Algı Savaşlarında Kaybolan Mağduriyet

Karaman’daki tecavüz vakasının ardından rasyonel bir tartışma yapabilseydik, öncelikli olarak mağdurların durumunu, mağduriyetlerin nasıl giderileceğini, yeni mağduriyetleri engelleyecek düzenlemelerin neler olabileceğini konuşurduk. Kamu yönetimi ile sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkileri konu eder, sivil toplum-siyaset/iktidar/kamu yönetimi arasındaki mesafenin nasıl kaybolduğunu, sözcülerin birbirlerinin yerine geçerek konuşmasına olanak veren ilişkiler ağının nasıl kurulduğunu ve ideal bir siyaset-devlet-STK ilişkisinin nasıl olması gerektiğini tartışırdık. Ancak öyle olmadı.

Karaman’da erkek bir öğretmenin, Ensar Vakfı ve KAİMDER’e (Karaman Anadolu İmam Hatip ve İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği) bağlı, çocuklara yönelik dini eğitimler verdiği evlerde gerçekleştirdiği anlaşılan, erkek çocuklara yönelik tecavüzlerin (kimi kaynaklara göre 10, kimine göre 45 çocuk) ortaya çıkması hayli infial yarattı. İnfiale, meşrebe göre imkan veren pek çok husus var. “Bir öğretmenin (erkek) çocuklara tecavüzü”, “vakıf ve dernek evleri”, “vakıf ve dernek evlerinde dini eğitim”, “gönüllü öğretmenin tecavüzleri”, “Ensar” gibi. Bunlardan en çok konuşulansa “Ensar” oldu.

Ensar Vakfı vizyonunu “din ve değerler eğitimi alanında ulusal ve uluslararası düzeyde, değerlerine bağlı, entelektüel birikim ve akademik başarısıyla gelecekte söz sahibi olacak en yetkin vakıf olmak” şeklinde tanıtan bir sivil toplum kuruluşu. Vakıf, üzerine odaklandığı konuyu “din ve ahlak eğitimi” ile “değerler eğitimi” olarak tanımlıyor.

Benzerlere Sessizlik, Benzemezlere Düşmanlık

Vakanın faillerine bakıyor, kendimize benzeyenleri sessizlik, benzemeyenleri düşmanlıkla karşılıyoruz. Rasyonel bir tartışma yapabilseydik, öncelikli olarak mağdurların durumunu, mağduriyetlerin nasıl giderileceğini, yeni mağduriyetleri engelleyecek düzenlemelerin neler olabileceğini konuşurduk. Failin profilini tartışır, fail ile mağdur arasında, bir evde, böylesine mahrem bir ortamda bir arada bulunma halini sorgulardık. Son olarak da kamu yönetimi ile sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkileri konu eder, sivil toplum-siyaset/iktidar/kamu yönetimi arasındaki mesafenin nasıl kaybolduğunu, sözcülerin birbirlerinin yerine geçerek konuşmasına olanak veren ilişkiler ağının nasıl kurulduğunu ve ideal bir siyaset-devlet-STK ilişkisinin nasıl olması gerektiğini tartışırdık.

Ancak bunları yapmadık. Türkiye medyasından, sivil toplumundan ve siyasetinden bekleneceği üzere, fırsatçı, nefret dolu ve düşmanca bir dil ve içerik ile ve siyasi rakipler arası birbirini yok etme motivasyonuna dayanan bir meydan savaşına giriştik. Bu artık o kadar sıradan bir tartışma biçimi oldu ki, meselenin ortaya konuluşu, tarafların belirginleşmesi, pozisyonların netleştirilmesi, savaş enstrümanlarının ezberden çağrılması, rakiplerin kontrol ettiği kitlelerin yerlerinin tahkim edilmesi saatler içinde gerçekleşti.

Bu artık kanıksadığımız bir durum. Bir vaka oluyor. Haberi yapanlar vakanın faillerine bakıyor, kendilerine benziyorsa sessizlik benzemiyorsa düşmanlıkla karşılıyor. Mağdurlar, mağduriyete yol açan ve/veya mağduriyeti kolaylaştıran şartlar, bunların nasıl giderilebileceği üzerine kafa yormak, politika önerileri geliştirmek sorumluluk alanımıza girmiyor. Vakayı haber ya da eleştiri konusu yapanlar rakiplerini nasıl değersizleştirip itibar kaybına uğratacaklarına, vakanın sorumluları ise itibarlarını nasıl koruyacaklarına odaklanıyor. Ezberler çalışıyor. Bir yanda “Müslümanlar tecavüzcüdür, onların vakıfları, dernekleri tecavüzcülere zemin ve ortam sunan yardım yatakçılardır, İslami siyasetçiler ise tecavüzcülerin kamuoyu önündeki sözcüleri, savunucularıdır” İslamofobikliği var. Diğer yanda ise düşmanlığından, vatan hainliğinden sual edilmeyecek “solcular, geziciler, CHP’liler, PKK yandaşları” vs. içinde eritilen “yedirmeyiz” sığlığı. Bu büyük politik bağlamda mağdurlar ve mağduriyet ise gündemin dışına düşüyor. Bu aslında üzerinde uzlaştığımız oldukça problemli bir ahlaki pozisyonun gücüne işaret ediyor: “Siyasi rakiplerimize itibar kaybettirmek ya da itibarı korumak için her tür mağduriyeti (tecavüze uğramış çocuklar da dahil) bir enstrümana dönüştürmek siyaseten meşrudur”. Mağduriyetten böyle faydalanmak ise ne sorunu kavramamıza ne çözüme ilişkin bir politika geliştirmemize ne de “düşman” saflarındaki yurttaşları etkileyecek bir eleştiri üretmemize yarıyor. Meselenin tüm taraflarının kendi pozisyonlarını cansiperane savunmasından ve taraftarlarının saflarda sıkı durmalarını sağlamasından başka bir sonuç üretmiyor.

STK-kamu yönetimi ilişkilerinde iki seçenek var: Eleştirel mesafenin tümden ortadan kalktığı tam bir ideolojik angajman ya da ideolojik mesafelerden kaynaklanan tam bir temassızlık

Meselenin önemli bir boyutunu ise kamu yönetimi ile sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkiler oluşturuyor. Tecavüz vakasının Ensar Vakfı ve KAİMDER tarafından yönetilen yurt ve dini eğitim mekanı olarak kullanılan evlerde olduğunun ortaya çıkması, haber yapanların diline “Tecavüzcü Vakıf” olarak yansıdı. Bir kuruluşun tecavüzcü olabileceği tahayyülünün absürtlüğünü tespit edip konunun esasına dönebilirdik. Ancak öyle olmadı. Tartışmanın odağına STK’ların oturması, savunuculara tartışmayı vaka ve mağduriyet bağlamından çıkarıp makro-politik bağlamda tartışma fırsatı verdi. Bazı Ak Partili milletvekilleri, Aile Sosyal Politikalar Bakanı ve Başbakanın da dahil olduğu bir siyasi zevat, STK’ların savunuculuğunu ve sözcülüğünü üstlendi. Bu durum bizi Türkiye’deki sivil toplum-kamu yönetimi ilişkileri açısından kaygılandırmalı. Tecavüz vakasında mağdurların konumunu referans alan ve mağduriyetin sonuçlarını ortadan kaldırma sorumluluğunu taşıyanların, tecavüze zemin oluşturan kurumları savunmayı öncelikli görev sayması sadece vaka açısından değil, Türkiye demokrasisi ve hukuku açısından da içinde bulunduğumuz vahameti gösteriyor. STK-kamu yönetimi ilişkilerinde iki seçenek olduğunu anlıyoruz. Ya eleştirel mesafenin tümden ortadan kalktığı tam bir ideolojik angajman ya da ideolojik mesafelerden kaynaklanan tam bir temassızlık. Üstelik bu durum karşıtlar arasında da tam bir mutabakatla kabul görüyor. Başka türlü bir ilişki ne tahayyül ediliyor ne de talep ediliyor. Siyaset dünyası kendisinden farklı olanların eleştirel pozisyonlarından faydalanmayı değil, angaje olanların lojistik desteklerini talep ediyor. Oysa sivil toplum kuruluşlarından beklenen gündelik hayatta ortaya çıkan meseleleri keşfetmeleri, kaynaklarına yönelik bilgiye dayanan analizler geliştirmeleri ve çözüm önerileri ile yurttaşların, siyasetin ve kamu yönetiminin gündemine girmeleridir. Öncekilerde de sıklıkla olduğu gibi, bu vakada da buna rastlamadık. Bir kez daha siyaset ve sivil toplum alanındaki mesafe kaybolunca hem STK’ların hem de siyasi figürlerin misyonlarını terk edip, birbirlerinden rol çalmaya başladıklarını gördük. Oysa muhtemelen çocuklarını bu STK’ların evlerine gönderen aileler, hem STK’lara güvendiler hem de devletin bu STK’lara açtığı krediye. Buna karşın her iki grup da yurttaşların kendilerine yönelik bu güvenini boşa çıkardıklarına ilişkin bir anlama ve çözüm üretme çabası içinde görünmüyorlar, en azından bunu konu etmiyorlar.

