“Yer”siz Olma ve İstanbul’da ‘Tekasür’ Krizi…

31 Mart 2019 yerel seçimlere sayılı günler kala Sivil Sayfalar’da yerel yönetimler üzerine sıkça söyleşilere yer vereceğiz. Bu söyleşilerden birini İslami sivil toplumdan Mustafa İslamoğlu ile gerçekleştirdik. İslamoğlu’na şehir yaşamı, İstanbul ve İstanbul’u yönetmeye aday olanlarla ilgili görüşlerini sorduk.

Nasıl bir şehir tahayyülünüz var? Bugün yaşadığımız şehirlerin sorunları neler?

İstisnalar kaideyi bozmaz kuralını hep elde var bir olarak söyleyelim: Maalesef bizde şehir yok edildi. Bizde kasaba bozması insan depolama alanları var. Gittiği yeri çölleştiren cahiliye bedevisinin yaşadığı badiyeye dönüştürdük şehirleri. Kendimiz şehirlileşmek yerine, şehri kendimize benzettik. Nedeni açık: bizde “yer” bilinci çok zayıf. Zihniyet olarak mekansızız. Yer bilinci şehri oluşturan şey. Kitabı Kur’an olan bir toplumun yer bilincinin olmaması beni çok şaşırtıyor. Kur’an mekan bilinci olmayan bedeviyi “nankörlükte zirve” olarak niteler. Şu halde “medine” yani şehir, yer bilinci olanların ve hukuku her şeyin üstünde tutanların –ki şehir anlamına gelen Medine ‘hakim’ anlamına gelen bir ‘deyyan’a sahip olan yerleşim birimi demektir- mekanıdır.

Bu göçerlik kültürü ile mi alakalı?

Sanırım. Bedevi çölün göçerine denir. Anadolu etnisitesi, hem etnik açıdan hem sosyolojik açıdan, hem de teolojik açıdan göçer ve göçmen toplumlar mozaiğidir. Etnik olarak Asya steplerinden gelmiş, bir türlü göçerlik psikozunu atamamış. Çöpünü, yediği ve içtiği yerde bırakması bunun bir sonucu. Sigara tiryakisi, ama arabasının küllüğü pırıl pırıl. 10 yıllık, 20 yıllık arabasının küllüğüne bir tane sigara çırpmamış.

Bir anlamda atı gibi mi arabası?

Evet, onun algısında araba etnik köken olarak at, kültürel köken olarak deve. Yaptığı gecekondular, ruhsatsız binalar ve katlar da çadır. Hepsinin arka planında yersizlik var. Kamusal alan fikri gelişmemiş. Boş bulduğu her yere sahip olmaya kalkıyor. Boşluk diye bir şey var zihninde. Bunu bir kul hakkı olarak da görmüyor. Dini de kendine benzetmiş. Asıl sebep din algısındaki yamulma. Ona içeriksiz bir kimlik ve mensubiyet karşılığında emeksiz cennet vaat edilmiş. Yani cennete gecekondu mantığıyla konmuş, dünyada onu kim tutar? Bu zihniyet şehirlileşmenin önündeki en büyük engel. Bu coğrafyada tüm sorunlar, sorunlu din algısından beslenirler.

Şöyle bir şey: kendisi İstanbul’a göç etmiş, 20, 30, 40 yıldır burada yaşıyor. Çocuğu İstanbul doğumlu. Ekmeğini burada kazanıyor, fakat “İstanbulluyum” diyemiyor. Niye? Çünkü zihin taşrada kalmış. Hazine arazisine apartmanlar dikip zengin olmayı becermiş ama kendini zengin eden şehri benimsemeyi becerememiş. Hâlâ zihniyeti taşralı. Böyle birinin şehirli gibi davranmaması değil, davranması anormal olurdu.

