“Bizim Müstakbel Hep Harap Oldu”

“Bizim Müstakbel Hep Harap Oldu”, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’deki bilinmeyen yaşantılarını kendi tanıklıklarından yola çıkarak canlı bir üslupla gözler önüne seriyor. Türkiye’de Suriyeli sığınmacılara ilişkin medyada ve gündelik yaşamda sıkça nefret söylemlerine ve kimi zaman da linç haberlerine rastlıyoruz. Hrant Dink Vakfı’nın yazılı basında Suriyelilere yönelik nefret söylemini derlediği çalışmasında; Suriyelilerin en çok terör, güvenlik sorunları ve […]

“Bizim Müstakbel Hep Harap Oldu”, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’deki bilinmeyen yaşantılarını kendi tanıklıklarından yola çıkarak canlı bir üslupla gözler önüne seriyor.

Türkiye’de Suriyeli sığınmacılara ilişkin medyada ve gündelik yaşamda sıkça nefret söylemlerine ve kimi zaman da linç haberlerine rastlıyoruz. Hrant Dink Vakfı’nın yazılı basında Suriyelilere yönelik nefret söylemini derlediği çalışmasında; Suriyelilerin en çok terör, güvenlik sorunları ve suç olgusu ile ilişkilendirildikleri, nankörlükle suçlandıkları, ekonomik sorunların kaynağı olarak gösterildikleri, “biz” ve “onlar” karşıtlığı kurularak ötekileştirildikleri, sağlığa yönelik bir tehdit olarak sunuldukları, Suriyeli kadınların çifte ayrımcılığa uğradığı ortaya koyuluyor. 2011 yılından bu yana Suriye’deki savaşın seyrine bağlı olarak şekillenen göç dalgasıyla anavatanlarını terk etmek zorunda kalarak Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin yaşantılarına ve nasıl hayatta kaldıklarına dair ise pek az haber okuyabiliyoruz ve bilgiye ulaşabiliyoruz.

A. Çağlar Deniz, Yusuf Ekinci ve Banu Hülür’ün İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan ortak çalışması Bizim Müstakbel Hep Harap OlduSuriyeli Sığınmacıların Gündelik Hayatı başlıklı kitabı bu alanda önemli bir eksikliği dolduruyor. En büyük Suriyeli göçü alan iki kentte Gaziantep ve Kilis’te 2014–2016 yılları arasında toplam 115 Suriyeli sığınmacıyla görüşen araştırmacılar, Lefebvre ile De Certeau’nun gündelik hayat kuramlarından yola çıkarak yerli halkın sığınmacılara yönelik dışlama stratejileri ve sığınmacıların hayatta kalma taktiklerini ortaya çıkarıyorlar.

Sığınmacılar Türkiye’de beş farklı düzeyde (ekonomik, mekansal, kültürel, politik ve söylemsel dışlanma) sosyal dışlanmaya maruz kalıyorlar; medyanın, şehir efsanelerinin ve dedikoduların etkisiyle ‘damgalanıyorlar’, ayrımcılığa uğruyorlar ve her zaman “yabancı” konumunda kalıyorlar: “Suriyeli sığınmacılar birer “yenigelen”dir; kendi kültürleri ve yeni yerleştikleri kültür arasındaki melez konumlarıyla “marjinal”dirler, geçici olarak kalmaya (sojourner) gelmişlerse de giderek topluma birer “haricî” olarak eklemlenmeye çalışmaktadırlar (s. 374).

Araştırmacılar, Türkiye’de Suriyelilere yönelik sıkça duyduğumuz “Devlet ve belediyeler Suriyelilere yüklü maaş veriyor”, “Suriyeliler sınavsız üniversiteye giriyor”, “Suriyeliler yüzünden Türkler işsiz kalıyor” vb. şehir efsanelerini çürütecek nitelikte bulgular sunuyorlar. Kitapta Suriyelilerin kamusal imkanlara erişimlerinin sınırlı olduğuna, yardımların devlet, STK’lar ve tarikatlar aracılığıyla sağlandığına ve yardım süreçlerinde çeşitli adaletsizliklerin yaşandığına, Suriyelilerin kamusal imkanlar arasında en çok sağlık hizmetlerinden yararlanabildiklerine, seyahat ve konaklama imkanlarına erişimlerinde birçok sıkıntı olduğuna dikkat çekiliyor. Yazarlar Suriyeli sığınmacılara 2015 yılından itibaren çalışma izni verildiğini hatırlatarak hala birçok sığınmacının esnek, güvencesiz ve enformel biçimde, ucuz işgücü deposu olarak çalıştırıldığını vurguluyorlar (s.119).

Gündelik yaşamda egemenin dışlama stratejilerine karşı Suriyeli sığınmacıların varolma taktiklerini ise şöyle özetliyorlar: “Suriyelilerin kıyafetlerini hakim kültüre uydurması, linç ve gerilim zamanlarında dükkan veya evlerine hakim kimliğin sembolü olan Türk bayrağını asması, çalışma izninin olmaması sebebiyle tüm enformel işlerde çalışması, gündelik hayat içerisinde çokça vakit geçirerek (işportacılar) Türkçe’yi öğrenmeleri ve gündelik hayat bilgisine vakıf olmaları, kamusal alanda fark ettiği iktidar çatlaklarına sızması, emek piyasasında tutunmak için güvencesiz de olsa bir iş bulup çalışması, kirayı ve geçimi karşılayabilmek için aynı aileden birkaç kişinin çalışmak zorunda kalması gibi taktikler, Suriyelilerin gündelik yaşama tutunmalarını sağlayan en temel pratiklerdendir.” (s. 69)

Yazarlar, Türkiye’de entegrasyon politikalarından ziyade bir asimilasyon sürecinin işlediğine de dikkat çekiyorlar: “Yakın coğrafyalarda ve aynı dine üye olmalarına rağmen Türkiye ve Suriyeli gibi farklı ulus-devlet süreçlerinden geçen iki ülke halkının zorunlu birlikteliği baskın ve güçlü olan grubun (yerleşiklerin) üstünlüğü lehine bir manzara sunmaktadır. Yerleşikler, Suriyeli sığınmacıların kendi kültürlerine daha fazla uyum göstermelerini, “misafirliklerini bilmelerini” ve hatta daha hızlı asimile olmasını beklemektedirler. Sığınmacılar ise tâbiyetin tüm somut hallerini yaşamaktadırlar; dışlanmakta, asimilasyon politikalarına maruz kalmakta ve marjinal insan olma halinin eşiğinde yaşamlarını sürdürmektedirler.” (s. 382).

“Bizim Müstakbel Harap Oldu”, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’deki bilinmeyen yaşantılarını kendi tanıklıklarından yola çıkarak canlı bir üslupla gözler önüne seriyor.