“Sivil Toplumdan Uzak İnsan Hakları Avukatlığı Düşünülemez”

Batman'da uzun yıllardır insan hakları savunuculuğu yapan Avukat Erkan Şenses, insan hakları savunuculuğu/avukatlığı ile sivil toplum arasında simbiyotik bir ilişki olduğunu belirterek, "Sivil toplumdan uzak bir insan hakları savunusu/avukatlığı düşünülemez, ancak insan hakları savunucusu/avukatı olmadan da insan hakları alanında faaliyet gösteren bir sivil toplum örgütü faaliyet alanında başarılı olamaz" diyor.

5 Nisan Avukatlar Günü’nde insan hakları savunucusu Avukat Erkan Şenses ile avukatlık mesleği ve insan hakları savunuculuğunun birbirini kesiştiren yönlerini ve kendi tabiriyle simbiyotik ilişkisini deneyimleri üzerinden konuştuk.

Sizi tanıyalım. Erkan Şenses kimdir?

Batman’da doğdum. İlköğrenim ve liseyi Batman’da tamamladıktan sonra 2006 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldum. 2011 Yılında ise Marmara Üniversitesi’nde kamu hukuku alanında yüksek lisans yaptım. Avukatlık stajımın bir kısmını sonraki meslek hayatımı büyük ölçüde şekillendirecek Av. Tahir Elçi’nin yanında yaptım. 2009 Yılından beri Batman’da serbest avukatlık yapmaktayım. 2014-2016 Yılları arasında Batman Barosu genel sekreterliği, 2016-2018 yılları arasında ise Batman Barosu yönetim kurulu üyeliği görevinde bulundum. Halihazırda ise Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi yönetim kurulu üyeliği ile Türkiye Barolar Birliği CMK Komisyonu Yürütme Kurulu üyeliği görevlerini sürdürüyorum. İnsan hakları alanında faaliyet gösteren dernek ve organizasyonlarla işbirliği içinde insan hakları alanında avukatlık yapmaya devam ediyorum.

Avukat olmaya karar verme süreçleriniz ve bu yöndeki motivasyonunuz neydi?

Avukat olmaya lise birinci sınıfta karar verdim. Avukatlığın devletin amir-memur ilişkisi içinde olmayan bir meslek oluşunu daha o dönemden tespit etmiştim. Bu nedenle avukatlık mesleği benim için cazip bir meslek haline geldi. Tabi o sıralarda insan hakları bilincim çok gelişmemiş olsa da avukatlığın toplum yararına sunulabilecek bir meslek olduğunun bilincindeydim.

Bir grup avukat sokağa çıkma yasakları ve güvenlik operasyonlarının yürütülme şekline ilişkin Anayasa Mahkemesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvurularda bulundu. Özellikle Strazburg’da 13 Kasım 2018 tarihinde yapılan duruşma bu ısrarlı takibin bir sonucuydu. AİHM, iç hukuk yollarını tüketmediğimizden başvuruları kabul edilemez bulsa da sokağa çıkma yasakları ve güvenlik operasyonlarına yönelik şikayetlerin duruşmada tartışılması çok önemli bir nokta ve insan hakları tarihine düşülen bir kayıttır.

Avukatlığın insan hakları savunucusu olma halini ve insan hakları hukukçuluğunu sizden dinlemek istiyorum. hak savunuculuğu ve sivil toplum ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsan hakları savunuculuğu ve bu kapsamda avukatlığı zor ve meşakkatli bir iştir. Hele çeyrek yüzyılda coğrafyamızın ağır insan hakları ihlallerine tanık olması; zorla kaybetme, infaz, köy yakma ve işkence gibi suçlardan sorumlu tutulan kamu görevlilerinin ya hiç yargılanmaması ya da güçlükle açılan davalardan da beraat ettiği bir iklim söz konusuysa avukatlık daha da meşakkatli bir hal alır. Özellikle 2015 yılında başlayan sokağa çıkma yasakları sırasında kent içinde ağır silahlarla yürütülen güvenlik operasyonları ve bu çerçevede yaşanan çatışmalar arasında kalan sivil insanların maruz kaldıkları ağır hak ihlalleri insan hakları avukatlarına büyük bir misyon yüklemiştir.

Av. Tahir Elçi’nin Sur’daki çatışmalar sırasında tahrip olan Dört Ayaklı Minare dibinde yaptığı basın açıklaması sonrası katledilmesi sivil toplum örgütlerine yönelik susturma politikasının büyük bir parçasıydı. Bunda kısmen başarılı da olundu, çünkü Tahir Elçi’den sonra sokağa çıkma yasakları ve güvenlik operasyonlarına karşı sivil toplumun sesi daha cılız çıkmaya başladı.

Ancak sivil toplumun aksine o dönem benim de içinde bulunduğum bir grup avukat sokağa çıkma yasakları ve güvenlik operasyonlarının yürütülme şekline ilişkin Anayasa Mahkemesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvurularda bulundu. Özellikle Strazburg’da 13 Kasım 2018 tarihinde yapılan duruşma bu ısrarlı takibin bir sonucuydu. AİHM, iç hukuk yollarını tüketmediğimizden başvuruları kabul edilemez bulsa da sokağa çıkma yasakları ve güvenlik operasyonlarına yönelik şikayetlerin duruşmada tartışılması çok önemli bir nokta ve insan hakları tarihine düşülen bir kayıttır.

