‘Müşterekler Siyaseti’ Kadıköy’de Buluştu

Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği (SEHAK) 15 Eylül’de Kadıköy’de “Müşterekler Siyaseti İçin Aktivistler Buluşması” düzenledi. Açılış konuşmasını ve moderatörlüğünü Su Hakkı’ndan Özdeş Özbay’ın yaptığı toplantıya Kadıköy Kent Konseyi’nden İkbal Polat, Müştereklerimiz aktivisti Fırat Genç, Su Hakkı Kampanyası’ndan Nuran Yüce ve 350.org’dan Efe Baysal katıldı.

Üç oturum şeklinde gerçekleşen aktivistler buluşmasında müşterekler siyasetinin tarihsel gelişiminin yanı sıra Türkiye’de ve dünyada müşterekler hareketinin deneyimleri tartışıldı. Ayrıca kentin müşterek olarak nasıl tahayyül edilebileceği, iklim ve su krizinin boyutları, kentsel mücadelelerin önemli parçalarından biri olan su hakkı ve dünya genelinde müşterekler siyasetine kapı aralayan yeni belediyecilik deneyimleri tartışıldı.

Müşterekler insan türünün varlığını sürdürmesi açısından elzem

Kentin bir müşterek olarak kurgulandığı ilk oturumda  yazar ve çevirmen Fırat Genç müşterekler konusunu kavramsal olarak açıkladı. Genç, “Müşterekler İngilizce’deki ‘commons’ kavramının Türkçe’deki karşılığı. Yarıca ortak, ortak alan ve ortak varlıklar demek. Literatürde ise ortak zenginlikler olarak geçiyor. Müşterekler herkese ait olan dolayısıyla hiç kimseye ait olmayan olarak tanımlanıyor. Bu tanım ilk evrede su, göller, nehirler, ormanlar ve hava gibi doğal varlıkları akla getiriyor. Bunlar insan türünün biyolojik varlığını sürdürmesi açısından elzem. Bunlara erişimin kısıtlanmamış olması gerekir ki insan türü olarak biyolojik varlığımızı sürdürebilelim.”  diyerek müştereklerin önemine dikkat çekti.

Müşterekler doğal varlıklarla sınırlı değil

Müşterekler kavramının ilk olarak doğal varlıkları akla getirmesini eksik bir tanımlama olarak değerlendiren Genç, “İşin içerisine doğal varlıklar gibi anında tespit edemeyeceğimiz unsurları da katmak gerekiyor. Bunlara insanlığın kolektif yaratıcılığının maddi ve gayri maddi ürünleri de diyebiliriz. Böyle tanımladığımızda işin içerisine bir park da girer, meydan da girer, kentsel altyapı sistemleri dediğimiz kanalizasyon ve elektrik sistemi gibi şeyler de girer. Müşterek olarak ürettiğimiz sistemler bunlar. Bilginin kendisini de müşterek olarak düşünmek mümkün. Dolayısıyla interneti de. Tarihi ve kültürel miras gibi daha soyut şeyleri müşterek olarak düşünmek mümkün.” diyerek müşterek tanımını genişletti. Genç, “Kentler yaratıcılık, dayanışma, karşılıklılık ve güven gibi birtakım değerler üzerine kurulmuş ve bu kolektif edimler üzerinden varolan alanlardır. Kentleri var eden şey ortak müşterek yaratıcılığımız esasında. Kentlerde parklar ve meydanlar gibi birtakım müştereklerden bahsetmek mümkün. Bazen elle tutamayacağımız birtakım ilişkiler ağı da olabilir. Mesela insanların Emek Sineması etrafında birtakım tarihsel, kültürel hafızamıza sahip çıkmaya çalışması bir müştereğin sahiplenilmesi anlamına geliyor.” dedi.

Orman olduğu yerde, su durduğu yerde müşterek değil: Piyasa ilişkilerinden özerk kaldığı sürece müşterek

Her şeyin müşterek olmadığını ve bazı kısıtlar koymak gerektiğini vurgulayan Müştereklerimiz aktivisti Genç’e göre bir şeyi müşterek yapan nokta piyasa süreçlerinden bağımsız ve özerk olabilmesi. Bunu Marx’ın Odun Hırsızlığı makalesinde verilen Almanya’daki orman alanlarının müşterek olma vasfını kaybetmesi örneğine atıfta bulunarak açıklayan Genç, “Orman alanları Alman köylüsünün gidip yakacağını ve günlük yiyeceğini elde ettiği yerdir. Köylünün piyasa dışında günlük geçimini sağlamasını mümkün kılan unsurlar ormanda olduğu için ormanın kendisi müşterektir. Orman olduğu yerde müşterek değildir. Su durduğu yerde müşterek değildir. Ancak piyasa ilişkilerinden özerk kaldığı, piyasa ilişkileri dışında ilişki ve pratikleri mümkün kıldığı ölçüde müşterek olabilir. ” diye belirtti.

