Doç. Dr. Özden Bademci: “Çocuklar Ev Ve Okuldaki Olumsuz Durumlardan Dolayı Sokakta”

Maltepe Üniversitesi, Sokakta Yaşayan ve Çalışan Çocuklar için Uygulama ve Araştırma Merkezi (SOYAÇ) Kurucu Müdürü ve Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Özden Bademci ile sokakta yaşayan ve çalışan çocukları, suça itilmiş çocukları, şiddete maruz kalan çocukları, göçmen çocukları, okul terkini ve erken çocukluk dönemini konuştuk. Çocukların sokakta olma nedeninin önce evde, sonra okulda maruz kaldıkları olumsuz yaşantılar olduğunun altını çizen Bademci, “Sokakta olan çocukların tamamının bir ortak özelliği var: kötü muamele görmüş olmaları. Kötü muamele gördüyseniz herkesten kötü muamele beklersiniz” diyor.

“İnanılır şey değil, içimizdeki en eski ruh çocukluğumuzdan kalmış bize. Hep çocukmuşum gibime geliyor. Çocukluk, edindiğimiz en eski alışkanlık olmalı…” der Cesare Pavese. Hep yanı başımızdaki bir gölgedir çocukluk. Ya da gökyüzü: Edip Cansever’in dizeleriyle dile getirecek olursam “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor”. Hep başımızın üstünde… Ve Ercan Kesal’dan ödünç alacak olursam “çocukluğu insanın altın çağıdır”. Ya da Nihan Kaya’nın altını çizdiği üzere “çocukluk cehennemdir” ve “çocukluğunda yaralanmamış insan yoktur”. Dolayısıyla bilinçaltımızın en derinlerinde saklanan ve tıpkı gökyüzü gibi hiçbir yere gitmeyen, edindiğimiz o en eski alışkanlık, o altın çağ ve o cehennem insan hayatının en önemli evresidir. Toplumda hâlâ ikinci sınıf bir yere sahip olan çocuklar, geçmişten bugüne hep risk altında. Yeri geliyor işçi oluyor, iş cinayetine kurban gidiyorlar; yeri geliyor “gelin” oluyor, şiddete maruz kalıyor, cinsel istismara ve tecavüze uğruyorlar, ama çocuğun asırlardan bu yana yankılanan sessiz çığlıklarını kimseler işitmiyor.

Çocukların da haklarının olduğunun farkına henüz çok yakında zamanda varıldı. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1989 yılında imzalandığını ve çocuklarla ilgili çalışmaların, 20. yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşmaya başladığını görüyoruz. Sizce çocuğa değer vermekte neden bu kadar geç kaldı dünya? Sadece belgeler imzalamakla da sorunlar çözülmüyor, ne dersiniz? 

Sosyal bilimlerdeki diğer alanlara göre “çocukluk sosyolojisi” görece yeni bir alan. Toplumda, çocuğun ne yazık ki hâlâ “ikinci sınıf” bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Özellikle gelişmekte olan toplumlarda ya da az gelişmiş toplumlarda durum maalesef böyle. Bunun nedenlerini sadece çocuk üzerinden düşünmek çok açıklayıcı olmaz. Kadın üzerinden ve hatta risk altında olan bireyler üzerinden de düşünmek lazım. Çünkü belli toplumlarda kadınlar için de durumun çok farklı olmadığını biliyoruz. Söz konusu olan, bir yetişkinin bakımına muhtaç çocuklar olduğunda ise onların çok daha kırılgan ve özellikli bir durumda olduğunu görüyoruz. Çünkü çocuklar risk altında. Peki sözleşmeleri imzalamak sorunların çözülmesi için yeterli mi? Elbette yeterli değil. Evet, birtakım sözleşmeler imzalanmış ve çıkarılan kanunlara, tüzüklere baktığımızda hakikaten çok göz kamaştırıcı şeyler okuyoruz. Fakat alana baktığımızda durum böyle değil. Araştırmalarda ortaya atılan çok önemli bir nokta var: Eğer bir sorun hakkında tam olarak ne olup bittiğini bilmek istiyorsanız, bunu yasalara ya da ülkelerin imzaladığı sözleşmelere ve anlaşmalara bakarak anlamanız mümkün değildir. Çünkü alanda olup bitenler bu sözleşmelerin çok uzağında. Bütün bu sözleşmelerin, anlaşmaların, yasaların ne kadar uygulanabilir olduğuna bakmak lazım. Örneğin ihlaller söz konusu olduğunda, bu ihlaller nasıl ele alınıyor, nasıl değerlendiriliyor? Burada söz konusu olan en önemli şey “çocuğun değeri” meselesi. Çünkü insanların çocuğa bakış açısı belirliyor her şeyi. Yasalar bir çerçeve sunsa da biz gerçekte çocuğa nasıl bakıyoruz? Bu konu çok önemli. Dikkat çekilmesi gereken bir başka şey de bizim kendi çocukluk yaşantılarımız. Geçmişte maruz kaldığımız tutum ve davranışlar ile bütün deneyimlerimiz, bugün çocuğa bakışımızı, toplumsal meseleleri değerlendirmemizi etkileyebiliyor. Çünkü o duyarlılığa ve o anlayışa sahip olmadığımızı görebiliyoruz. Örneğin bugün hâlâ çocuğun söz hakkının olmadığına inanılıyor ve çocuk birey olarak görülmüyor. Ne yazık ki çocukla ilgili böyle bir temel varsayım var.

Çocuklar bütün günü okulda geçirmek zorundalar. Okul çıkışında da çeşitli kurslara, aktivitelere yetişmeye/yetiştirilmeye çalışıyorlar/çalışılıyorlar. Dolayısıyla günümüz çocuklarının oyun oynamaya, çocuk olmaya vakitleri yok ne yazık ki.  Çocukların serbest zamandan yoksun olmaları hakkında neler söylersiniz?

Sözde avantajlı bu çocukların durumunu ben de çok şaşırarak ve üzülerek gözlemliyorum. “Sözde avantajlı” diyorum, çünkü bu çocuklar birtakım özel eğitim kurumlarına gidiyorlar ve hayatları bu okullar tarafından kuşatılmış durumda. Dediğiniz gibi okul sonrası gitmeleri gereken birtakım kurslar ve çeşitli aktiviteler var. Tamamen sınav ve başarı endeksli bir sistem ve bu koşullarda çocuğa hiç serbest zaman kalmıyor. Fakat şu bir gerçek ki çocuğun bu serbest zamana çok ihtiyacı var. Onların en iyi, oyun oynayarak öğrendiklerini biliyoruz. Oysaki çocuklar çok erken yaştan itibaren hep bir kurum bakımı ve bir yetişkin gözetimi altında zamanlarını geçiriyorlar. Yani çok küçük yaşlardan itibaren anaokuluna gidiyorlar ve sürekli bir mercek altındalar. Tabii sadece risk altındaki çocuklardan, sosyal olarak dezavantajlı çocuklardan söz etmiyoruz, bütün çocuklar için aynı şey geçerli. Bu kadar kuşatılmış bir çocukluk yaşayan çocukların, yetişkin olduklarında geride nasıl bir dünya bırakacaklarını ciddi bir şekilde düşünmek gerekiyor. Bu bağlamda çocuklarilearaştırma yapılmasının önemine dikkat çekiliyor: ancak “çocuklar üzerine araştırma yapılması” değil, “çocuklarla birlikte araştırma yapılması”. Yetişkinlerin, çocukların düşünce dünyalarını, bakış açılarını yorumladıkları ya da tercüme ettikleri değil, onların bakış açısını, seslerini doğrudan ortaya koyacak nitelikte araştırmalar yapılması gerekiyor. Araştırmacıların bu önemli sorumluluğu yerine getirmeleri lazım. Ki böyle araştırmalar için ayrılmış yurtdışında fonlar olduğunu biliyoruz.

Peki Türkiye’de böyle araştırmalar yapılıyor mu?

Kuşkusuz böyle araştırmalar var ama çok sınırlı. Çünkü Türkiye’de özellikle ölçeklere dayalı araştırmalar çok fazla yapılıyor. Nitel araştırmalar çok önemli ve bu araştırmalar sosyal bilimlerde, hele hele psikolojide henüz daha çok yeni kabul görmeye başladığını söyleyebilirim. Bu nedenle, çocuğun bakış açısını ortaya koyacak araştırmalar yapılabilmesi için, çok daha fazla bunun savunuculuğunu yapmamız lazım. Sözgelimi, 2013 yılında doçentlik başvurum yayınlarım nitel araştırma bulgularına dayandığı için başarısız bulunmuştu. Şimdi bu bakış açısının değişmeye başladığını görmek beni mutlu ediyor.

 Çok açık ki çocukluk döneminde atılıyor her şeyin temeli. Sürekli söylenenin aksine, çocukluk gelecekle ilgili bir şey değil; tamamen şimdiyle, bugünle ilgili. Cenevre Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde dile getirildiği üzere, “İnsanlık, elinden gelenin en iyisini çocuklara vermekle yükümlüdür”. Ancak yaşanmakta olana bakacak olursak, eğitim hakkından başlayıp yaşama hakkına varana kadar çocukların ellerinden her şeyi alıyoruz. Almak değil de vermek için işe nereden başlamak gerekiyor?

Doğum öncesinden başlamak gerekiyor. Yıllar önce Guardian’da okuduğum bir makaleyi hatırlıyorum. Şunun altı çiziliyordu bu makalede: eğer refah düzeyi yüksek bir toplum olmak, suç oranlarını azaltmak istiyorsak, bebeklik dönemine yatırım yapmamız gerekiyor. Aslında çocukluk da değil, daha erken bir döneme, bebeklik dönemine ve doğum öncesine gitmek gerekiyor. Çünkü o yılların çok kritik olduğunu biliyoruz. Doğum öncesi dönem, doğumdan sonraki ilk hafta ve ilk aylar kişiliğin gelişiminde, davranışların gelişiminde çok belirleyici. Dolayısıyla yetişkin ruh sağlığını, bebek ruh sağlığından ayrı düşünmek mümkün değil. Uzun zaman önce katıldığım bir konferansta, bir psikanalist şu soruyla başlamıştı konuşmasına: “En son ne zaman bir yetişkin gördünüz?” Çünkü yetişkin olabilmek hiç kolay bir şey değil. Yetişkin olabilmek duygularınızı düzenleyebilmeyi, kendinizi bilmeyi gerektiren bir şey. Fakat çoğu insanın, kimi olaylar karşısında üç yaşında bir çocuğun kırılganlığında ya da bir ergenin iniş çıkışında tepkiler verdiğini, dünyayı öyle algıladığını görüyoruz. Dolayısıyla bebeklik dönemi çok önemli. Bebekliğin niteliğini belirleyen şey de başta annenin ruh sağlığı, babanın ruh sağlığı ve bebeğin içine doğduğu iklim. Bu nedenle bebeğe yatırım yapmak demek, aslında bütün topluma yatırım yapmak demek. Anneye ve babaya yatırım yapmak demek, iş saatlerini buna göre düzenlemek ve nitelikli bir hayat demek, iş ve özel hayat dengesini kurabilmek demek. Örneğin o makalenin ardından İngiltere’de babalara da doğum izni verilmeye başlandığını hatırlıyorum. Çünkü bebeğin gelişiyle birlikte anne ve babanın desteklenmesi ve güçlendirilmesi gerekiyor. Anne babanın, bebeğin ihtiyaçlarına duyarlı olabilmesi için öncelikle kendi ihtiyaçlarının farkında olmaları gerekiyor. Aslında bu da insana verdiğimiz değerle çok yakından ilgili. Anne babaya değer vermeden, yetişkinlere değer vermeden bir bebeğe değer vermeniz mümkün değil.

