Kesişimsellik ve Feminizm

Kadın haklarını tanıyarak, kadınların maruz kaldığı eşitsizliklerle mücadele etmek anlamına gelen feminizm, kuşkusuz ki ortaya çıktığı tarihten beri aynı kalmadı ve çeşitli kavramlarla incelenmeye çalışıldı. Kesişimsellik kavramı da bunlardan biridir. Kimberle Crenshaw’ın 1989 yılında ortaya attığı bu kavram, grupların homojenleştirici etkilerine yönelik bir eleştiri olarak feminist tartışmalarda kendine yer buldu. Crenshaw’a göre, siyah kadınların deneyimleri […]

Kadın haklarını tanıyarak, kadınların maruz kaldığı eşitsizliklerle mücadele etmek anlamına gelen feminizm, kuşkusuz ki ortaya çıktığı tarihten beri aynı kalmadı ve çeşitli kavramlarla incelenmeye çalışıldı. Kesişimsellik kavramı da bunlardan biridir. Kimberle Crenshaw’ın 1989 yılında ortaya attığı bu kavram, grupların homojenleştirici etkilerine yönelik bir eleştiri olarak feminist tartışmalarda kendine yer buldu. Crenshaw’a göre, siyah kadınların deneyimleri beyaz kadınların deneyimlerinden farklıdır ve onların durumu aynı argümanlarla anlaşılamaz. Onlar; hem kadın, hem de siyah olmalarından dolayı beyaz kadınlardan farklı; onlarla bazen çelişen, bazen de örtüşen eşitsizlik mekanizmalarına sahiptirler. Kesişimsellik kavramı da bu durumu ifade eder.

Kadınlar, ‘kadın’ olmanın dışında beyazdır, siyahtır, köledir ya da işçidir

Kadın hareketi, kölelik karşıtı hareketin içinden doğmuştur. Bu sebeple kadın hakları eylemcilerinin kurduğu köle-kadın benzetmesi de bu köklere işaret eder. Tıpkı köleler gibi kadının da adı yoktur, kendi malı yoktur, çocukları üzerinde vesayet hakkı yoktur. Kısaca hiçbir resmi varlığı yoktur. Kadınlar, kölelerin özgürleşmesi davası için çalıştıkları halde, sıra kendi özgürlüklerine gelince yeterli desteği göremediklerini hissederek bu hareket içinden ayrılırlar. Dönem kölelik karşıtlarının dedikleri gibi ‘siyah dönemi’ değil, ‘erkek siyahlar’ın dönemidir. Feminist kadınlar özgür siyah erkeklerin vatandaşlık hakları konusunda beyaz kadından ileri olduğunu iddia eder. Feminist siyah kadının durumu ise beyaz kadınınkinden biraz farklıdır. Dönemin siyah aktivistlerinden Sojourner Truth, eğer siyah erkekler haklarını alırlar ve siyah kadınlar alamazlarsa siyah erkeklerin kadınların efendileri olacağını görürsünüz, der. Angela Davis, aydınlanmacı feministlerin eleştirdiği dişilik ideolojisinin sağladığı öne sürülen faydalardan siyah kadın kölenin payına hiçbir şey düşmediğini söyler. Dişilik ideolojisine göre kadınlar evlere kapatılmış, dış dünyadan soyutlanmış ve erkeklerin himayesine girmiştir. Onlardan beklenen tek şeyse ‘bebekler gibi’ giyinip erkeği oyalamaktır. Kadınlar çalışmanın onurunu yaşamalıdır ve herhangi bir işi tam anlamıyla yaparak ekmeğini kazanmış bir kadın en hünerli güzelden daha saygıdeğerdir. Oysa siyah kadın öyle midir? O ne korunmuş, ne de bebek muamelesi görmüştür. Tarlalarda erkekler gibi çalışmakla kalmamış, çoğu zaman çiftlik sahiplerinin bedensel hazlarını tatmin etmek için kullanılmışlardır. Aynı durum işçi kadın için de geçerlidir. En ağır koşullarda ve düşük ücretle çalıştırılan kadınların, batılı orta sınıf kadınlar için geliştirilen bu analize uymaları beklenemez. Siyah köle kadınlar ve işçi kadınlar ev dışında yaptıkları ağır işlerdeki fiziksel güçlerinden gurur duymak bir yana, amaçları bu işleri yaparken daha dişi ve hanımefendi görünmek olmuştur. Kısacası beyaz kadın pantolon giyerek kendi devrimini yaparken, siyah kadın tarlada çalışırken dahi elbise giymeyi seçmiştir. Bu farklılık siyah kadının kendine has koşullarından kaynaklanmaktadır. Kesişimsellik kavramı da tam olarak bu durumu anlatır. Kadınları ortaklaştıran şey aynı toplumsal cinsiyete ait olmalarıdır ancak kadınlar, ‘kadın’ olmanın dışında beyazdır, siyahtır, köledir ya da işçidir. İşte kadınların sahip olduğu diğer kimlikler onları birbirinden ayırır ve hatta kimi zaman birbirleriyle çelişmelerine neden olur.