Zihniyeti taşralı olan biri şehirli gibi davranamaz. Ortada ‘benimsemek’ ile ilgili bir sorun var. ‘Benim’ demek mülkiyetle, ‘benimsemek’ sorumluluk bilinciyle ilgilidir. Bencil “benim” der, sorumlu benimser. İlki, mülkiyeti kendine ait olmayanı korumaz. İkincisi, kamusal alanı koruma bilinciyle hareket eder.

Biri sokak lambasına zarar verirse ona engel olur. Benimsemezseniz bir taş da siz atarsınız. Kaldırıma araç park etmeyi kul -yayalar da kul- hakkına girmek olarak görürsünüz. Veyahut elindeki çöpü sokağa atan birini gördüğünüzde tepkiniz, benimsediğiniz kadardır. Bizde benimseme yok. Onun için de bir türlü kentli veya şehirli olamıyor insanımız. Sonuçta eziklik psikolojisiyle bulunduğu yeri taşraya çevirmeye kalkıyor. Yani kendisi dönüşmek yerine ‘yeri’ yani mekanı dönüştürüyor. Soru şu: Kendisi neden dönüşmüyor? Görünür neden, kapalı havza psikozu. Bunda korku en baskın duygudur. Bu korkunun iki nesnesi vardır: Biri farklı olan, yani ötekidir. İkincisi değişimdir. Her farklı onun için korkusunun şiddetine göre ya rakip, ya hasım, ya düşman, ya şeytan ya da deccaldır. Her değişim de onun için ya istikrarsızlık, ya zevzeklik, ya düşmanlık, ya beka sorunu veya kıyamettir. Ona karşı içe kapanır, kabuğuna çekilir, kendini korumaya alır. Zira yok olacağını düşünür. Bu tepkinin kökeninde hayatta kalma güdüsü vardır. Oysa ki şehirlileşmek farklı olanla bir arada yaşamak ve taşralılıktan evrilmek, yani değişmektir. Ve bu değişimi ve gelişimi sürekli kılmaktır. Taşralı zihin için bu ikisi de cehennemin habercisidir. Onun derdi kendi habitatını elde tutmak ve diğer sürülere karşı orayı kalesi haline getirmektir. Tıpkı bir alfa erkeğin her şeyine karar verdiği sürünün parçası olan ve kendi av alanını feromonlarla işaretleyerek koruma altına alan primatlar gibi. Bunun şehirleşme ve daha özelde belediyecilikteki karşılığı “Burası bizim kalemiz” veya “burası falancaların kalesi” denilecek bir anlayıştır. Bunun particilik, ideoloji, tarikatçılık, cemaatçilik, mezhepçilik, dincilik, sınıfçılık üzerinden yapılan versiyonları vardır. Hepsi de medeniliğin yerine bedeviliği, kişiliğin yerine kimliği, insanın yerine sürüyü, şehrin yerine taşrayı ikame eder. Orada şehir çürür.

Sözünü ettiğim kapalı havza psikozu en çok iki şeyle köpürtülür: Hamaset ve farklı olana nefret. Bu yüzden hamasetten taharet necasetten taharetten daha elzemdir.

Sizce şehir nasıl olmalı?

Farklılıkları bir arada yaşatma bir numaralı koşuldur. Yani bir şehir ne kadar farklılıklara tahammülü varsa o kadar şehirdir. Kamusal alanda insanlar birbirlerinin hukukuna ne kadar saygılıysa o kadar şehirdir orası, bu iki. Üçüncüsü, orada yaşayan insanlar ortak iyi için risk almalı ve emek vermeli. Dördüncüsü; şehir orada yaşayanların ortak aklını dikkate alarak yönetilmeli, uzaktan kumanda ile veya belli bir kesimin kalıplarına mahkum edilerek değil.

Böyle bir şehir için neler yapılabilir? Siz belediye başkan olsanız icraatlarınız neler olurdu?