Daha insanca, daha barışçıl bir dünyanın inşası için çocuklara çok küçük yaşlardan itibaren “insanlaşma”yı başarabilecekleri bir yol açmak gerekiyor. Bu yol nasıl açılabilir sizce? Bu konuda ailelere, öğretmenlere, devlete düşen görevler nelerdir?

İnsanlaşmayı başarabilmek için biz büyürken insancıl, duyarlı, anlayışlı davranacak yetişkinlere ihtiyacımız var. Henüz bir bebekken ve bir yandan da büyümeye çalışırken duygularımızı düzenlememizde bize yardımcı olacak ebeveynlere ihtiyacımız var. Çünkü bir bebek dünyaya geldiğinde bir travma ve bir büyük değişim yaşıyor, bu nedenle korku dolu olabiliyor. Çılgın gibi ağlayan bir bebeği düşünün: daha göz yaşı bile kurumadan, bir anda gülmeye başlıyor. Ama gülerken de −henüz gülmesi bitmeden− birden ağlamaya başlıyor. Çok ihtiyaçlıdır bebekler, sürekli talepkârdırlar. O yüzden bebeğin duygu durumunu düzenleyecek, ona bakım verecek bir kişiye ihtiyacı var. Bu da beraberinde şunu getiriyor: bebeğin duygularını düzenleyecek bir anne ve baba var olduğunda, zaman içinde bebek de kendi duygularını düzenlemeyi öğreniyor. Dünyayı korku dolu, tehditlerle dolu ve şüpheyle baktığı bir yer olarak değil, kendini güvende ve iyi hissettiği bir yer olarak algılayıp, karşılaştığı sorunlarla mücadele edecek gücü de kendinde bulabiliyor. Zaten öğrenmenin temelleri de orada atılıyor, yani öğrenme henüz bebeklikte başlıyor. Bu nedenle bir bebeğin, onun duygularına ilgi duyan bir anne babasının olması, bebeğin kendi duygularına ilgi duymasına ve sonra dünyayla ilgi kurmasına yardım ediyor. Ama bu olumlu deneyimlere sahip olmayan, bu fırsatları edinemeyen bebekler/çocuklar, bu durum karşısında içe kapanmaya başlıyorlar. Dünyayı korku dolu algılıyor, şüpheyle yaklaşıyor, tehdit hissediyorlar. Hep bir tehlike bekliyorlar ve işte şiddet de buralardan doğuyor. Şiddet bir savunma yöntemi olarak, yani hissettiğiniz ruhsal acıyla başa çıkma yöntemi olarak ortaya çıkıyor. Şu çok sorulan bir sorudur: “Ne yapayım da bebeğim daha zeki ve daha mutlu olsun?” Daha mutlu olma meselesi çok önemli. Mutlu olduğunda, çocuğun zaten doğuştan getirdiği öğrenme arzusu ve merakı pekişecektir, öğrenmekten korkmayacaktır. Bu da beraberinde zeki, akıllı olmayı getirecektir ve çocuk kendini iyi hissedecektir, iyi hissettirecektir. Dahası kendini değerli hissedecektir, değerli hissettirecektir. Bu nedenle, özellikle o başlangıçtaki temasın niteliği çok önemli. Bu temasın öneminin farkında olduğumuz için SOYAÇ (Maltepe Üniversitesi Sokakta Yaşayan ve Çalışan Çocuklar için Uygulama ve Araştırma Merkezi)çalışmalarında, risk altındaki çocuklarla ve yetişkinlerle çalışırken vaktiyle kaçırmış oldukları fırsatları, olumlu temasları onlara yeniden sunmaya çalışıyoruz. Olumlu ilişkiler örüntüsü yaratarak, bu insanların çoğunlukla yabancısı oldukları olumlu etkileşimlerin, güven temelli ilişkilerin içine girmelerini sağlıyoruz.

O zaman bir insan 0-3 yaş döneminde her ne kadar çok kötü bir çocukluk geçirmiş ve kendini hep değersiz hissetmiş olsa da yine de bir umut var demek oluyor bu söyledikleriniz, öyle değil mi?