Türkiye’nin 2000’leri müşterek olanların çitlenmesi üzerine kurulmuş bir tarihsel bir dönem

Türkiye’nin 2000’lerini değerlendiren Genç şu şekilde konuştu: Çitlemeler ve müşterek meselesi sadece tarihe özgü birşey değil. Sürekliliği olan bir şey. Bu Türkiye açısından çok bariz. Çünkü Türkiye’nin 2000’leri esasında müşterek olanların çitlenmesi üzerine kurulmuş tarihsel bir dönem. 2001 ekonomik krizi sonrasında hayata geçirilen inşaat ve enerji üzerine kurulan ekonomik büyüme modeli birtakım müştereklerin sürekli olarak çitlenmesi üzerinden kendini var eden bir model. Devletin bu dönemde yasal ve idari anlamda kendini yeniden yapılandırması bunu mümkün kılan şey oldu.

Mahalle de müşterektir

Genç ayrıca 2005-2011 arasında yoksul mahallelerdeki ve gecekondu mahallelerindeki kentsel dönüşüm projelerine karşı ortaya çıkan direnişin önemli bir kentsel muhalefet örneği teşkil ettiğine işaret etti. Buna göre rant baskısı altında olan ama piyasa ilişkilerinin giremediği Ayazma, Başıbüyük ve Sarıyer gibi kent çeperindeki gecekondu mahallelerinin yanı sıra Sulukule, Tarlabaşı, Süleymaniye gibi kent içerisindeki yoksul mahallelerde devletki eksik piyasalaşma, metalaşma süreci kentsel dönüşüm projeleri üzerinden kurgulandı. Bu da mahalle dayanışma dernekleri üzerinden bir direnişe sebep oldu. Temel gayeleri yerinde dönüşümdü. Yani ahali orda kalsın, parkları dursun, yerinden edilmesin. Mahalle mahalle olarak varlığını koruyabilsin. Şöyle bir tür söylemsel bir repertuar kuruldu. “Mahalle hepimizindir. Bizi var eden şey mahalledir. Mahalle müşterektir.” Çünkü bu yoksul halkı -ki esasında İstanbul’un işçi sınıfından bahsediyoruz- İstanbul’da var kılan ilişkiler o mahallede olmaktan kaynaklanmaktadır.

Gezi bir müşterek siyaset örneği

Yazar Genç’e göre Gezi bir kentsel müştereğin savunusu ve aynı zamanda bir müşterekleştirme faaliyeti. Genç, “Gezi Parkı dediğimiz şey bir toplumsal ekolojik zenginliğin savunusuydu herşeyden önce. Gezi Parkı’nın kendisi müşterek. Çünkü kentlilerin piyasa dışında kalabilmiş bir alanda birbirleri ile karşılaşmasını mümkün kılan bir yerdi.” dedi. Genç, ayrıca “Yerlerin temizlenmesinden, yiyeceğin örgütlenmesine, kütüphanenin kurulmasına kadar iki hafta boyunca Gezi’de kurulan hayatı da müşterekleştirme faaliyeti olarak düşünebiliriz. Çünkü bugünkü toplumsal ilişkilerden farklı, başka türlü ilişkiler bütünü kurabileceğimizi gördük ve deneyimledik. Paranın dolaşmadığı, karşılıklı güven ilişkisi üzerine kurulmuş, özyönetim anlayışı üzerine kurulmuş bir ilişkiler ağının uygulanabilir olduğunu gördük.” dedi.

Kent konseylerinin görevi müşterekleri korumak

Kenti bir müşterek olarak kurgulamanın tartışıldığı oturumda Kadıköy Kent Konseyi’nden İkbal Polat, başta kent konseyleri olmak üzere yerel yönetimlerle müşterekler arasındaki ilişkiye değindi. Müşterekler kavramının kent konseylerinin görev alanına girdiğini belirten Polat, “Müşterekler kavramının çıkışı ve gelişimi ile sürdürülebilirlik kavramının çıkışı ve gelişimi çok paralel seyrediyor. Kent konseylerinin çıkışı da sürdürülebilirlik üzerinden şekilleniyor. Yönetmelikte kent konseyinin görevlerine baktığımız zaman orda müşterekleri görüyoruz. Orman ve su alanlarının, su varlıklarının, doğal ve kültürel mirasın korunması gibi temel, ortak ve doğal varlıkların korunması ve bunların güvenceye alınması kent konseylerinin temel görevleri.” şeklinde konuştu.