Ben olsaydım, önce bu yarışa katılan tüm adayları toplar her birini fahri danışman ilan ederdim. İkincisi yönettiğim veya yönetmeye talip olduğum şehrin yönetimine bir biçimde orada yaşayanların ortak aklını dahil etmenin bir yolunu arardım. Sorumluluk, ehliyet ve liyakat sahibi insanlarından bir “şehir aklı” oluşturmak için her türlü çabayı gösterirdim. Şehre av alanlarını işaretleyen primatlar gibi davranarak burası benim, dokundurtmam, elletmem, söyletmem, karıştırmam diyecek otoriter bir zihniyetin şehre çökmemesi için farkındalık seferberliği başlatırdım. Bir de şu yukarıda tek tek saydığım siyasi, ideolojik, dini, etnik ve sınıfsal mahalle duvarlarını kaldırmak için her riski göze alırdım. Yani kategorik zihinsel mahalle duvarlarını…

Şehirde herhangi bir grubun, dinin, ideolojinin, ırkın veya sosyal sınıfın bir zihinsel mahalle yapmasını engellemek için işinin ehli psikologlar, sosyologlar, sosyal-antropologlar, teologlar ve filozof-mimarlarla birlikte çalışırdım.

Günümüzdeki belediye başkanlarını ve adaylarını takip ediyor musunuz? Onları nasıl değerlendirirsiniz?

Kısmen ediyorum. Zira ben bir şehirliyim. Bulunduğum kentle ilgili olan her şey beni ilgilendirir. Kayıtsız kalmak bir şehirlinin yapmaması gereken bir günah. Ben bir kenti yönetmeye talip olanların seçiminde ideolojik, dinsel, siyasal, sınıfsal, bölgesel önyargılarını esas alan insanları temelden taşralı, bedevi ve kentsiz, yani yersiz olarak görüyorum.

Vaatlerine bakıyorum. Vaatler tek başına pek bir şey ifade etmezler. Bu vaadi gerçekleştirecek bir altyapı, bir direnç, bir kararlılık ve arkasında bir zihniyet var mı ona da bakıyorum. Ama zihniyet deyince hemen ideolojik bir algı akla geliyor, o değil bu. Ben asıl, bu insan bugüne kadar ne yapmış ki, bundan sonra ne yapacak? Bu insan elinin altında bugüne kadar hangi yetkiyi bulundurmuş? Mesela bir şirketin CEO’su ise CEO’luğunda bu şirkete ne katmış? Veya daha küçük bir yerleşimin belediye başkanlığını yapmışsa, belediye başkanlığı sırasında nasıl bir performans sergilemiş. Hatta, iktidarın gücünü arkasına almadan bir şeyler yapmışsa, benim için o kişi iktidarın rüzgarını arkasına almış olan kişiden daha başarılıdır. Çünkü Ankara’nın katkısı ile değil kendi gayreti ile bir şeyler yapmış. Dolayısıyla buna bakardım ve buna bakıyorum. Şu anda da izliyorum. Bu anlamda da, belediye seçimleri ile ilgilenmemeyi bir bedevi ve bir taşralı kayıtsızlığı olarak görüyorum. Bu kayıtsızlığı kişinin yaşadığı şehre ihanet olarak görüyorum.

Biraz somutlaştırırsak hocam neleri kast ediyorsunuz?

Yaşadığım yerde insanca yaşamak isterim. Arabaların benden üstün olduğu bir şehirde yaşamak istemem. Hak ve hukukumun gözetilmediği bir şehirde yaşamak istemem. Üç sene evvel bir bisiklet edindim. Biraz da teşvik olsun kabilinden bisikletle seyahat etmek istedim. Fakat bisiklete binecek yol yok. Tabi tüm sorumluluğu belediyelere yüklemek de haksızlık. Önce şehir insanı şehre saygı duyacak. İstanbul gibi trafik maktulü bir şehirde, kadınlar ya da erkekler dağda sürülecek dört çeker ciplerle geziyorlar. En hafifinden şehirlilik adabına aykırı bu. Şu soruyu hepimiz sormalıyız: İstanbul’u nasıl yağmaladık ve katlettik? Dünya incisi bu güzel kenti nasıl beton kente çevirdik? İstanbul yeşil alanlarıyla övünen bir şehirdi, şu anda İstanbul beton. Resmen beton.