Kuşkusuz umut var. Örneğin gün gelir bir öğretmen çıkabilir karşınıza ya da sevgiliniz olabilir, bir dostunuz olabilir… Bu nedenle ilişkilerimizin özellikle de yakın ilişkilerimizin niteliği çok önemli. Fakat olumsuz yaşantılarınız varsa, size yeniden olumsuz deneyimler yaşatacak insanları da hayatınıza çekebiliyorsunuz. Seçimlerinizde bazen geçmişteki olumsuz yaşantıları tekrar tekrar üretecek türden ilişkilere sürükleyebiliyorsunuz kendinizi. Kimlerle karşılaştığınız ve kimleri içinize aldığınız önem taşıyor. Tabii seçimlerimiz büyük ölçüde bilinçdışı olarak gerçekleşiyor. Ancak olumlu bir temas olduğunda tabii ki her zaman umut var.

Cezaevindeki suça itilmiş çocuklar için de her zaman bir umut var o zaman?

Kesinlikle. Kriminalize etmeden, patolojize etmeden, çocuğun güçlü yanlarını ortaya çıkararak, güçlü yanlarına odaklanarak onunla insancıl güvene dayalı ilişkiler kurmak gerekiyor. Bu nedenle alanda çalışanların bazıları, suça itilmiş çocuklar için “rehabilitasyon”u kullanıyor mesela ve reddediliyor. Kimi “düzeltme”yi (correction) kullanıyor ve reddediliyor. Bir grup da diyor ki “yeniden eğitim”. Eğer siz bu fırsatları yaratırsanız yani patolojize etmez, “ben onu iyileştireceğim, düzelteceğim” bakış açısıyla yaklaşmazsanız çocuğa, bir şeyler değişir. Yeniden eğitimle, birtakım olanakların sunulmasıyla hakikaten çocuğun bunlara ne kadar hızlı yanıt verebildiğini görebiliyorsunuz. Çünkü hiç kimse bu olumlu ilişkilere kolay kolay hayır diyemiyor.

 Burada önemli olan gerçekten istemek, gerçekten el uzatmak ve samimiyet belki de. Öğretmenlik ya da doktorluk “taslamadan” el uzatmak…

Evet, ayrıca “ben sana yardım ediyorum” diye de değil. Bizim çalışmalarımızda eğitim ve süpervizyon çok önemli. Bu alana girecek olan öğrencilerimizin ya da alanda çalışacak olan insanların, bunun farkındalığıyla insana yaklaşmaları gerekiyor. Çünkü ilgilerinin odağına hem beraber çalıştıkları genci ya da çocuğu hem de kendilerini almaları gerekiyor. Kimin ihtiyacına cevap veriyorum? Kendi ihtiyacıma mı, onun ihtiyacına mı? Kendi merakımı gidermek için mi uğraşıyorum yoksa karşımdaki kişinin merakını canlandırmak üzere, onun meramını samimi ve şefkatli bir ilgiyle keşfetmek üzere mi yaklaşıyorum? O yüzden de süpervizyonlarda bunların çokça tartışılması, çokça konuşulması gerekiyor. Bu ilginin samimi olması için de belli kurallara ihtiyacımız var. Peki nedir bu kurallar? Örneğin arkadaşça davranılması ama arkadaş olunmaması, sosyal medya hesaplarının paylaşılmaması, telefon numaralarının alınıp verilmemesi, görüşmenin belli bir saatte başlaması ve belli bir saatte bitmesi. Bütün bunlar işi mekanikleştirmiyor ya da içtenliksiz bir hale getirmiyor; tersine tutarlı, öngörülebilir, çerçevesi belli olan bir ilişkinin kurulmasını sağlıyor. Zaten kısa süre içerisinde kuralları çocuklar da benimsiyorlar ve bu kurallar onlar için çok rahatlatıcı oluyor. Örneğin yeni gelen çocuklara, diğer çocuklar “bunlar SOYAÇ kuralları” diyor. Çünkü hepimizin öngörebileceğimiz bir dünyaya ihtiyacımız var. Bu kurallar da bize bunu sağlıyor işte. Sınırlar meselesi, üzerinde çokça düşündüğümüz konulardan bir tanesi.

Devlete düşen görevler nelerdir, devlet ne yapabilir bu konuda?

Devlet bir şeyler yapıyor ve bunlar iyi niyetli çabalar. Elbette iyi niyet çok önemli ama yeterli değil. Sadece iyi niyetli çabalar olması, sadece iyi niyete dayanması sürdürülebilir olmasını engelliyor. Bu alanda çalışan insanların hızla alanı terk etmelerine, inançlarını yitirmelerine, travmatize olmalarına ve çalıştıkları grubu da travmatize etmelerine neden oluyor. İyi niyetli çabalar, beraberinde profesyonelliği barındırmadığında, yani alanda çalışan insanlar belli bir donanıma, profesyonel birikime sahip olmadığında ve profesyonel yaşamlarında düzenli olarak eğitimlerle, süpervizyonlarla duygusal ve sosyal olarak desteklenmediklerinde, alan zor olduğu için inançlarını yitiriyorlar. Ardından da yaptıkları işi anlamsız bulmaya ve tükenmişlik yaşamaya başlıyorlar. Dolayısıyla bu meselenin çok ciddiye alınması gerek. Dünyada bu alanda başarılı olmuş çalışmalara kulak vermek gerek. Sadece ülke içindeki örnek modellerle değil, dünyada neler yapılıyor ona bakılması ve ortaklaşa, birlikte düşünülmesi gerek. Hatta bu işe daha anne adayı hamilelik sürecindeyken başlanması şart. Aile hekimlerinin ve anne adaylarının hamilelik döneminde bunun farkında olmaları gerek: bebeklerin ve annelerin sadece beden sağlıklarının değil, ruh sağlıklarının da çok önemli olduğunun bilincinde olarak hareket etmeleri gerek. Hemşirelerden doktorlara ve çocuk sağlığı uzmanlarına kadar herkeste bu konuda bir farkındalığın olması gerek. Öte yandan okullara gerçekten çok iş düşüyor. Çünkü aile içinde ihmalin, istismarın olduğu durumlarda, aile ortamının çocuk için koruyucu, kollayıcı, geliştirici, büyütücü değil, zarar verici olduğu durumlarda bunu en iyi yakalayabilecek merciler okullar/öğretmenler olabilir, aile hekimi olabilir, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve ilgili kurumları olabilir. Onların, risk altındaki aileyi çok önceden belirleyip, aileye düzenli ziyaretler yapmaları, aileyi izlemeleri gerekiyor. Çocuklar okula başladıktan sonra da okulların sadece kendilerine tutunmayı başarmış olan çocuklarla ilerlemeleri değil, özellikle tutunmakta zorlanan çocukları tespit edip onlara el uzatmaları kesinlikle desteklemeleri gerekiyor. Fakat uygulamada bunun tam tersini görüyoruz. Hemen hemen bütün eğitim kurumları tam tersi bir durum söz konusu. Örneğin özel okullarda ne yapılıyor? Çocuğu seçiyorlar, veliyi seçiyorlar ve diyorlar ki “bana hiç engel çıkarmayacak olan çocukları ve aileleri istiyorum”. Aynı şeyi devlet okulları da istiyor. Zorlandığı anda da “güle güle” diyor. Matematik, Türkçe’nin sadece bir sonuç olduğunu bilmek gerek. Özellikle duygusal ve sosyal öğrenme için güvenli bir okul ortamı yaratılması gerektiğini, bilgilerin bir şekilde biriktirilebileceğini unutmamak gerekiyor. O insancıl ortama öğretmenin de çok ihtiyacı var aslında. Yoksa öğretmen de okula “otistik” bir ruh haliyle, kapalı bir bilinçle gidiyor. “Mekanik bir şekilde bilgiyi veririm, alan alır, almayana hoşça kal” diye düşünüyor. Bu aslında öğretmenin de hayatının niteliğini etkiliyor. Öğrencileri ile bağlar kurmadan sadece kendisini bilgi aktarıcı olarak konumlayan bir öğretmen, zamanla yabancılaşacak ve tükenmişlik yaşayacaktır.

Voltaire’e “İnsan hakları için ne yapabiliriz?” diye sorulduğunda “İnsanların bilmesini sağlayın” dediği söylenir. Çok küçük yaşlardan itibaren önce ailede, ardından anasınıfından başlayarak devam eden eğitim hayatı boyunca, insan hakları bilgisine ve kendi haklarının bilgisine sahip çocuklar yetiştirmek, yeryüzündeki sorunların çözülmesine biraz olsun katkı sağlayacaktır diye düşünüyorum. Ne dersiniz?

Elbette, çünkü hakların içselleştirilmesi de zaten böyle başlıyor. Sözünü ettiğimiz özsaygı, özdeğer hep buralarda yatıyor: Beni ciddiye alacaksın, beni önemseyeceksin, haklarıyla beni bir birey olarak göreceksin ki ben de bunu içselleştireyim. Sosyal-duygusal öğrenme üzerine çok konuşuluyor şu sıra. Çocuk sosyal-duygusal olarak kendi haklarını nasıl öğrenebilir? Bunu oturup da dikte edemezsiniz. Ancak bunu deneyimlemesini sağlayabilirsiniz, yani eylem ve davranışlarınızla, insanlarla kurduğunuz ilişkilerde bunu gözlemlemesini sağlayabilirsiniz. Çocuk hem etrafındaki insanların ilişkilerinde bunu görmeli, gözlemlemeli hem de kendisiyle olan ilişkisinde deneyimlemeli. Yoksa bu, çocuğu bir sınıfa oturtup “senin hakların şunlar şunlar. Arkadaşlarına nazik, saygılı, kibar davranmalısın” demekle olmaz. Baba, anneye böyle davranmalı; anne, babaya böyle davranmalı. Ayrıca anne, baba ve öğretmen çocuğa böyle davranmalı. Değerler eğitimi çok önemli bir konu. Örneğin saygıdan neyi anlıyoruz? Çoğu insan saygıdan itaat etmeyi anlıyor. Çocuk itaat etmezse saygısızın biri oluyor. Dolayısıyla değerlerin tekrar gözden geçirilmesi, öğretmenlerin, öğrencilerin kendileriyle olan iletişimlerinde yaşadıkları sorunları kişisel algılamamaları ve “sen beni ağlatamazsın, ben yetişkinim, üç yaşında kırılgan bir kız çocuğu değilim” diyebilmeleri gerek. O yetişkin soğukkanlılığında, yetişkin duyarlılığında/anlayışında olmak gerek. “Bana nasıl saygısızlık yaparsın?” demek yerine “Acaba bütün bu hırçınlıklarla bu çocuk bana ne anlatmak istiyor?” diye düşünmek gerek. Ama bir öğretmenin bunu yapabilmesi için, içinde yaşadığı toplum tarafından öğretmene değer verilmesi gerek. Finlandiya’da bir toplantıya katılmıştık ve orada şunu gördük: öğretmen o toplumda çok saygın bir statüye sahiptir ve geliri iyidir. Nereye giderseniz gidin −köy olabilir, şehir merkezi olabilir− eğitimin niteliği aynıdır. “Neden burada eğitim çok iyi?” diye sorduğumuzda dediler ki “Bizde bir söz vardır: az olan çoktur. Örneğin çocuklar okuma yazma öğrenmeye daha geç başlarlar, daha az süre okulda kalırlar, çok az ödevleri vardır, çokça dışarıda oynarlar.” Evet, az olan çoktur. Dolayısıyla çocukların daha az ödeve ve çokça dışarıda oynamaya ihtiyacı var.

Her gün önünden geçip gittiğimiz, göz göze gelmekten kaçındığımız, görmezden geldiğimiz mendil satan, araba camı silen ya da dilendirilen, sokakta yaşayan, madde kullanan çocuklar için bireysel olarak neler yapabiliriz? Sokaktaki çocuklar için tek tek kişiler olarak yapabileceğimiz bir şeyler var mı?

Ben bu soruyu birçok defa çocuklara sordum ve hep şöyle cevaplar aldım: “Kafamızı okşasınlar, nazik davransınlar ve sokakların kötü olduğunu bize anlatsınlar. Kötü muamele yapmasınlar”. En basitinden “merhaba” diyerek temas etmek gerekiyor bu çocuklara. Onlara kendilerini değerli hissettirmek gerekiyor. Örneğin ben sokakta çocukların sattığı bir şeyi almıyorum ve almayacağımı ona uygun bir dille söylüyorum. Bir şeyler satarak sokakta olmasının onun için çok tehlikeli olduğunu, bir sürü riskleri olduğunu, anlayacağı bir dille ona anlatmaya çalışıyorum. Polise haber vermek, 183’e haber vermek ya da bu hizmetleri veren kurumlara gitmek, gönüllü hizmetler yapmak da bir seçenek olabilir. Fakat burada gerçekçi olmak önemli: “Gönüllülük için benim ne kadar zamanım var ve ne kadar süreyle bunu yapabilirim?” sorusunu sormanız gerekiyor kendinize. Çünkü bunun sadece bir hevesle başlamaması şart. Sadece bir heves ve iyi niyetle başladığında şöyle bitebilme riski var: “Bu iş çok zor bir iş, zaten ne yaparsan yap bir işe yaramayacak. Üstelik bu çocuklar da bunu hak ediyorlar. Çünkü ben ona o kadar iyi davrandım, ama o bana küfretti”. Mahalle örgütlenmeleri olabilir, esnaf kendi içinde bunu gündemine alabilir ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın devreye girmesini sağlayabilirler. Çocukların önüne birazcık yemek verip karnını doyurmaktan söz etmiyorum. Dolayısıyla bütün bu sivil girişimler çok kıymetli, çok önemli. Esnafın bir araya gelmesi, belediyelerin ve insanları örgütlemesi, sokakların daha güvenli bir yer olması, insanların çocukları umursaması, bütün bunları yaparken gerçekçi adımlarla ilerlemesi şart. “Benim bu küçücük çabamla ne olacak ki?” diye düşünmemek, hiçbir çabayı azımsamamak gerektiği unutulmamalı. Örneğin bir annenin, okulda uyum sorunu yaşayan çocuğunun okuldan atılmaması için uğraşmak yerine, okulun herkes için güvenli bir ortam olması için çalışması çok önemli bir çabadır. Öğretmenlerin, muhtarların, mahallelinin ve tek tek herkesin yapacağı bir şey mutlaka vardır. En önemlisi de yapılabilecek olan şeyler bir dayanışma içinde yapılabilir. Bu dayanışmanın yollarını aramak çok önemli. Bu konuda gayretli çabaları olan sivil toplum örgütleri var ve buralarla bağlar kurulabilir.

Çocukların uğradığı şiddet, cinsel taciz, ensest gibi türlü kötülükler karşısında neden ve nasıl bu kadar sessiz kalabiliyor, kör olabiliyoruz? Söz konusu olan çocuk olduğunda neden koca bir çığlık yükselmiyor?

Evet, çocuğa yapılan kötülüklere perdenin arkasından bakıyoruz. Aslında çocukların dünyasına ait bir şeyden konuşuyor olduğumuzu zannetsek de yetişkin dünyasına ait olan bir şeyden söz ediyoruz. Yetişkinler bu konuda kendi sorumluluklarıyla yüzleşmek istemiyorlar. Görmezden gelmenin artık en uç boyutlarından bir tanesi bu. Görmezden gelmek, yok saymak, önemsizleştirmeye çalışmak… Bütün bunlara rağmen devam etmek gerekiyor. Peki insan nasıl devam edecek? Devam edebilmek için ve yaşam doyumumuz için “anlam” meselesi çok önemli. Anlamını yitirmek çok fena bir şey. Oysa o anlam duygusunu canlı tutabilmek için kendi mikro yaşamlarımızda elimizden geleni yapmamız ve yaptığımız şeyleri küçümsemememiz gerekiyor. Kibirden söz etmiyorum elbette. Ama küçümsememek, yapmaya devam etmek, anlam ve sürece kıymet vermek önemli olan.

Sokakta yaşayan çocukların her şeyden önce duygusal ve sosyal açıdan desteklenmeleri gerekiyor. Sokakta yaşayan çocuğun bu konularda desteklenebilmesi için öncelikle karşısındaki kişi ya da kişilere güvenmesi, inanması gerekiyor sanırım. Bu güven ilişkisi nasıl sağlanıyor?

Bu çok zor, çünkü çocukların sokakta olma nedeni, önce evde sonra da okulda maruz kaldıkları olumsuz yaşantılar. Yoksulluk ise çocuğun sokakta olmasını daha da kolaylaştıran bir neden. Yoksulluk çok önemli bir faktör ama asıl neden değil. O nedenle de her yoksulun çocuğu sokakta değil. Sokakta olan çocukların tamamının bir ortak özelliği var: kötü muamele görmüş olmaları. Kötü muamele gördüyseniz herkesten kötü muamele beklersiniz. Bu durumda çocuk şöyle düşünür ve hisseder: “Senden kötülük bekliyorum. Senden bana sadece kötülük gelebilir. Çünkü ben böyle öğrendim: insanlar kötülük yaparlar. Dolayısıyla ben sana güvenmeyeceğim. Seni hep test edeceğim ve senin bana kötü davranmanı sağlayacak şekilde davranacağım. Çünkü ben böyle bir ilişki örüntüsüne sahibim. Bugün iyi olabilirim seninle ama yarın beni bulamayabilirsin söz verdiğimiz yerde. Bir daha hiç yapmayacağımın sözünü verebilirim ama bambaşka bir şey yaparken bulabilirsin beni. Seni hayal kırıklığına uğratabilirim ve her defasında bilinçdışı olarak seni test ederim. Bakalım bana dayanacak mısın, bana katlanacak mısın? Ama benim beklentim şudur: bana katlanmamandır, çünkü ben böyle öğrendim”. Dolayısıyla çocukla güven ilişkisi kurmak isteyen, buna talip olan insanların çok iyi desteklenmeleri gerek. Ayrıca bu ilişkinin sınırlarının çok iyi çizilmesi gerek ve alanda çalışan insanların ruhsal olarak desteklenmeleri de şart. Çünkü bu, sıklıkla insana kendini yetersiz, çaresiz hissettiren bir duygu ve kişinin bu duyguyla başa çıkması lazım. Ortalama vatandaşın sokaktaki çocuğa “bugün sana yemek yediririm, seni giydiririm” demesi, ona kötülük yapmak demektir. Bu yardımın ne kadar sürdürülebilir olduğunu düşünerek hareket etmeli insan? Bir defalık mı, bir aylık mı, iki aylık mı? Ne kadar sürdürebilirsiniz? An gelir “o gün keyfim çok yerindeydi ve bütün günümü onunla geçirdim. Ama onu bir daha görmek istemiyorum artık” diyebilir insan. Dolayısıyla bu tür girişimler çocuk için de çok zarar verici olabiliyor. Güven ilişkisinin kurulmasında, buna gönüllü olan insanların önce kendilerine karşı dürüst olmaları gerek. “Ne kadar zaman ayırabileceğim ve ne kadar sürdürebileceğim?” diye kendilerine mutlaka sormaları gerekiyor.

 Bugün Türkiye’deki çocuk işçi sayısı iki milyon. Ayrıca çalışırken ölen çocukların sayısı da her geçen gün artıyor. Çocuk işçi çalıştırmak suç, ancak neden bunun önüne geçilemiyor? Bu sorun nasıl aşılabilir?

Mesleki eğitim merkezleri var, yani çıraklık okulları. Bu okullar çok zor bir durumda. Çünkü çocuk çıraklık okuluna haftanın bir günü geliyor, altı gün çalışıyor. Devlet, çıraklık okuluna giden çocukların sigortasını yapıyor. Çocuklar bir gün teori dersi görüyor, diğer altı günde pratik yapıyor. Bu merkezlerde çalışan biri “Bunun adı modern kölelik” demişti. Çünkü iş yeri sahibi “ben çırak aldım” diyor; sigortasını ödemesine gerek yok! Çırak olduğu için belli bir maaş ya veriyor ya vermiyor. Ama bizim gördüğümüz örneklerde günde 10 TL’ye çalışan çocuklar bile var. Sadece bahşiş için çalışan çocuklar gördük. Çok erken saatte işe gidiyor, geç saatlere kadar çalışıyorlar. Ne yazık ki iş verenler, çocuk işçiyi tercih ediyor ve isterse dövebiliyor, sövebiliyor, ona nazını geçiriyor. SOYAÇ olarak bizim karşılaştığımız ve birlikte çalıştığımız aileler o kadar fakir, o kadar yoksul ki. Ben şöyle örnekler biliyorum: Çok kalabalık bir aile ve eve para getiren, ailedeki tek bir çocuk/genç. Evin tek para getiren bireyi o. Bu çocuğun büyürken beden ve ruh sağlığının gelişebilmesi için bazı şeylere ihtiyacı var. Uzun saatler çalıştığında örselenerek büyüyor çocuk, insanca muamele görmüyor. Çocukların okulda, örgün eğitimin içinde olmaları gerekiyor. Böylesi bir çıraklık sistemi, çok iyi denetlenmediği sürece, çalışma süreleri ayarlanmadığı sürece, ustalar takip edilmediği sürece çocuklara zarar veriyor.

Sokakta yaşayan çocukların eğitim hakları da ellerinden alınmış oluyor. Okul terkinin önlenmesi için neler yapılması gerekiyor ve yapılıyor?

Çocuklar Haziran’ın ortasında okula veda ediyor ve tatile çıkıyorlar. Sistem şöyle işliyor: Çocuklar tatile çıkınca öğretmenler iki hafta daha okula hizmet içi eğitim almak için gidiyorlar. Eylül’ün ortasında çocuklar tekrar okula geri dönüyorlar. Ama öğretmenleri Eylül ayının başında okula hizmet içi eğitim almak için gitmeye başlıyor. Uygulamada ise bu dönemlerin etkili bir şekilde değerlendirilmediğini görüyoruz. Okul terkinin önlenmesi için, okul terki oranlarının yüksek olduğu okulların takip edilmesi gerekiyor. Okul terkinin önlenmesinde öğretmenlerin çok büyük sorumlulukları olduğunun unutulmaması gerekiyor. Aslında formasyon eğitimlerinden işe başlamak, öğretmen eğitimlerine çok ciddi şekilde önem vermek gerekiyor. Okulların dışlayıcı değil, kapsayıcı bir ortama dönüşmesi bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. Eğitimcilerin liyakatle öğretmen olmaları gerekiyor.

Muğla İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliği ile Avrupa Birliği’nin desteğinde Erasmus+ K3 “Nitelikli ve Etkili Eğitimin Anahtarı-Empatik ve Destekleyici Öğretmenler (EMPAQT)” projesini gerçekleştirdik. Okul terki riski ile karşı karşıya olan öğrencilerin okul ortamında desteklenmelerini amaçlayan proje kapsamında, öğretmenlerin risk altındaki öğrencilerinin psikososyal gereksinimlerini karşılayabilmeleri için öğretmen eğitim programını hazırladık. Türkiye’nin yanı sıra İtalya, Malta, Bulgaristan ve Romanya’nın ortak olduğu proje kapsamında geliştirilen öğretmen eğitim programının pilot uygulamasını Muğla İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliği ile Muğla’da yaptık. Eğitimin sonunda yapılan değerlendirme toplantısında, öğretmenler bir haftalık eğitimin kendileri için umut verici, motivasyon artırıcı olduğunu, bu eğitimi tüm okul idarecileri ve öğretmenlerin alması gerektiğini söylediler. Eğitime katılan bazı öğretmenler ise eğitimin uzun meslek yaşamlarında katıldıkları en iyi eğitim olduğunu belirtmişlerdi. Şimdi bu eğitimin yaygınlaştırılması için çalışmalar yürütüyoruz.

SOYAÇ, ulaştığı çocukların çoğunun, yeniden sokağa dönmesini engellemeyi başarmış bir merkez olarak karşımızda duruyor. Bu da çok umut verici: demek ki bir şeyler yapılırsa sonuç alınıyor, öyle değil mi?

SOYAÇ’ın Uluslararası Sokak Çocukları Koalisyonu’nda olması, dünyadaki çok önemli akademisyenlerle, alandaki kişilerle işbirliği yapmamızı sağladı. Bütün projelerimizin sonuçları saygın bilimsel dergilerde yayın haline geldi. Uygulamalarımızı geliştirmeye çalışıyoruz.  Çok yeni Maltepe Üniversitesi Beden Psikoterapisi Sertifikalı Klinik Psikoloji Tezli Yüksek Lisans Programını The East London NHS Foundation Trust (ELFT, UK) işbirliğiyle geliştirdik. Bu program, Türkiye’de beden psikoterapisi alanında yüksek lisans düzeyinde ilk eğitim programı. Programın geliştirilmesinde büyük katkısı olan Prof. Dr. Amara Renate Eckert, 2014 yılından buyama SOYAÇ tarafından yürütülen uygulama ve araştırma projelerine eğitim ve süpervizyon desteği vermektedir. Yüksek lisans programının ikinci yılında öğrenciler disiplinlerarası bir ekip içinde, toplum merkezli SOYAÇ projelerinde çalışıp, programda öğrendikleri uygulamalı ve kuramsal bilgiyi gerçek yaşama aktarabileceklerdir.

SOYAÇ’ta üniversite öğrencilerinin olması ve bu öğrencilerin eğitimlerle desteklenmeleri, süpervizyon almaları önemli. Üniversitenin pek çok farklı bölümü var ve bilgisayar bölümü, resim bölümü gibi birçok bölüm buraya destek veriyor. Uygulamalarımız psikanalitik ve sosyokültürel kurama dayanıyor. Biz hocalar olarak öğrencilerle birlikte alanda bulunuyoruz. Öğrencilerle hocalar arasında hiyerarşinin olmadığı, eş düzey ilişkilerin kurulduğu, ekip ruhunun esas olduğu herkesin güçlü yanlarına dayanan bir ilişki kurmaya çalışıyoruz. Üniversite öğrencisi, çocukla/gençle buluşacağı zaman zihnini evde bırakmadan bu buluşmaya hazır olarak gelmeli. Öğrencilerimiz SOYAÇ’ta toplumda çalışmayı deneyimliyorlar. Bu onlara sorgulamanın yolunu açıyor ve onları sosyal meselelere duyarlı biri yapıyor. Bir taraftan topluma hizmet ederken bir taraftan da mesleki deneyim kazanıyorlar.

 

Etiketler

İlgili Yazılar

Tüm Haberler