1000 civarında belediye başkanımız görevi ihmal içinde

Kent konseylerinin çıkış noktasının 1996’da İstanbul’da gerçekleşen Habitat II Konferansı’nda belirlenen Yerel Gündem 21 Projesi’nin sonucu olduğunu söyleyen Polat, “Belediye Kanunun 76. Maddesi’ne göre tüm yerel yönetimlerin kent konseylerini kurarak, o kentteki sivil toplum başta olmak üzere tüm aktörleri bir araya getirip kentin öncelikli gündemlerini sürdürülebilirlik esası üzerinden bir program oluşturması görevi var. Bu konseyler tarafından orman alanları, kamusal alanlar, sulak alanlar gibi ortak alanların korunması gerekiyor. Bunun yanısıra kentlerde yönetişim ve sivil toplumun güçlenmesi de bu konseylerin görevi.” dedi. Polat ayrıca, “Türkiye’de 1300 belediye var ancak 285 kent konseyi var. 1000 civarı belediye ve belediye başkanımız  görevi ihmal içinde. Hala bu konseyleri kurmayanlar var. Geri kalan 285’inin ise çoğunun kendine ait mekanı yok, bağımsız değil, pek çoğu o belediyenin reklam aracı gibi. Müştereklerin korunması üzerine bir çalışma yapamıyor maalesef.” dedi.

Polat, Kadıköy Kent Konseyi olarak Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı’nın özelleştirilmesine karşı sürdükdükleri mücadeleyi anlattı. Kalamış’taki mahalleli, Kadıköy’de sivil toplum kuruluşları, başta belediye olmak üzere çeşitli kamu kurumları, meslek odaları ve üniversiteler ile birlikte karşı oradaki kamusal alanın kamusal alan olarak kalması için mücadele verdiklerinden bahseden Polat, “Kent konseyleri bu anlamıyla bir kamusal alanın yeniden inşası, oradaki sivil toplumun güçlenmesi, mahallelilik ilişkilerinin gelişmesi,  yerel yönetimlere katılım ve yönetişim süreçlerini işletebileceğimiz önemli zeminlerden bir tanesi.” şeklinde konuştu.

İklim değişikliği insanlık tarihi boyunca var

Fosil yakıtların iklim krizini derinleştirdiğine dikkat çeken Baysal, fosil yakıtlara odaklanmak konuyu kaçırmak olduğunu söyledi. Baysal, “Sadece fosil yakıtlar değil bu sistemik mantık nasıl iklim krizini derinleştiriyor bunu da artışmaya açmak gerekiyor. Bunun izdüşümlerini kent ölçeğinde çok net görebiliyoruz. Kentler büyüdükçe, azmanlandıkça tüketim mabetleri haline geldikçe gerek enerji ihtiyaçlarından gerek doğal kaynak ihtiyaçlarından dolayı iklim krizini derinleştiriyor.” dedi.

350.org’dan Efe Baysal iklim değişikliği ve küresel ısınmanın tarihini anlattı. Baysal, “İklim değişikliği dediğimiz mevzu sadece 19. yüzyılda Endüstri Devrimi ile başlayan bir süreç değil. İnsanlık tarihi boyunca hatta ondan önce gezegenimizin belli başlı dönemler içinde iklim değişikliği yaşadığını biliyoruz. İklim değişikliği bütün gezegeni etkileyecek şekilde de olabilir, bölgesel de olabilir.”  dedi. Buna kanıt olarak Nusaybin’de bulunan 4000 yıllık Akad kil tabletini gösteren Baysal, Akad uygarlığının Bereketli hilal denilen su ve doğal kaynakları zengin bir bölgede kurulduğunu biliyoruz. Bu uygarlığın çökme sebeplerinden biri de bölgesel iklim değişikliği. Kil tableti de bunu belirtiyor. Tablette ilk kez koca arazilerden tahıl alınamadığı, sulak arazilerden balık çıkmadığı, bulutlardan yere damla düşmediği,  bir paraya çeyrek şişenin yarısı kadar yağ ya da tahıl alınabildiği, insanların aç olduğu yazıyor.” dedi. Nusaybin’deki kil tabletinin geçmişten gelen bir uyarı olduğunu vurgulayan Baysal, “İklim değişikliği zaman zaman bölgesel ve küresel ölçekte hep insanlık tarihi ile var olmuş. Şayet önlem almazsak, gelecekten belki bir distopyatik diyebileceğimiz bir sahneyi yaşayabiliriz.” dedi.