İstanbul’u bu hale getirenler, betonu imanın şartlarından biri olarak mı görüyor diye sorasım geliyor. Bu beton aşkını ben bir türlü anlamadım. Hatta bir gazeteci sormuştu. İşte falan tepenin üzerine anıt bir mabet yapılacakmış, ne diyorsunuz diye. Ben de demiştim ki: Kabe’nin etrafı tepelerle dolu ama Kabe en çukura yapıldı. Zirvelerdeki yapılar kibri temsil eder. Kabe tevazuyu temsil eder. Dahası, Allah o tepeyi zaten bir anıt eser olarak yapmış. Allah’ın anıtını beğenmedik mi ki, üzerine başka bir şey yapıyoruz? Naçizane benim bakışım bu.

Şimdiki vaatleri nasıl?

‘Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır’ diye bir söz var. Sorunuz bana bunu hatırlattı. Tekasür suresinden mülhem bir kavram kullanırım: “Tekasür krizi” yani çokluk ve büyüklük tutkusu. Adı geçen sure bu tutkunun insanoğlunu nasıl helak ettiğini dillendirir. İstifa eden belediye başkanının “İstanbul’u 30 küsur milyonluk nüfusa göre ayarlayacağız” dediğini duyduğumda benim tüylerim diken diken olmuştu. İşte tekasür krizi, çokluk tutkusu dediğim şey tam da bu. Bu, İstanbul’a atom bombası atmakla eşdeğerdir. Bu, İstanbul’un ölüsünü de öldürür. Oysa İstanbul’a ‘küçük güzeldir’ diyen bir belediyecilik anlayışı lazımdı. Umarım tren kaçmamıştır.

Bu zihniyetle, boğazı baştan başa köprü yapsanız da sorunu çözemezsiniz? Her yaptığınız köprü bağlantı yolları ile birlikte İstanbul’a bir yük daha getiriyor. Bir sıkıntıyı çözmüyorsunuz aslında. Öte yandan bu köprüler ve tüneller milletin malı da olmuyor. Birilerinin kesesi doluyor. İstanbul’u para basan bir darphane gibi görmek yanlıştı. Bunun sorumluluğu İstanbul’un yeniden yapılandırıldığı 1950’li yılların başına kadar gider. Bu ülkede, tarihi tecrübesiyle uyumlu ne bir imar ne de bir iskan politikasının varlığından söz edilemez. Keşke İstanbul’a “elleme küserim” bitkisi gibi, örselenince küsecek bir çiçek gibi bakılsaydı. Bunları söylerken bile kendimi kötü hissediyorum, zira boş konuşuyormuş duygusuna kapılıyorum. Allah beni affetsin.

Belediyelerin siyasetle ilişkisi üzerine ne düşünüyorsunuz?

Esasında Türkiye’de belediyecilikle siyaset arasındaki ilişki çarpık ilişki. Şimdi düşünün, iktidar para musluklarını kendinden olan belediyeye açacak. Bu A iktidarı da, B iktidarı da olabilir. Yani bugünkü iktidara has bir şey değil, tüm iktidarlar üç aşağı beş yukarı böyle yaptı. Beka korkusu üzerinde yükselen merkezi devlet zihniyeti, tüm Türkiye kentlerini Ankara’nın kapatması gibi gördü. İstanbul’un her şeyine Ankara’dan karar vermek başlı başına bir cinayet ve kıyametti. İşte biz o cinayeti gördük, o kıyameti yaşıyoruz.

Peki nasıl olmalı, şehirler nasıl yönetilmeli?

Hakikat, adalet, merhamet, ehliyet ve meşveret; siyasetin 5 ana ilkesidir. İster bir ev yönetin ister bir ülke yönetin, fark etmez. Şehir yönetiminde de bu beş ilke esas olmalı. İlk ilke hakikat. Yalanla iman bir arada olmaz. Şehir halkını doğru bilgilendirmek esastır.