Ofisine kapanan ve toplumdan, sivil toplumdan uzak bir avukat istese de insan hakları savunucusu/avukatı olamaz, soruda değindiğiniz insan hakları hukukçusu olabilir ancak. Kendi açımdan cevap verecek olursam şimdiye kadar Batman Barosu, Türkiye Barolar Birliği, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Uluslararası Af Örgütü ve İHOP gibi meslek kurulu/sivil toplum örgütleriyle birlikte çalıştım veya bu örgütlerin raporlarını başvurularımda kullandım. Bu durum mesleki ve entelektüel açıdan beni epey geliştirdi. İnsan hakları savunuculuğu/avukatlığı ile sivil toplum arasında simbiyotik bir ilişki vardır diyebiliriz. Yani sivil toplumdan uzak bir insan hakları savunusu/avukatlığı düşünülemez, ancak insan hakları savunucusu/avukatı olmadan da insan hakları alanında faaliyet gösteren bir sivil toplum örgütü faaliyet alanında başarılı olamaz. Çünkü çoğu zaman sahayla ilişkisini salt avukatlar üzerinden kurmaktadır bu örgütler.

Mesleki faaliyetleri nedeniyle avukatlar hedef haline getirilebiliyor ve avukatları koruyan bir mekanizma da mevcut değil. Bu durum, toplumun hakkını/hukukunu savunan avukatları ‘daha korunaklı’ alanlarda avukatlık yapmaya itebiliyor. Böyle bir durum ise ülkedeki hak arama özgürlüğünün ortadan kalkmasına neden olacağından avukatların mesleki faaliyetlerini yürütürken daha çok güvenceye sahip olması gerekiyor.

OHAL sürecinden beri birçok avukat mesleki faaliyetlerini yaptığı iddiasıyla yargılanıyor. Hatta siyasi davalarda savunma yapan  ”muhalif” avukatlar adliyelerde kötü muameleyle karşılaştıklarını söylüyorlar. gerek TBB gerek kendi baroları tarafından yalnızlaştırıldıklarını ve bir iç dayanışmanın eksikliğinden bahsede bilir miyiz?

Soruya sondan başlayarak yanıt vereyim. Evet, maalesef avukatlar yalnızlaştı. En son ÇHDli avukatlar davasında bariz hukuka aykırılıklar yaşandı. Barolar bu süreçte sadece basın açıklaması yapmakla yetindiler. Türkiye gibi bağımsız ve tarafsız yargılama güvencelerinin varlığının şüpheli olduğu ülkelerde basın açıklamasından daha çok şey yapmak gerektiği kanaatindeyim. Mesleki faaliyetleri nedeniyle avukatlar hedef haline getirilebiliyor ve avukatları koruyan bir mekanizma da mevcut değil. Bu durum, toplumun hakkını/hukukunu savunan avukatları ‘daha korunaklı’ alanlarda avukatlık yapmaya itebiliyor. Böyle bir durum ise ülkedeki hak arama özgürlüğünün ortadan kalkmasına neden olacağından avukatların mesleki faaliyetlerini yürütürken daha çok güvenceye sahip olması gerekiyor. Bu konuda BM’nin Avukatların Rolüne Dair Havana İlkeleri var olsa da ilkelerin korunması için de bir mekanizmanın varlığı şart.

Barolarda durumlar nasıl? Avukatların mesleki deneyimlerinde değişen neler neler var?

Avukatların kendilerini daha güvenceli hissetmesi hukuki olduğu kadar mali yönden de sağlanmalıdır. Ancak Barolarda halihazırda avukat sayısında yaşanan artış bu durumun sağlanmasına engel olmaktadır. Bugün Türkiye’de üniversite bitirdikten sonra sınava girilmeden yapılabilecek yegane meslek avukatlıktır. Siyasal iktidarın yeni hukuk fakülteleri kurulmasına, mevcut hukuk fakültelerinin kontenjanlarının ise arttırılmasına izin vermeye devam etmesi birkaç yıl sonra avukatlığın iflası noktasına yol açacaktır. Mesleğe yeni başlayan avukatların geçim sıkıntısı çekmesi ise mesleki deneyimlerini de etkilemektedir. Çalışan avukat kurumunun ihdasına yol açan bu süreçte artık avukatlar kendi ofisini açmak yerine başka bir meslektaşının yanında ücret mukabilinde çalışmaktadır.

 Avukatlığın mesleki itibarını korumak için ne tür tedbirler alınmalı?

Ben mesleklerin değil şahısların itibarı olduğuna inanırım. Mesleki itibardan kastınız avukatların daha güvenceli bir çalışma iklime sahip olması ise bu hususta yeni hukuk fakülteleri kurulmaması, mevcut hukuk fakültelerinde kontenjanların azaltılması, avukatlık sınavının halihazırdaki avukatları da kapsayacak biçimde herkes için getirilmesi, avukatların hiçbir baskı, engelleme veya tacize maruz kalmadan mesleki faaliyetlerini sürdürmesinin sağlanması gerekir. Zira güvencesiz avukat, hak arama özgürlüğünün gereği gibi kullanılmamasına yol açacağından böylesi bir sonucun da hukuk devleti iddiası olan bir devlet açısından kabul edilemez olması gerekir.