Aynı durum Türkiye’deki kadın mücadelesi için de geçerli olabilir mi diye bir düşünelim. Türkiye’deki feminist mücadele tarihine baktığımızda kökenlerini aydınlanmacı feminist teoriden aldığını görürüz. Ancak ülkemizdeki kadın profilinin çeşitlilik arz etmesi, kadın hareketinde de çeşitliliği beraberinde getirmiştir. Farklı alanlarda mücadele veren kadınlar zaman zaman bir arada olmayı başarabilmişken, kimi zaman da maalesef birbirini dışlayıcı refleksler göstermiştir. Baskın feminist söylem temelini Kemalist değerlerden alan batılı ve aydın Türk kadını betimlemesini sahiplenirken, temel değerlerini Kuran’dan referanslara dayandıran, çoğunlukla başörtülü kadınlardan oluşan feminist mücadeleyi de görmezden gelmemek gerekir. Türkiye’deki başörtülü kadınlar da tıpkı Amerika’daki siyah kadınlar gibi kendilerine has özelliklere sahiptir. Kadındır ancak başörtülüdür. Üstüne bir de söylemlerini Kuran üzerinden temellendiriyorsa mücadele alanı biraz daha farklılaşır. Hâkim söylemin dışında olduğu için diğer feminist grupları kimi zaman karşısında bulabilir. Üstelik sadece karşısında konumlanmış gruplarla değil, aynı zamanda dâhil olduğu kitleden de eleştiri alır. Belki de bu yüzden hiçbir gruba dâhil olamaz. Kendi kesişimselliği içinde bir mücadele verir. Bir gün savunduğu değerlerle birlikte bir kadın mücadelesi verdiği için çelişkide olmakla suçlanırken, başka bir gün de gittiği eylemde giydiği bol, siyah elbisesi birileri tarafından tehlikeli bulunduğu için üstü başı aranabilir. Bu durumu elbette ülkemizde çok daha şiddetli yaşayan başka gruplar da var. Ancak unutmamak gerekir ki bizler her ne kadar kendimize has özelliklerimizden dolayı birbirimizden farklılaşsak, hatta bazen çelişsek de her şeyden önce kadınız ve kadın olmak bizim en büyük ortak özelliğimiz. Bunu unutmadan mücadelemizi hep beraber verebildiğimiz sürece kazanmamız daha çok mümkün. Türk, Kürt, sosyalist, işçi, başörtülü, trans ya da her ne olduğumuza bakmadan öncelikle birbirimizi dinlemeyi başarabilmeliyiz ki bunu yer yer başarıyoruz. Birimizin elde ettiği tek bir kazanımın dolaylı olarak hepimizi etkilediğini unutmamalıyız.

Yapmamız gerekenlerse umudumuzu kaybetmemek, bir arada olmak ve mücadeleyi bırakmamaktır!