İkinci ilke adalet. Hiç kimseye iltimas geçilmemeli. Düşünebiliyor musunuz imar planlarıyla oynuyorsunuz. Adam geliyor, yüzde bilmem kaç arttırma pazarlığı yapıyor, bizden gerekçesiyle kabul ediyorsunuz. Çünkü ilkeleriniz yok. Diyorsunuz ki: Gökdelenlerinin üzerine beş kat daha koy, bunun karşılığında falan yere şu sosyal tesisi yap. Yani rüşveti kişi alırsa haramdır da kurum alırsa helal midir? Böyle bir şey olabilir mi? İsterseniz İmam Hatip Okulu ya da cami yaptırın, fark etmez. Meşru değil, temiz değil, helal değil. Adaletten kastım bu.

Sonra merhamet. Gettolara ayırmayacaksınız. Uyanık biri şöyle diyebilir: biz ayırmadık, inanmazsanız Taksim’e, Taşlıtarla’ya gidip bakın. Bilirim, caddenin alt tarafı fukara Harunlarla, üst tarafı zengin Karunlarla dolu. Fakirlerin veya yoksul mahallelerin önüne ses duvarları yaparak onları gizlemeyeceksiniz. Yani ‘ah’a kulaklarınızı tıkayınca ah kalkmıyor. Daha keskin hale gelip senin şehrini sallıyor.

Ondan sonra ehliyet, ama hepsinin ötesinde ehliyet. Hepsinin üstünde ehliyet. Niye? Ehil değilse yönetmesin. Çünkü ehil olmayan birinin o göreve talip olması ehliyet ayetine göre haramdır. Ehil olan birinin de kaçması haramdır. Bu Allah’ın emridir. “Allah emanetleri ehline vermeyi emreder.” Nokta.

Sonuncusu meşveret. Kent, o şehirde yaşayanların rızasıyla, ortak aklın da dahil edildiği bir şehir aklıyla yönetilmeli. Bana göre bir şehri yönetmenin beş ilkesi bunlardır.

Biz sahada şunu gözlemliyoruz. Sizin bu dediğiniz betonlaşmadan çok rahatsız büyük bir kesim var artık?

Bunun da viral bir moda söylem olmasından dolayı kuşkuluyum. Son dönemde bu söylem prim yapmaya başladı. Eleştirel söylemler, eğer eleştirel düşüncenin ürünü değilse, yani arkasında sağlam bir eleştirel bakış açısı yoksa, bana pek güven vermiyor. O da satış malzemesi oluyor. Orada şöyle bir pazarlama mantığı var: İktidar pazarlanabilir bir şey olduğu gibi muhalefet de pazarlanabilir bir şey. Onun için eğer muhalefet para etmeye başlamışsa, “biz de o da var abi” tavrı. Bu dün kirleterek kazananların, bugün temizleme materyalleriyle kazanmasına benziyor. Dün iktidar malzemeleriyle kazananlar, bugün muhalefet malzemelerini üretmeye başlayabilirler. Bu durumda, kirletenlerin kendisi temizlik malzemeleri üretmeye başlamış demektir.

Mesela bu millet bahçeleri şu an gündemde, nasıl bir fikir sizce?

Ben onun da ithal ama tahrif edilmiş bir ithal olduğunu düşünüyorum. Çünkü gelişmiş dünyada çok oldu o yapılalı. Hemen hemen her şehirde var. Bu iş bana alengirli görünüyor. Altını betonla doldurduğunuz bir yeri, üzerine toprak dökerek bahçe yapmaya benziyor. Oysa biz doğaya mensubuz, doğa bize mensup değil. Kitap öyle der: İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden denizlerde ve karalarda fesat çıktı. Millet bahçeleri aslında doğayla kurulmuş doğal bir ilişkinin değil, sentetik bir ilişkinin sonucu. Böyle yapmak yerine, var olana saygı duymak gerek. Yeşil de dahil her şeyi siyaset ve ticaret için kullanışlı hale getirmemek gerek. Kaldı ki onun bize maliyeti ne olacak? Çünkü bugüne kadar yapılanların maliyeti çok ağır oldu.

