‘Adalar’da İşgal Altında Olmayan Kıyı Şeridi Yok’

12 Temmuz 2021
“Artık karşımızda kamu yok, kamu imkanlarını, gücünü kullanan imtiyazlı çıkar grupları var. Bu her yönüyle Adalar’ı, canlılarla, cansızlarla ilişkileri, birlikte yaşama imkanlarını tahrip eder nitelikte.” Dünya Mirası Adalar Girişimi ile Heybeliada Sadıkbey Plajı’nda SİT alanı olmasına rağmen basit onarım izniyle iki yıldır süren inşaatın adalardaki deniz kültürüne ve kıyı peyzajına verdiği tahribatı konuştuk. 

Heybeliada’da iki senedir Sadıkbey Plajı olarak bilinen bölgede inşaat devam ediyor. Bu inşaatın doğaya verdiği tahribatla ilgili neler söylersiniz? Bu inşaat, adanın kıyı peyzajında ve insanların denizle ilişkisinde neleri değiştiriyor? 

dünya mirası adalar girişimiSİT alanında böyle bir inşaat yapmak mümkün değil. Ancak gündelik kullanım ihtiyacını karşılayacak duş, soyunma kabini, sundurma gibi hafif strüktürlere izin veriliyor. Bu da otomatik bir izin değil elbette. Yapılacak işin bölge koruma kurulunun onayından geçmesi ve belediyeden ruhsat alması gerekiyor. Karşımızda bütün kıyı peyzajını, topografyasını alt üst eden ağır bir inşaat var. Demek ki burada bir ihlal, hukuk-dışı bir uygulama var. Bu sorunun görünür hali. Bir de meselenin sürekli karşılaştığımız gibi tekil olmayan, yönetsel, siyasal, hatta anayasal bir çerçeveye uzanan başka bir ihlal boyutu var.

Bir kere artık karşımızda kamu yok. Kamu imkanlarını, gücünü kullanan imtiyazlı çıkar grupları var. Bu her yönüyle Adalar’ı, canlılarla, cansızlarla ilişkileri, birlikte yaşama imkanlarını tahrip eder nitelikte. 

‘Heybeliada’daki Uygulama Galataport’takinin Bir Benzeri’

Mülkiyeti Darülaceze’ye ait olan bir SİT alanında ağaçların kesilmesi, kıyı peyzajının değişmesi gibi faaliyetler nasıl mümkün olabiliyor? Basit onarım adıyla izin alındığı söyleniyor ama sonrasında kontrol edilmemesinde ihmaller neler sizce?

Darülaceze bilindiği gibi geçmişi modernleşme sürecinin uygulamalarına uzanan bir kamu kuruluşu. Ama mülkün sahibi değil, arazi Hazine’ye ait. Kıyının da sahibi, kamu. Bu kuruluş bir yatırımcı ile anlaşıyor. Büyük ihtimalle bu arazi de kendisine bunun için veriliyor. Böylece kullanım hakkını elde ettiği yeri bir başkasına devrediyor. Devreye giren kuruluş şehirdeki kamu arazilerine kar paylaşımı yöntemiyle AVM’ler, oteller inşa eden yatırımcı bir kuruluş. Dolayısı ile kendisinden bir hizmet beklenmiyor kamu adına. Tam tersine kamu arazisi kendisine kar sağlaması, yatırım yapması için veriliyor. Bu uygulamanın Galataport’tan bir farkı yok. Orası da yarım asır halka kapatıldı, kamu adına. Sonra çeyrek asır boş kaldı, bir duvar gibi denizle ilişkiyi kopardı. Sonra da özelleştirildi. Burada da aynı durum var.

Önce bir şirketin kamusal alan üzerinde böyle bir tasarruf hakkının olmaması, kamunun da halka ait bir yerin kullanımı ile koşulları belirleyerek hizmet alması beklenir. Elbette ki hizmetler için özel kuruluşlar da devreye girebilirler ama kullanım koşulları belirlendikten sonra. Bu aşamada kar amaçlı kuruluşların yer almaması, STK’ların, yerel halkın olması gerekir. Burada tam tersi oluyor, kullanım koşullarını taşeron belirliyor kendi amaçlarına göre. Bu bir hukuk devletinde kabul edilebilecek bir şey değildir. Burası da halktan gasp edilmiş bir yer olacak, tıpkı diğerleri gibi. Bu anayasal hakların ortadan kaldırılmasından başka bir şey değildir. Çözümler için planlama süreçlerine katılacak, deneyimler arasında köprüler kuracak, yerel politikaları etkileyecek bağımsız STK’lar ortada yok, ya da kamusal alana katılamıyorlar, hayırseverlik faaliyetleri ile sınırlandırılıyorlar.

Sorun sadece Heybeliada ya da Sadıkbey Plajı ile sınırlı değil. Prens Adaları’nın tümünde, dahası tüm İstanbul’da kıyılar işgal altında. Pek çok noktada denize girmek, sahilde güneşlenmek ya paralı ya da yasak. Şu an hakim olan deniz kültürü için neler söylersiniz?

Kıyılar kamunun, halkın malı. Özelleştirmenin dışında bir başka yöntemin olması gerekir. Örneğin kamusal alanlar özele de taşınamaz ama bunun alternatifi kamu adını kullanan aktörlerin yine bu kamusal alanları gasp etmesi, kendisine imtiyaz sağlaması değildir. 

Kamu kavramı türdeş olmayan aktörler arasındaki işleyişler, eylemsellikler ile tarif edilen bir kavramdır. Siyasette çok kullanılıyor ama katılım kavramının hukukla ve demokratik haklarla ilişkisi galiba hala tam anlaşılmış değil.

Özelleştirmenin karşısına kimi zaman ‘kamu’ diye özelden daha özel bir model konuyor. Geçmişte Orman Bakanlığı’nın Büyükada’da yapmaya çalıştığı gibi, kamu “dinlenme tesisleri” yapsın, kendisi işletsin.  Buradaki yönetimsellik modelinin tartışılması önemli. Burası nasıl kullanılacak, bu kamusal nitelikli bir soru ve bu da elbette bir yatırımcıya terk edilemez. Ama aynı şekilde ‘kamu’ adı altında yine keyfi bir şekilde yönetilemez. Bunun yöntemleri var. Kamu görevini yerine getirip, yerel bir yönlendirme organı oluşturduktan sonra gerekirse bazı hizmetler alınabilir. 

Bir de prosedürel koşulları var, örneğin AB katılım prosedürlerinde karar verici-yönlendirici organda çıkar grupları, kar amaçlı kuruluşlar yer alamaz. Eğer yer alırsa, ne yapılacağı, nasıl kullanılacağı bilinmeden, kamusal alanın yönetimi piyasa aktörlerine bırakılmış olur. Bu da kamunun ortadan kalkması ya da işgal edilmesi demektir. İşte burada başımıza gelen tamı tamına budur. 

Adalılarla iletişim halinde olmalısınız. Onlar neler anlatıyor bu yaşananlarla ilgili? Deniz yaşamıyla, doğal peyzajla aralarına giren sorunlarla ilgili en çok nelerden şikayetçiler? 

Gücü olanlar kıyı parsellerdeki değerli mülklerin sahipleri. Bunlar yüzlerce metrelik kıyı şeritlerini dikenli tellerle kapatıyorlar. Özel mülktür girilmez tabelaları da asmayı ihmal etmiyorlar. Diğer bir kesim, daha örgütlü bir topluluk kulüplere üye oluyor ve bu şekilde işgale katılıyor. Geriye kalan çoğunluk ise küçük aralıklardan, değnekçilere para ödeyerek denize, kıyıya erişmeye çalışıyor, tıpkı ziyaretçiler gibi. Bu parçalanmış yapı içinde kimlerin seslerini duyurabildiğini, ayrıcalıklara sahip olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu kaotik düzen içinde, eşitsizlik yeniden üretiliyor. Farklı kesimler, güçleri oranında kıyıdan yer kapmaya çalışıyor. En altta kalanlar ise eziliyor.

Adalar’da işgal altında olmayan kıyı şeridi yok. Ya eskiden “değnekçi” diye tarif ettiğimiz küçük işgalciler gibi yatırımlar yapmayan, az masrafla kar elde etmeye çalışan girişimciler ya da bu işgal edilen alanlardan elde edilen karlarla işini büyüten, yönetimle imtiyaz ilişkileri kuran daha büyük işletmeciler var. Bunların yerel siyaset üzerinde çok önemli etkileri var. Çünkü belediye meclislerini bu çıkar gruplarının temsilcileri oluşturuyor. Her alanda Adalar bu imtiyazlı çıkar grupları tarafından rehin alınmış durumda. Bu yüzden yerel demokrasi, katılım ortadan kalkıyor. Halkın tamamı bu durumdan şikayetçi ama elinden bir şey gelmiyor. 

Marmara Denizi’ni kaplayan müsilaj da şu anki en temel sorunlardan biri. Ada ve deniz kültürünün korunması, deniz yaşamını, doğayı tehdit eden, tahrip eden tüm girişimlerin engellenmesi için hangi politikalar uygulanmalı? 

Diğer afetler gibi müsilaj da ancak başımıza geldiğinde, görünür olduğunda sorunmuş gibi algılanıyor, tartışılıyor. Müsilaj bir gösterge. Sorunun yalnızca yüzümüze çarpan, görünür hale gelen bir belirtisi. Peki, öncesinde bir sorun yok muydu? Fosfat, deterjanlar patladığında kıyılarda yüzülemez oldu. Tekneler bile hareket edemez oldu. Sonra bu süreç Marmara’nın ölümü ile bitti. Sahiller doldurulunca denizdeki yaşam çeşitliliğine kuvözlük yapan kıyı bandı tamamen imha edilmiş oldu. İşte tam bu aşamada Marmara’da ismi bilinen, ‘tanınan’ 150’den fazla balık çeşidi 5’e düştü ya da artık görülmez oldu. 

Sanki yok oluş çok daha ölçülemeyen, görülemeyen ve müdahale edilemeyen, anlık bir vaka.  Siyasetçilere bakarsanız sorunlar çözülmüştü çoktan. İleri Biyolojik Arıtma Tesisleri atık suların her damlasını temizleyecekti. Biyolojik arıtma ve kollektörler için 80’li yıllardan beri muazzam borçlara girildi. Milyar dolar mertebesindeki krediler (ve anormal şişirilen) su faturalarının yarısı biliyorsunuz, atık suya gitti. Hala bunların faturasını İstanbullular ödüyor.  

Sorunu anlamak için şu soruyu sormak gerekli: Peki günümüzde büyük maliyetlerle gerçekleştirilen biyolojik arıtma tesisleri çalışıyor mu? STK’lar, bağımsız kurumlar havzaların yönetimine katılıyor, denetliyor mu? 

Adalılar, “Kıyılar işgal altında. Denize giremiyoruz” diyorlar. Yetkililer denizin temizliği için Adalar arası kollektörlerin ve Büyükada Kumsal’da ‘İleri Biyolojik Arıtma Tesisleri’nin planlandığını söylüyorlar. Yayınlarında Marmara’nın tertemiz olacağını söylüyorlar: “Sizler, burada yaşayanlar daha ne istiyorsunuz, doğalgaz, su, iletişim, atıklar, alışveriş hepsi, bütün hizmetler tamam. Çöpleriniz toplanıyor. Suyunuz akıyor.”

İstanbul’un başka yerlerindeki büyük kredilerle, yatırımlarla gerçekleştirilen mevcut biyolojik arıtma tesisleri bile çalıştırılmıyor. Bunlar planlanırken, projelendirilirken ve işletilirken STK’lar katılamıyor. Bir atık su yönetimi yok. Bilmiyoruz acaba çözüm olarak gördüğümüz ‘Deniz Bakanlığı’ da herkese ait olan denizlerin işletilmesi için piyasa aktörlerine iş alanı açan bir kurum mu olacak? Önce bu seksiyonlaşmış kamu modeli neoliberal saldırıya karşı dirençli değil, bunu tespit etmek gerekli. Şunu söyleyebiliriz: Bu kamu kamu değil, her an işgal edilmeye hazır alanlar üreten bir boşluk. Bunun yerine yerel halkın temsilcilerini içine alan misyon odaklı yapılar oluşturulmalı. Dünyadaki deneyimler bu şekilde gelişiyor. Bu yüzden yerelde, çok öncelikli, çok taraflı, misyon odaklı organlaşmalara ve kıyı yönetimi planlarının hazırlanmasına ihtiyaç var.