Tartışmaların Gölgede Kalan Boyutu: Homofobik Mutabakat

Meselenin bağlamından uzaklaşması ve daha geniş bir politik çerçeve içine yerleşmesine yol açan muhtemelen tartışmalarda ifade edilmeyen arka planların olması. Meseleyi “Müslümanlar ve onların kurumları tecavüzcüdür” inanışına bağlayan İslomofobik nefretin arka planında din eğitimine ilişkin tutumların olduğu anlaşılıyor. Görünen o ki, sekülerler tecavüzden daha çok STK’ların çocuklara dini içerikli eğitimler vermesinden irrite oluyor. Bu eğitimleri kendilerini tehdit ettiklerini düşündükleri bir siyasi projenin stratejik araçlarından biri olarak görüyorlar. Karşı oldukları siyasi projeyi bütünsel olarak yıpratmak daha öncelikli bir konu haline geliyor. İslamcılar da bu zeminde tartışmayı seçiyor. Onlar için de büyük proje anlatıları ekseninde tartışmak etraflarındaki kalabalıkları politik proje içinde tutmak açısından daha uygun bir fırsat sunuyor. Öte yandan misal, failin “10 yaşından beri erkeklere ilgi duyuyorum” ifadesine gösterilen kayıtsızlık, toplumun homofobik karakterinin mağduriyetlerdeki rolünü tartışmayı engelliyor. Bilakis tartışmanın düşman taraflarını ahlaki olarak birbirine yakınlaştırma potansiyeli taşıyor. Zira tartışmanın her iki tarafı da homofobi tartışmasına girmenin kendilerine itibar kaybettireceğini hissediyor. Tecavüz vakası ise tecavüzcünün cezasının 600 yıl mı yoksa idam mı olması gerektiğine sıkışıyor. Görünen o ki tecavüz vesilesiyle rakibini bütünsel olarak yıpratma fırsatını yakalayanlar da, kendilerini ve kurumlarını vatan hainlerinin karşısında savunma zemininde tartışmayı seçenler de sonuçtan memnun. Tartışma bu iki iktidar pozisyonunun makro-politik mücadelesine dönüşünce, mağdurlar, mağduriyete yol açan şartlar, sivil toplum-kamu yönetimi ilişkileri gibi konular bağlamın dışına çıkıyor ya da makro-politik tartışmanın taktiksel enstrümanları haline geliyor.

Travmasıyla Baş Başa Kalan Çocuklar

Geriye travmasıyla baş başa kalan çocuklar, onların yaralanmış aileleri ve bundan sonra bu durumu nasıl engelleyeceğimize ilişkin yapılmamış tartışmaların karamsar boşluğu kalıyor. Bunlar ise tarafların çok da umurunda görünmüyor. Oysa bu vaka bize pek çok önemli konuyu tartışmak ve politika önerileri geliştirmek için zemin sunuyor. Ancak bunu yapabilmek için öncelikle yurttaşların STK’lardan çocukları için dini eğitim de dahil olmak üzere çeşitli faaliyetler beklediğini kabullenmemiz ve bunu başka bir bağlamda tartışmaya açmamız gerekiyor. Bu vesile ile önceliklendirmemiz gereken ise STK’ların ve devletin sosyal hizmet alanında faaliyet gösterirken ne tür kriterler ve şartlar oluşturması gerektiği, hizmet verenlerin seçim ve denetim kriterleri, hizmet verenle hizmet alanlar arasındaki mesafenin nasıl kurulacağı, devlet-siyaset-STK ilişkileri olmalı.  Zira makro politik gerilimler çözülünceye kadar hayat bu ilişkiler ağında devam edecek. Bütün bu zamanı, belirsiz bir gelecekte hallolacağına inandığımız ütopik yaklaşımlara terk etmek hem sorumsuzluk olur hem de vicdan rahatlatmadan öte geçmeyen apolitik bir tutum.

Mehmet Ali Çalışkan

Üyelik Tarihi: 16 Şubat 2016
17 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör