelik İslami muhitlerde yükselen itirazın ya da öfkenin nedenlerinden biri de bu gelişmelerdir. Barış Akademisyenleri’ne yönelik hukuk dışı uygulamaların -şimdilerde üst üste verilen beraat kararlarıyla bu hukuk dışılıktan geri dönülmesi her ne kadar onların işlerine geri dönmesine ve zararlarını tazmine dönüşmese bile- neden olduğu kötücüllük, bugün dindarların sığındığı yerlere kadar sirayet ediyor. Türkiye’de egemen kimliğin devlete karşı görece sağladığı koruma kalkanı, zannedildiği kadar geniş sınırlara sahip değil. İçinde yaşadığımız dönemin özelliklerinden biri, çeşitli örnekler üzerinden de görüldüğü gibi, vatandaşların sahip oldukları anayasal hakların devlet tarafından kolaylıkla ellerinden alınabildiğidir. Bu gelişmeler, dindarlığın herhangi birini parti-devletten koruyamayacağını göstermesi bakımından da önemlidir. Demokrasi ve hukuk kelimelerinin bir iktidar stratejisi değil, gerçekçi taleplere dönüşmesi için bu deneyimlerin değerlendirilmesi gerekir. Bunlar bazı muhitlerde sadece iktidar olmanın, iktidar aygıtını ele geçirmenin araçları olarak düşünülse de yaşanan tecrübeler sahici bir dönüşüm üzerine düşünmeyi zorluyor. Gelinen noktada İslami, muhafazakar ve milliyetçi kesimlerin öfke ve nefretle bahsetmekten keyif aldıkları Batının tekniğine ve teknolojisine sahip olmada maharetli olduklarını gösterdi. Belki de artık batının kültürüne bakmanın zamanı gelmiştir.

 

[1] Barış Akademisyenlerinin açıkladığı bildirinin tam metni için bkz. https://bit.ly/2tFZpMx [21.12.2019].

[2] Haberin ayrıntısı için bkz. “Erdoğan’dan barış çağrısı yapan akademisyenlere: Aydın müsveddesi, cahil”, Diken, link: https://bit.ly/36RIAMO [21.12.2019].

[3] Ayrıntılı bilgi için bkz. “Davutoğlu’ndan akademisyenlere: İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez”, Sputnik, link: https://bit.ly/2ZaDyIC [21.12.2019].

[4] Haberin ayrıntısı için bkz. “Başkan Erdoğan’dan İstanbul Şehir Üniversitesi açıklaması: Hani bunlar dürüsttü”, Takvim, link: https://bit.ly/2MhTBzc [21.12.2019].

Polat Alpman

Üyelik Tarihi: 03 Nisan 2019
23 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör