”Zamanaşımı Sürdüğü Müddetçe Adalet Mücadelesi De Sürecek”

Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, Hukuk Çalışmaları Program Direktörü Emel Ataktürk Sevimli ile cezasızlık uygulamalarını konuştuk. Sevimli, zamanaşımı kararları ve beraatler sürdükçe; adalet arayışındaki seslerin duyurulma mücadelesinin de devam edeceğini belirtiyor.

Cezasızlık nedir?

Uluslararası kaynaklarda cezasızlık devletin sorumluluğuna işaret eden bir alan; yaşanan insan hakları ihlallerinin soruşturmasının, faillerinin bulunmasının, yargılanmasının ve cezalandırılmasının ya da suçtan mağdur olanların zararlarının tazmin edilmesinin mümkün olamaması halini ifade ediyor. Türkiye’de çokça bilinmese de Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi kuruluşlar bu kavramı devletin bizzat yarattığı veya göz yumduğu aktörler eliyle yahut devlet ve kurumlarının denetlenmemesi sonucu meydana gelmiş olan ağır ve sistematik hak ihlalleri ile ilişkili biçimde yaygın olarak kullanıyor. Kapsam çok geniş. İşkence, hukuk dışı ve keyfi infazlardan, zorla kaybetmelere, kadına karşı şiddet alanından çocuk hakları ihlallerine, LGBTİ+ bireylere yönelen şiddete kadar devletin pozitif, negatif ve soruşturma yükümlülükleri üzerinden geniş bir alanla ilgili sorumluluklara tekabül ediyor.

Türkiye’deki uygulamalar kapsamında cezasızlık nasıl değerlendirilmeli, sizce sorun nedir?  

Hukuk sisteminin güçlü olmadığı pek çok dünya ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de cezasızlık hem bir devlet politikası hem de köklü bir kültür ve gelenek, sadece siyasi alanı da ilgilendirmiyor. Yasama, yürütme, yargı nereye baksanız bu tümoral olguyu besleyen damarları görürsünüz.

Türkiye’de özellikle kamu görevlilerinin neden olduğu ağır insan hakları ihlalleri ve yapısal bir sorun olarak karşımızda duran cezasızlık kültürü, şahısların korunması,  sosyolojik açıdan nasıl değerlendirebiliriz? 

Sorunuza bir soruyla cevap vereyim; Türkiye’de darbeler, sıkıyönetimler, olağanüstü haller vb. dönemlerde insan hakları münferit değil gayet ağır, gayet yaygın ve sistematik şekilde ihlale uğradı ve bu kadar sistematik ve yaygın ihlaller ancak devletin tüm makamları nezdinde bu duruma açık ya da zımni kabul varsa olabilir öyle değil mi? 12 Eylül’de yüz binlerce insan ağır işkenceler gördü, 90’larda ve OHAL dönemlerinde binlerce insan devlet görevlileri ya da onların emri altında çalışan paramiliter kişi veya gruplarca zorla kaybedildi ve hukuk dışı infazlarda sokak ortasında öldürüldü.

Bir ülkede yüz binlerce insanın devlete ait sorgu merkezlerinde işkenceden geçirilmesi ya da sokaklarda infaz edilmesi yetkililerin bilgisi ve onayı olmadan öyle aylarca yıllarca sürdürülebilecek bir şey olabilir mi?

Bu her şeyden evvel burada bir devlet politikası ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Oysa cezasızlık çok çok zehirli bir pratik çünkü yargı önünde hesap verilmesi sağlanmayan her ihlal sorumluları cesaretlendiriyor ve bir sonraki ihlale davetiye çıkarıyor nitekim son sokağa çıkma yasakları ve OHAL dönemi uygulamaları ortada. 

Peki cezasızlık devlet kurumları ve toplumda nasıl karşılık buluyor?

Cezasızlık sorununun zihniyet ve algı kalıplarıyla ilgili bir önemli boyutu  var. Nerede bir devlet görevlisi bir hak ihlaline karışmakla, mesela işkence yapmakla, zorla kaybetme ya da keyfi infaz ile suçlanmışsa, o memurun mutlaka haklı bir gerekçesi olduğu düşünülür, devlet kurumları nezdinde mazur görülür, fail görevden alınmadan her şey normalmiş gibi işinin başında kalmaya devam eder, soruşturma izni verilmeyerek amirleri tarafından korunur ve yargılanması bir şekilde engellenir. 

Yasama alanında ihlal sorumlularının yargılanmasını imkansızlaştıran birçok yasal düzenleme meclisten kolaylıkla geçer. Yargı bu yasal düzenlemeleri sorgulamaksızın esas alır, görev yeri, sicili, ikametgahı belli olan sorumlular her nasılsa yıllarca bir türlü bulunamazlar ve mahkeme önüne çıkarılamazlar. Bazen olaylar güpegündüz herkesin gözü önünde gerçekleşmesine rağmen yine her nasılsa tanıklar bulunamaz, deliller toplanamaz ve böyle türlü oyunlarla yargı süreçleri zamanaşımına sürüklenir sorumlular korunur, kollanır, aklanır. 

Bu süreçlerde siyasi aktörlerin elbette birincil sorumluluğu vardır ama mesele bundan ibaret değil, yasama ve yargının da içinde olduğu ve köklerini ‘devletin ali menfaatleri mevzu bahis ise yurttaşın hakları teferruattır’ diye bakan zihniyetten alan büyük bir uzlaşma var. İktidarlar değişse bile baki kalan, devletin tüm kurumlarını ve toplumun bir kesimini içine alan sessiz ve derin bir mutabakat söz konusu. 

Soruşturma bekleyen daha çok dava var. Zamanaşımı ve yargılamaların uzunluğu konusunda ne söylemek istersiniz? Adaletin önünde ne gibi engeller var?

İnsan hakları ihlallerinin sorumlularının saptanması konusundaki tüm yargı süreçleri gayet gönülsüz bir şekilde yürütülüyor. Açılan soruşturmaları ya da davaları ne yapsak da kapatsak çabası var. Bu yargılamaların ciddiyetsiz bir şekilde yürütülüşünden, zamanaşımı kararlarına, beraat kararlarından sürüncemede bırakma hallerine kadar gayet açık.

Zaman geçsin her şey unutulsun isteniliyor.

Hukukun araçsallaştırılması ve siyasi savaşlarda bir silah olarak kullanılması ne kadar yanlışsa insan hakları ihlallerinin inkarı, mağdurların, ailelerinin ve toplumun acılarının görmezden gelinmesi de o kadar yanlış ve tehlikeli. Hukukun özgürlükler alanını koruyabileceğine, tüm toplumsal yaşayışımız ve geleceğimiz için bir ortak zemin oluşturabileceğine olan inanç tamamen kaybolduğunda işler iyice zorlaşır çünkü adalet duygusu örselenmiş milyonlarca insanın günlük hayatta acılarını yok sayanlarla yan yana yaşamını sürdürebilmesi uzun vadede oldukça zor olabilir.

Öte yandan bu sadece yargının çözebileceği bir iş değil. Yargısal aktörlerin mesleki bağımsızlıklarına ilişkin güvenceleri bu kadar zayıfken kişisel risk almalarını beklemek akılcı değil. Bu noktada siyasetin hem geçmiş ağır insan hakları ihlalleri ile yüzleşmeye hem ihlallerin tanınması ve tekrarının önlenmesine hem de bu bağımsız ve tarafsız bir yargı için güvencelerin oluşturulmasına yönelik sorumluluğu var.

Dünya deneyimi gösteriyor ki ceza yargılamaları ancak geçmişle yüzleşme arzusunun yeşerdiği bir ortamda ve özür gibi, hafızalaştırma çalışmaları gibi, hakikat komisyonları gibi diğer geçmişle yüzleşme mekanizmaları ile birlikte çalıştığında anlamlı sonuçlar üretebilir. 

Peki bugün?

Bugün böyle bir yüzleşme arzusundan çok uzaktayız o nedenle yargılamalar daha çok mağdurların yanında olmak, onları yalnız bırakmamak, seslerini duyulur kılmak ve inkar edilen insan hakları ihlallerini tanınmaya zorlama çabasıyla ilgili. Hukukta ısrar etme, devlete yükümlülüklerini hatırlatma ve unutturmama mücadelesinin bir parçası. Bu nedenle zamanaşımı kararları ve beraatler sürecek bunun farkındayız ama adalet arayışında mağdurların sesini duyurma ve cezasızlığa karşı hukuksal imkanların sonuna kadar en doğru şekilde kullanılmasının mücadelesi de sürecek.