Sınır 350

İklim krizinin ana sebebinin atmosferdeki sera gazları olduğunu ifade eden Baysal, 650 bin yıl öncesinden günümüze kadar atmosferdeki karbondioksit miktarlarını açıkladı. Buna göre 1950 yılına kadar atmosferdeki karbondioksit miktarı 300 ppm sınırını geçmiyor. Bu tarihten itibaren hızlı bir şekilde yükselen bu oran Mayıs 2018’de  411’e ulaşıyor. Baysal, “Sera gazları atmosferde yoğunlaştıkça ısınma artıyor, küresel ısınma gerçekleşiyor, azaldıkça buzul çağlarına dönmeye başlıyoruz. Hep bir dalgalanma var. Ancak 1950’de ivme kazanıyor. Bu ivmenin ana sebebi insan faaliyetleri. Endüstri devrimi ile beraber gitgide atmosferde sera gazlarının artması ve yoğunlaşması ile birlikte  milyon parçacıktaki karbondioksit oranının yükseldiğini görüyoruz. Mayıs 2018 itibariyle bizler 411 ppm rakamını görmüş durumdayız. Bilim insanlarına göre insanlık uygarlığını devam ettirebilmek için milyon parçacıktaki karbondioksit oranı maximum 350. 350’nin üzeri bizi tehlikeye sokuyor.” diyerek 350 org. ismiyle bu bilimsel gerçekliğe dikkat çekmeye çalıştıklarını söyledi.

Küresel ısınma seviyesinden de bahseden Baysal, “Bilim insanlarına göre küresel ısınmayı ekolojik eşiklerin ve iklim eşiklerinin aşılmadığı bir seviyede tutmak istiyorsak bu maksimum 1,5  C düzeyinde olmalı. 2 dereceyi geçtiğinde kontrol edilemeyen noktalara bizi götürebilir. Küresel ısınmayla mücadele etmek için 90’ın üzerinde ülke Paris İklim Anlaşması’nı imzaladı, ancak Türkiye hala imzalamadı.” dedi. Baysal, “Bu anlaşma çerçevesinde imzacı ülkelerin sera gazı salınımlarını nasıl yapacaklarını ve nasıl müdahele edeceklerini gösteren taahhütleri toplayınca çıkan rakam Endüstri Devrimi öncesine göre 3,5 ile 3,7 arasında. Bilim insanlarının bahsettiği seviyeden fazla. Bugünlerde aşağı yukarı 1 derece ısınmış durumdayız. Bugün iklim açısında dünya cehennemi yaşadı. Japonya’yı vuran soğuk hava dalgaları, Avrupa’yı vuran sıcak hava dalgaları, Yunanistan’da kontrol edilemeyen yangınlar, Amerika’da benzer olaylar. İsveç’te bile başlayan yangınlar. Gelişmiş ülkelerden bahsediyoruz bir yandan. Orman canlılarının ve insanların yok olması, bir yanda kentlerin tahribatı var.” diyerek iklim krizinin tüm canlıları nasıl etkilediğini anlattı.

Doğal afetlerde 30 yılda yüzde 200’den fazla artış var

İklim değişikliği dünyada yaşanan afetleri de etkiliyor. Baysal, “İklim krizi derinleştikçe ‘doğal afetler’de bir artış olduğunu benzer görebiliyoruz. 1971-1980 arası raporlanan afet 743 iken 2001-2010 arasında bu sayı 3496’ya çıkıyor. Yani yüzde 200’den fazla bir artış görüyoruz.” diyerek 2010-20 arası bu sayı ne olacağını merakla beklediklerini dile getirdi.

Kentleşme pratikleri de iklim krizini derinleştiren unsurlarından biri haline geliyor. Baysal, “Dünya nüfusun yarıdan fazlası yani yüzde 54’ü kentlerde yaşıyor. Kentleşme pratiği 21. yüzyılda çok ciddi bir şekilde artmış durumda. 1950’de 746 milyon kişi kentte yaşarken bugün bu sayı 4 milyara yaklaştı. Küresel ölçekte kentler doğal kaynak tüketiminin yüzde  75’inden, enerji kullanımının yüzde 60 ila 75’inden ve sera gazı salınımlarının yüzde 71’nden sorumlu haldeler. Kentlerin arkasındaki itici güç inşaat sektörü de bütün suyun yüzde 40ı’ndan, orman ürünlerinin yüzde 70’inden, enerjinin yüzde 45’inden sorumlu halde. Kentlerin giderek azmanlaşması, etraflarındaki doğal kaynakları, ormanları, suyu, taşı ve havayı sömürmesi gezegenimize çok iyi gelmiyor. “ dedi. Baysal, “Tüketim mabetleri ve ekonomik büyümenin merkezi olan kentleri besleyebilmek, su kaynaklarına ve enerjiye ulaşmak için kentlerin yayıldığını ve genişlediğini görüyoruz. İstanbul su ihtiyacını kendi sınırlarını aşıp 185 km öteden Melen’den karşılıyorsa kentin su kıtlığı olmakla beraber bir başka alandaki müştereği çekmiş oluyorsunuz.” dedi.

İklim krizi en fazla su üzerinden oluyor

Su Hakkı’ndan Nuran Yüce dünyada ve Türkiye’deki su krizi ve mücadelelerinden bahsederek iklim krizinin su ile ilgili olduğuna dikkat çekti. Yüce, “Su bu gezegen içinde yaşamsal öneme sahip. Doğal afetler içinde seller çok fazla. Kasırga fırtınalarının şiddetlenmesinin nedeni okyanus sıcaklığının artmasıdır. Başlı başına kuraklık su ile ilgilidir. İklimin düzenleyicisi su. İklim değişikliğinden en fazla etkilenen ve bizim etkisini en fazla hissettiğimiz mevzu su. Deniz seviyelerinin yükselmesi, yağmurun istenilen dönemlerde değil çok kısa ve şiddetli yağması.” Dedi.

Su meselesini bir çevre meselesi değil

Su Hakkı Kampanyası olarak 2010 yılından beri bu alanda mücadele verdiklerini belirten Yüce, “Asla su meselesini çevre meselesi olarak görmüyoruz. Su meselesi diğer çevre meselelerinde olduğu gibi kapitalizmden kaynaklı, neoliberal politikaların derinleştirdiği ve bir mevzu. Su krizinin temel sebebi kapitalizmin temel işleyişi ve kapitalizmin krizine çözüm olarak sunulan neoliberal politikalardır.” dedi.

Su hakkı mücadelesi geniş bir alan

Su hakkı mücadelesinin kapsamından bahseden Yüce, “Su hakkı mücadelesi dediğimizde oldukça geniş bir kavramdan bahsediyoruz. Kentteki insanların içilebilir nitelikteki suya erişebilmesi, aynı zamanda ekonomik olarak da erişebilmesi su hakkı mücadelesinde yer alıyor. Su varlıkların tükenmesi ve kirlenmesine yol açabilecek her türlü projeler, enerji projeleri, nükleer, termik ve jeotermal santraller, madencilik ve petrol boru hatlarına karşı su hakkını korumak için verilen mücadeleler. Suyun kıt olduğu yerlerde suyun çekilmesine karşı mücadeleler. Suyun yaşam hakkını savunan mücadeleler.” diye belirtti.

Su hakkı mücadeleleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başladı

Su hakkı mücadelelerinin tarihini aktaran ve dünyadaki örneklerine değinen Yüce, “Mücadeleler İkinci Dünya Savaşı sonrası kalkınmanın, modernleşmenin ve dünyaya hükmenin aracı olarak ifade edilen barajlar ile başladı. 20. yüzyılın sonunda 140 ülkede 45 bin büyük baraj vardı. Barajlar büyük göç dalgası yarattı. Hindistan Narmada Vadisi ilk baraj karşıtı hareket. 30 büyük baraj, 130 orta ölçekli baraj ve75 bin kilometrelik sulama kanallarını kapsayan Narmada Kalkınma Projesi 1979  yılında planlandı. Buna karşı yerlerinden yurtlarından edilecek insanlar uluslararası bir kampanya düzenledi. Hükümet eylemlerini yasakladı, ciddi bir şekilde bastırdı. Ancak bu Dünya Bankası’nın projeden desteğini çekmesine sebep oldu. Bu o dönemde büyük bir adımdı.” diye konuştu.