Son bir sorum daha var. Bir şehrin yönetiminin bir görevi de o kentteki ihtiyaç sahiplerine hizmet götürmek. İstanbul’da da yoksulluk, hayat pahalılığı çok önemli bir problem. Bir belediye başkanı olsaydınız yoksulluğu azaltacak neler yapabilirdiniz?

Esasen bir şehir, paylaşmayı bilenlerin mekânıdır. Paylaşabildiğiniz kadar şehirlisiniz. Çünkü o şehirde kazanıyorsunuz, içerisinde bulunduğunuz bir konfor varsa o şehir sayesinde var. Peki bunu paylaşmayacak mısınız? Dini katmıyorum bakın. Yani inancınız vardır yoktur, hiç fark etmez. En azından rasyonel olun, mevcut durumunuzu korumak için paylaşın. Zira toplumsal sınıflar arasındaki uçurumlar sadece uçurumun karşı kıyısındaki yoksulları vurmaz, o uçurumun oluşmasına katkıda bulunan varsılları da vurur. Kendi ayağına, yüreğine, kafana sıkıyorsun. Dolayısıyla paylaşabilenlerin mekânıdır şehir.

Ben olsam ne mi yapardım? İstanbul’un her şeyinin Ankara’da kararlaştırılmasını çok yanlış bulduğum gibi, İstanbul’un da bir oligarşi tarafından sırça saraydan yönetilmesine karşı çıkardım. Altın kelimeler: planlama, organizasyon ve koordinasyon. Merhamet bir duygudur. Her duygu gibi merhamet de organize edilmeli, yönetilmeli. Planlanmalı. Projelendirilmeli. Ben olsam merhameti projelendirip merhamet sahiplerinin önüne koyardım. Ve derdim ki şurada kentimizin aç veya muhtaç sakinleri var. İftar çadırında vicdanıma rüşvet vermek yerine, varsıllarla yoksulları bir araya getiren köprüler kurardım. Bu Köprülerde onlar buluşsun, tanışsın ve paylaşsın diye… Onun dışında dünyada güzel örnekleri var. Gıda bankaları var. Bizde niye yok? Sözün özü: Hayır işi siyasi bir araç olarak kullanılmamalı. A veya B partisi, şu veya bu ideoloji, fark etmez. Hiç kimse yapmamalı bunu. Bu ahlaki bir problemdir.

Bu belediyelerin yaptıkları yardımlar?

Bu anlamda belediyeler sizce kime yardım yapıyorlar? Nasıl seçiyorlar? Karar vericiler kimler ve kriterleri neler? Şeffaf, yansız ve insan onuruna uygun mu? Mesele bu. Belediyelerin imkânlarını muhtaç olanı “gebe bırakma” amacıyla dağıtmaya karşıyım. Bu bir. İkincisi; yardımlar yardıma muhtaç olanları tembelliğe sevk etmemeli. Bu ikisi çok önemli. Yoksulları tembelleştiren her merhamet ve yardım yoksula kötülüktür. Kaşığıyla verip sapıyla gözünü çıkarmaktır. Bence tüm hayır ve hasenat işinde, tüm yardım faaliyetlerinde hedef “yoksulun kendisi” değil “yoksulluğun kaynağı” olmalıdır. Bunun için de sonuçlardan yola çıkmak yerine sebeplerden yola çıkılmalı, onlarla mücadele edilmelidir. Aksi, aman yoksulluğu yok etmeyelim ki, biz vermenin manevi zevkinden mahrum kalmayalım tavrıdır. Bu bencil dindarlığın dik alasıdır. Ebu Hanife’nin bir talebesinin zekat yorumu şöyledir: Birine zekat verirken, onu başkalarına yardım edecek duruma getirmeyi hedefleyin.

Ulaş Tol

Üyelik Tarihi: 02 Ocak 2017
22 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör