Bildiğimiz Sivil Toplumun Sonu?

Dediğim gibi, tarih düz bir çizgide ilerlemiyor. İçinde bulunduğumuz zor zamanların yükünü biraz daha geniş bir açıdan bakarak, olan biteni diyalektik bir şekilde anlamlandırmaya çalışarak hafifletebiliriz. Hafifleyen yükü kaldırmak da o yükle ne yapacağımıza karar vermek de daha bir mümkün olabilir.
— Yaşar Adnan Adanalı’nın Linkedin’de yayınladığı makalesini Sivil Sayfalar okuyucularıyla da paylaşıyoruz —
Kamu – özel sektör – sivil toplum… Kağıt üzerinde demokratik bir toplumun olmazsa olmaz üç ayağı: Kamu, yurttaşların temel hak ve hizmetlere erişimini güvence altına alacak. Özel sektör, mal, hizmet, teknoloji üreterek ekonomik büyüme ve istihdam sağlayacak. Sivil toplum, sosyal adaleti, insan haklarını ve doğa korumayı merkeze alarak kamunun politikaları ve özel sektörün faaliyetlerinin olumlu yönde dönüşümü için çalışacak.
Bu sacayağının farklı ölçeklerde yansımalarını bulmak mümkün: Yerel, ulusal, bölgesel, küresel… Bu farklı ölçekleri bir arada düşünmeden ve aralarındaki geçişleri/ilişkileri kurmadan, etkili olmak pek mümkün değil. Örneğin, bir şehirde kamu yararını merkeze alan, demokratik bir belediye, yerel ekonomik kalkınma için canla başla çalışan özel sektör aktörleri ve oldukça etkin bir şekilde savunuculuk faaliyetlerinde bulunan bağımsız sivil toplum kuruluşları bulunsun. Bu şehir, eğer küresel iklim değişikliği ile sular altında kalacak bir coğrafyada bulunuyorsa, sadece yerel ölçekte bu sacayağının kurulmasının bir faydası olmayacağı açık. Belki iklim krizine adaptasyon konusunda başka yerlere göre daha dirençli bir eylem planı ortaya koyabilirler koymasına, ama kök sorunu çözemezler.
Temel gayemiz ortak insanlık ülküsünü ilerletmekse, bu sacayağını farklı ölçeklerde ele almak da yetmez. Bir toplumsal sorunun başka meselelerle ilişkiselliğini de düşünmek zorundayız. İklim krizi toplumun her kesimini aynı oranda etkilemiyor, malum. Sıklıkları artan ekstrem hava olayları sonucunda bir şehri vuran sıcak hava dalgasına hazırlıksız yakalanan yaşlılar hayatlarını kaybedebilir. Veya küçük çiftçiler, kuraklık veya don yüzünden geçim kaynaklarını kaybedebilir. Dolayısıyla iklim krizini, halk sağlığı, yaşlılık, kırsal kalkınma gibi başka alanlarla ilişkisi üzerinden düşünmek zorundayız. Geldiğimiz noktada, sivil toplumun “çok ölçekli” (multi-scalar) ve “ilişkisel” (relational) olması son derece anlaşılırdı.
Peki bu anlatıyı, kağıt üzerinden değil de toplumsal, siyasal gerçekler üzerinden kursak, neler değişirdi? Tek bir anlatı olmadığını, kimliğimiz, sınıfımız, siyasetimiz, deneyimlerimiz ve verdiğimiz mücadeleler ile bu anlatıların çeşitlendiğini hatırlatarak başlayayım.
1. Neoliberalizmin Yükselişi ve Sivil Toplumun Kurumsallaşması (1970-2000)
Bir 50 yıl geriye gitmek, bugünü anlamak için faydalı olabilir. Soğuk ve sıcak savaşların devam ettiği, iktisadi krizlerin vurduğu 1970’lerin sonunda dünya büyük bir dönüşümden geçti. En temelde bir bölüşüm krizi olarak okuyabilceğimiz bu büyük dönüşüm ile bugün adına “neoliberalizm” dediğimiz ve yıllar içinde dile pelesenk olan; serbest piyasa ekonomisi, özelleştirme, deregülasyon, ve küreselleşme gibi ilkeler üzerinden yükselen yeni bir ideoloji, ya da “Kapitalizm 2.0”, Batı’da seçimler, Türkiye ve Şili gibi ülkelerde de darbeler ile tepeden aşağıya bir şekilde “yüklendi”. “İthal ikameci ekonomi” ve “refah devleti” merkezindeki güçlü kamunun özel sektör lehine zayıflatıldığı, büyük sermayenin önündeki her türlü engelin, özelleştirmeler ve küreselleşme ile kaldırıldığı, ve bu büyük dönüşümün hem farklı ölçeklerde hem de farklı alanlarda çok doğrudan toplumsal ve çevresel etkisinin görüldüğü uzun bir dönem tecrübe ettik.
1980’lerde, Soğuk Savaş dengesinin Batı Bloğu’nun lehine değişmesine de paralel bir şekilde sendika, sol örgüt, öğrenci hareketleri gibi, 1960 ve 1970’lerin etkili toplumsal ve siyasal hareketleri giderek zayıflatıldı. Bir taraftan da kalkan “demir perde” ve küreselleşen sermaye ile çeşitliliği artan ve çok katmanlı hale gelen dünyanın toplumsal sorunları yeni örgütlenme modelleri ve mücadele alanlarını bir ihtiyaç olarak ortaya koydu.
1990’lara geldiğimizde, “şok terapileri” ile tüm toplumsal ve idari yapıları çözülmüş Rusya ve eski Doğu Bloğu ülkelerinin durumu; özelleştirmeler ile güvencesizleşen Batı’daki örgütsüz işçi sınıfının sorunları; küreselleşme ile gelir dağılımındaki uçurumun keskinleştiği “Zengin Kuzey – Yoksul Güney” ayrımı; “ozon tabakasındaki delik”, “yok olan Amazonlar ve biyolojik çeşitliliğin azalması” gibi küresel hassasiyetlere dokunan çevresel gündemler ve “sürdürülebilirlik” kavramı; “tektipleşme” baskısı altındaki çok-kültürlü yeni dünyanın azınlık hakları, kültürel tanınma ve kimlik siyasetleri; ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadeleleri, sivil toplumun önünde yeni mevziler olarak belirdi.

Kamunun elindeki kaynakların kar transferleri ile özel sektöre aktarıldığı ve önündeki her türlü regülasyonun kaldırıldığı neoliberal ideolojinin toplumsal ve çevresel bedeli göz ardı edilemez boyutta ve hızda yayılırken, önceki dönemin toplumsal hareketlerinden farklı bir sivil toplum da ortaya çıkmaya başladı. 1985’te, Afrika’daki açlıkla mücadele için Londra’da ilk Live Aid Konseri düzenlendi. 1986’da Çernobil Felaketi’nin ardından küresel anti-nükleer hareketi ivme kazandı. 1992 Dünya Rio Zirvesi ile iklim değişikliği artık göz ardı edilemez bir mücadele alanı olarak belirdi.
Ekonomik kalkınmanın doğrudan yoksullukla mücadele ve toplumsal gelişme anlamına gelmediğinin, yani neoliberal ideolojinin “tepede biriken sermayenin damlalar halinde aşağılara doğru ineceği” iddiasının safsata olduğunun idrakiyle birlike, ister “gaz almak” ister gerçekten çözüm üretmek için deyin, Dünya Bankası 1993 yılında Sosyal Kalkınma Departmanı’nı kurdu. 1990’ların sonunda uluslararası sivil toplum koalisyonu, Dünyanın en yoksul ülkelerinin 100 milyar dolar borcunun silinmesi için Jubilee 2000 Kampanyası’nı düzenlendi. 2000’lerin başında Davos’ta dünyanın en zenginlerini bir araya getiren Dünya Ekonomik Forumu’na alternatif olarak Porto Alegre’de ilk Dünya Sosyal Forumu, “Başka Bir Dünya Mümkün” sloganıyla toplandı. Benzer dönemlerde şirketler ise “sürdürülebilirlik” ve “kurumsal sosyal sorumluluk” başlıkları altında sosyal ve çevresel etkinlerini konuşmaya başladı. Bu amaçla 1999’da BM Global Compact’ı başlattı.
2. Küresel Krizler Çağı ve Yeni Hareketler (2001-2020)
Uluslararası ulaşımın kolaylaşması, haberleşme araçlarının gelişerek çeşitlenmesi, ve internetin gündelik hayatta kapladığı yerin hızla genişlemesiyle “küresel dünya” algısı yerleşti, toplumsal ve çevresel sorunların çok ölçekli ve ilişkisel boyutları daha kolay anlaşılır, sorunlar karşısındaki çabalar daha kolay örgütlenebilir hale geldi.
Tüm bu gelişmelerin oldukça merkezinde yer alan Türkiye’nin, Avrupa Birliği üyelik sürecinin 1990’lar sonu 2000’ler başında ivme kazanması ve sosyal kalkınma, doğa koruma, insan hakları, ve demokratikleşme gibi yapısal dönüşümlerin fasıllar halinde kamunun önüne gelmesi, AB’den gelen büyük ölçekli kalkınma yardımları ve sivil toplum hibeleriyle desteklendi.

1999 Marmara Depremi’nin hemen sonrasında yükselen, “nerede bu devlet?” çığlıkları arasında AKUT ve benzeri sivil inisiyatiflerin parlaması ile yeni nesil bir sivil toplumun da temelleri atılmıştı. Dışardan bakıldığında hem liyakatlı hem de özverili insanları bir araya getiren bu inisiyatifler, sanki kamu – özel sektör – sivil toplum sacayağındaki büyük boşlukları doldurabilecek bir potansiyele sahiplerdi. 1996 yılında kurulan Doğal Hayatı Koruma Vakfı, 2001 yılında WWF Türkiye adını aldı. 2002 yılında Doğa Derneği, yine aynı yıl Toplum Gönüllüleri Vakfı, 2005 yılında Diyarbakır merkezli Kadın Merkezi (KAMER) kuruldu. 1993 yılında kurulan Lambdaİstanbul 2006 yılında dernek statüsü aldı. Liste uzar gider.
Deprem sonrası mobilizasyonun AB’nin yapısal uyum süreci ile buluşması ile sivil toplumun kurumsallaşma deneyimi de hızlandı. Kaynaklar arttı ve pasta büyüdü büyümesine ancak hibe ilişkileri, sivil toplum kuruluşları için en temel gelir getirici faaliyet halini aldı. 1980 öncesi dönemin tabanda örgütlenen “sivil toplumu”ndan farklı bir şekilde, üye sayıları profesyonel çalışanlarından az olan profesyonel STK’lar çoğaldı.
11 Eylül Saldırıları ve devamındaki Irak ve Afganistan işgalleri, “küreselleşen dünya” önündeki ilk büyük engeller olarak belirmişti. Öte yandan savaş karşıtı hareket de küresel ölçekte örgütlendi. Bu dönemde uluslararası ticaret ise küresel ağlarını örmeye devam etti.. Çin üretti, ABD tüketti.
2004’te Facebook, 2005’te YouTube, 2006’da Twitter, 2007’de IPhone hayatımıza girdi. Aramızdaki mesafeler kısalmaya, bağlar güçlenmeye devam etti. 2007’de İklim Adaleti için Küresel Eylem Günü tüm dünyada koordineli eylemlere sahne oldu.

2008’de, 1930’lardaki Büyük Buhran ile kıyaslanan finansal kriz dünyayı etkisi altına aldı, toplumsal bedeli ağır oldu. ABD, İngiltere ve AB, büyük bankaların milyarlarca dolar borçlarını üstlendi. Kamu, bir kez daha özel sektöre “sermaye transferinde” bulundu. Devamındaki 15 yılda gelir dağılımındaki eşitsizlik büyümeye devam etti. 2008 finansal krizi sonrasında baş gösteren sosyal hareketler önce “Arap Baharı”, sonra “Wall Street’i İşgal Et” hareketi, ve devamında kent meydanlarına yayılan toplumsal adalet ve demokratikleşme taleplerini, yeniden küresel ölçekte gündeme taşıdılar. Bu yeni toplumsal hareketlerin bir kısmı siyasal hareketlere dönüştü. 2015’te, aktivist Ada Colau Barcelona Belediye Başkanı seçildi. Aynı yıl Syriza hareketi Yunanistan’da yönetime geldi ve Alexis Tsipras başbakan seçildi.
Kentli, ekolojik hassasiyetleri yüksek, yatayda örgütlenen, küresel olarak angaje, sosyal medyayı aktif kullanan, kurumsal STK’lardan ve geçmiş dönemin toplumsal hareketlerinden farklılaşan yeni bir sivil toplum aktivizmi dalga dalga yayıldı. Öte taraftan, Suriye’deki “Arap Baharı” hızla iç savaşa evrildi ve milyonlarca insan Türkiye ve bölge ülkelerine, başarabilenler ise Avrupa Birliği sınırları içine göç etmek zorunda kaldı. AB’nin “insan hakları ve demokrasi” gündemi yerini hızla büyük bir demokrasi açığına ve “Kale Avrupası” yaklaşımıyla göçmen ve yabancı karşıtlığına bıraktı.
2020’de baş gösteren Covid-19 pandemisi, birkaç ay içinde tüm dünyayı ele geçirdi, hayat durdu. Artık küreselleşme krizlerle eş anlamlı bir hale geldi. Öte yandan, ülkelerin tek başlarına küresel krizlerle baş edemeyecekleri bir kez daha görüldü. Virüs, sınır tanımadı. Başta ABD olmak üzere, ülkeler para basarak krizle baş etmeye çalıştı, enflasyon rekor seviyelerde arttı. Konut, gıda, yakıt, otomobil… her ürünün fiyatı arttı, hayat pahalılığı baş edilemez bir hal aldı, dünyanın her yanında orta sınıf eridi.
Yeni nesil aktivizm yer yer başarılı kurumsallaşma deneyimlerini biriktirse de, sivil toplum içinde mikro-kimlik siyaseti baskın geldi. Dağıtık ve örgütsüz yapılar git gide sönümlendi. Bu sırada, küresel krizler karşısında siyaset ve ekonomi elitleri de boş durmadı. Teknolojik gelişmelerin rüzgarını da arkalarına alarak, sivil alan üzerindeki etkilerini artırdılar.
3. Dijitalleşme, Teknoloji ve Sivil Toplumun Yeni Sınırları
Teknoloji şirketleri, sadece ürettikleri akıllı telefonlar, giyilebilir teknolojiler, akıllı ev cihazları, elektrikli araçlar, insansız hava araçları gibi makinelerle değil, e-ticaret siteleri, e-market uygulamaları, çöpçatan uygulamaları ile de toplumsal hayatın her alanında faaliyet göstermeye başladılar. Sosyal medya platformları, bilgi ve dezenformasyonla kurduğumuz ilişkiyi de birbirimizle kurduğumuz ilişkiyi de radikal bir şekilde dönüştürdüler. Giderek hızlanan teknolojik gelişmeler, yapay zekanın yaygın kullanımının devreye girmesiyle artık öngörülemez bir hal aldı.
“Hakikat sonrası” olarak adlandırılan çağın en zenginleri, tabii ki bu teknolojiyi geliştiren şirketlerin multi milyarder sahipleri. Bu insanların siyaset üzerindeki etkileri, biriktirdikleri servetleriyle orantılı bir şekilde arttı, “tekno-oligark” yakıştırması ile bu yeni elit sınıfın adı da konulmuş oldu.
Çok bilinmezli dünyada artan eşitsizlikler, azalan toplumsal güven, bölgesel savaşlar, iklim değişikliği, pandemi, gençlerin gelecek kaygısı gibi insanlığın ortak meselelerinde, günah keçisi olarak “sivil toplum” seçildi. Her ülkenin kendi iktidar bloğunun hassasiyetleri doğrultusunda, sivil toplum, belli medyatik bireyler, öne çıkartılan kurumlar ve tematik odaklar ekseninde kriminalize edildi, edilmeye devam ediyor. ABD’de Soros, kayıtdışı göçmenler, “woke”lar, “çeşitlilik ve kapsayıcılık politikaları”, USAID üzerinden sivil toplum şeytanlaştırılırken, Almanya’da Filistin ile dayanışma, Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği, cinsel yönelim, çevrecilik, ve “fonculuk” gibi gündemler üzerinden bu mekanizmanın işlediğine tanık oluyoruz.

ABD’nin pozisyonu, yegane örnek olmamakla birlikte, oldukça belirleyici bir yerde. Tekno-oligarklarla koalisyon halindeki yeni yönetim, kamu ve sivil topluma ayrılan kaynakları ciddi oranda kesmek istiyor. Bu elitler için, sosyal sigorta gibi kazanılmış haklar da dahil, hiç bir konu tartışma dışı değil. Uluslararası insani yardımlar, “kaynak israfı”, “yolsuzluk”, “anti-Amerikancıları desteklemek” gibi gerekçelerle büyük kesintilere gebe. Atlantik’in öte yakasında olan bitenler hem zamanın ruhunu yansıtması hem de tüm dünyaya etkileri sebebiyle önemli. Avrupa’da ise gündem yükselen sağ, göçmen karşıtlığı, ABD’nin aksının kayması ile Rusya üzerinden yükselen güvenlik hassasiyetleri ve bunun sonucunda askeri harcamalara ayrılacak kaynakların geometrik olarak artması. 2000’lerin başından bugüne kadar geçen çeyrek asrın sonunda geldiğimiz yer, daha yüksek sınırlar, daha kapalı toplumlar, uluslararası insani ve kalkınma yardımlarına ayrılan daha az kaynak.
4. Devletler, Şirketler ve Sivil Toplumun Geleceği
1990’ların temel kalkınma gündemlerinden biri, zengin ülkelerin gayrisafi milli hasılalarının binde 7’sini uluslararası yardımlara ayırmasıydı. Birleşmiş Milletler’in Milenyum Kalkınma Hedefleri’nde de, sonrasındaki Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nde de bu madde yer aldı. Tamamen gönüllülük esasıyla ortaya konan bu hedefi tutturan zengin ülke sayısı bir elin parmaklarını geçemedi. ABD’nin başlattığı ve AB üyesi ülkelerin de hızla takip edeceğini anladığımız bu trendle, uluslararası hibelere “kategorik” bir karşı duruş gelişiyor. Bunun hem Türkiye hem de küresel sivil toplum için çok ciddi bir mevzi kaybı olduğu ortada. Özellikle hak temelli çalışan çok sayıda sivil toplum kuruluşunun gelirleri azalacak, ekipleri küçülecek, bir kısmı belki de kapanacak.

Tekno-oligarklar bu “sivil toplum karşıtı” yeni döneme ne kadar hızlı adapte olacaklarını gösterdiler. Facebook ve Instagram’ın sahibi Meta, artık bağımsız teyitçilerden hizmet alımını durduracağını duyurdu. Amazon’un kurucusu Jeff Bezos, sahibi olduğu Washington Post Gazetesi’nin editöryel bağımsızlığının devam etmeyeceğini, “yerli ve milli” bir yayın çizgisine geçeceklerini ilan etti, genel yayın yönetmeniyle yollarını ayırdı. Google, takviminden Onur Haftası, “Black Heritage Month” gibi kapsayıcılık günlerini çıkarttı, haritalarında “Meksika Körfezi”ni “Amerika Körfezi” adıyla değiştirdi.
Evet, önümüzdeki tablo oldukça karamsar. Başa dönüp kağıt üzerindeki denklemi hatırlayalım: Demokratik bir toplumun olmazsa olmaz üç ayağından biri olan, sosyal adaleti, insan haklarını ve doğa korumayı merkeze alarak kamunun politikaları ve özel sektörün faaliyetlerinin olumlu yönde dönüşümü için çalışması gereken sivil toplum, artık bildiğimiz sivil toplum değil. Üç ayaktan biri eksildiğinde, zeminin ayakta kalması mümkün değil elbet. Ultra zenginler ve siyasi elitler, eşitlik, adalet, iklim, biyolojik çeşitlilik gibi insanlığın ortak mücadele zeminlerini kaydırmak için açıktan bir mücadele sürdürüyorlar.
Tarih düz bir çizgide ilerlemiyor. Gerçek anlamda bağımsız bir sivil toplum belki de hiç olmadı. Ama şurası net, bildiğimizin sivil toplumun sonu geldi. Peki buradan sonra bizi ne bekliyor?
Ufukta Görünenlerin Fragmanı
Profesyonel sivil toplum, hem sektörel olarak hem de kurum bazında küçülecek. Hibe dışı gelir kaynağı olmayan, veya tek bir hibe kaynağına bağlı kurumlar ilk etkilenenler olacak. Özellikle hak temelli örgütleri bir kariyer güzergahı olarak belirleyenleri zor günler bekliyor ne yazık ki.
“Sosyal fayda” odaklı çalışmalar sektörel bir uzmanlık olmaktan uzaklaşıp, “herkes değişim öncüsü olabilir” veya “herkes fark yaratabilir” yaklaşımında vurgulanan geçirgenliğe doğru dönüşecek. Haliyle, profesyonelliğe ayrılan kaynakların azalmasıyla yeni bir “gönüllülük” imkanı ortaya çıkacak. Bu hem daha geniş kitlelerin katılımına alan açacak hem de sivil toplumdaki güvencesiz çalışma koşullarını daha da kötü bir hale getirecek.
Belli tematik odaklardaki çalışmalar daha çok devletler ve şirketler güdümünde ilerleyecek, “bağımsızlık” meselesi daha da sorunlu bir hal alacak, faaliyetlerin “altı oyulacak”, “yeşil aklama” yaygınlaşacak. Bazı tematik alanlardaki özellikle hak temelli çalışmalar ise tamamen gayrimeşru görülecek, yasal ve politik engellerle karşılaşacak.
Kullanıcı odaklılık, iş planı, gelir modeli, gelir-gider dengesi, risk yönetimi gibi piyasa gerçekleri ile sivil toplum daha yakın ilişkiler kurmak zorunda kalacak. “Sosyal girişimciliğin”, hizmet ve ürün geliştirmenin, dijital kaynak geliştirmenin, ve dayanışmaya dayalı sosyal ekonomilerin önemi artacak. Bazı alanlarda çalışan kişi ve kurumlar bu sistemden tamamen dışlanacak. Örgütlenme ve gelir modellerindeki çeşitlenme diğer yandan daha dirençli bir sivil toplumun temelini de atma imkanını da beraberinde getirecek.
Herkesin içerik ürettiği bir dünyada sivil toplum da kurumsal iletişimden uzaklaşıp içerik üreticisi haline gelecek. Ama alternatif sosyal medyalara, açık kaynak teknolojik araçlara duyulan ihtiyaç da artacak. Bu küresel krizler çağında meşruiyet zeminini ve gelir kaynaklarını yeniden kurmak zorunda olduğu için yeni bir iletişim yaklaşımına da ihtiyaç duyulacak. Gönüllü emeklerine talip olduğumuz ve dayanışma kurmak istediğimiz insanlarla umut temelli bir iletişim sürdürmek önem kazanacak.
Bu kadar baskı altında ve akışkanlık içinde gerçek manada etkili ve kalıcı ilişkiler kurabilmek için bir araya geldiğimiz insanlarla gündelik hayatın içinden, asgari ortaklıklar zemininde ve “sosyal fayda”, “doğa koruma” gibi daha kapsayıcı politik gündemler odağında topluluklar kurmak kaçınılmaz olacak.
Sanki…
Dediğim gibi, tarih düz bir çizgide ilerlemiyor. İçinde bulunduğumuz zor zamanların yükünü biraz daha geniş bir açıdan bakarak, olan biteni diyalektik bir şekilde anlamlandırmaya çalışarak hafifletebiliriz. Hafifleyen yükü kaldırmak da o yükle ne yapacağımıza karar vermek de daha bir mümkün olabilir.
Dayanışmayla…
Bizi Takip Edin