”Yeni Bir Yaşam Biçimi Planlamaya İhtiyacımız Var”

Çevre ve Ekoloji Avukatı Arif Ali Cangı, 5 Haziran Dünya Çevre Günü vesilesiyle İzmir’in çevre sorunlarına dair sorularımızı yanıtladı. Yeni bir bakış açısına ihtiyaç duyulduğunu söyleyen Cangı; 'yeni politikalara, yeni bir yaşam biçimi planlamaya ihtiyacımız var.' dedi.

İzmir için gelecekte yaşanacak en önemli çevre sorunun ne olduğunu düşünüyorsunuz, bu soruna hangi faaliyetler kaynaklık ediyor ve çözüme yönelik önerileriniz nelerdir?

Arif Ali Cangıİzmir’in gelecekte yaşayacağı en önemli sorunu “su”dur. Küresel iklim değişikliği ile zaten azalan temiz su kaynakları, bunun üstüne su havzalarının kirlilik yaratan faaliyetlere açılması. Somut olan Efemçukuru Altın Madeni işletmesi. İzmir’in en önemli su havzası, altın madeninin kirlilik tehdidi altında. Kentin su ihtiyacının % 40’ını sağladığı Tahtalı Barajı havzasının yüzeysel sınırında bulunan Efemçukuru Köyü’nde tüm uyarılara ve bilimsel tespitlere rağmen 1 Haziran 2011’den bu yana altın madeni işletiliyor. Kayaç yapısı ağır metalden zengin olana bölgede yapılan madencilik faaliyeti sonucunda ağır metallerin aktive hale gelmesi, yer altı ve yüzey sularını kirletmesi riski konusunda onlarca bilimsel rapora rağmen maden çalışmaya devam ediyor. Bu maden yüzünden İzmir’in gelecekteki su ihtiyacı için yaklaşık 200 bin kişinin içme ve kullanma suyunu sağlayacak Çamlı Barajı projesine izin verilmiyor.

Bu havza İzmir’in temiz kalmış tek yüzeysel su kaynağı. Burası dışında elde edilen yer altı suları arsenikten zengin, çok büyük miktarlarda paralar harcanarak arsenik arıtma tesisi kuruldu. İzmir’in eksik kalan su ihtiyacı şimdilik Gördes barajından sağlanmaya çalışıyor. Bu arada Gördes barajı tabanı su kaçırdığı için bunda da aksama var, diğer yandan orası da nikel madeni kirliliği tehdidi altında. Düşünebiliyor musunuz; bir şirketin altın madeni işletmesi için Türkiye’nin 3. büyük kentine başka bir havzadan su getiriliyor, İzmir temiz suya muhtaç hale getiriliyor. Su havzasını denetlemekle yetkili ve görevli olan İzmir Su Kanalizasyon İdaresi (İZSU) kirletici madene sokulmuyor. Mahkeme tarafından yapılan bilirkişi incelemesinde maden işletmesi yüzünden ağır metal kirliliğinin başladığı tespit edildi.

Daha fazla gecikme olursa, kitlesel ölümler ve bölgemizin yaşanmaz hale gelme riski mevcut.

Yerel yönetim etkisiz kalmış durumda, merkezi yönetimin tam desteği ile altın madeni su havzasını kirletmeyi sürdürüyor. Soruna ilişkin hukuksal süreçte tam bir keşmekeş yaşanıyor, uzayıp giden bir türlü sonuçlanmayan davalarla uğraşıyoruz. Gazetelerde de haber olan 8 Mart 2019 tarihinde yapılan keşif maden işletmesinin müsaade ettiği ölçüde yapılabildi, davacılar yanında müdahil olan İzsu’nun istediği havuzlardan örnek alınmasına şirket tarafından müsaade edilmedi, ağır metal kirliliği tespiti açısından asıl incelenmesi gereken pasaya ulaşılması engellendi ve tam bir skandallarla dolu keşif yapıldı. Maden işletmesi kapasite artırımına gitti, kapasite artırımı için verilen 31.12.2012 tarihli ÇED olumlu kararı hakkında Danıştay geçtiğimiz günlerde “hukuken böyle bir işlem yok” dedi, Danıştayın yok saydığı ÇED olumlu kararına dayanılarak verilen izin, lisans, ruhsatla maden çalıştırılıyor. Danıştay kararı üzerine dayanaksız kalan bu izin, lisans ve ruhsatlar derhal geri alınıp İzmir Valiliği tarafından maden mühürlenmelidir. Tabi ki bu kendiliğinden olmayacak, öncelikle İzmir’e temiz su sağlamakla yükümlü olan İzsu’nun ve bizzat İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı  Sayın Tunç Soyer’in devreye girmesi, İzmir’in sağlığını geleceğini düşünen herkesin her kurumun ses çıkarması, altın madeni değil “suyumuzu koruyun” talebinde bulunması gerekiyor.

Bir an önce önlem alınması gerekiyor. Öncelikle yeni hiçbir tesise izin verilmemeli, var olanların da vazgeçilemeyecek olanlar dışındakilerin derhal kapatılmalı, kalanların kirliliğe yol açmayacak şekilde her türlü önlemi alması sağlanmalıdır. 

Petrokimya tesisleri, demirçelik fabrikaları, gemi söküm tesisleri, termik santraller ile Aliağa ilçesi de İzmir için önemli çevre sorunlarına ev sahipliği yapıyor. Burası bölge halkı ve çevre için ne anlama geliyor?

İzmir ve bölgenin çevre sorunları denilince ilk akla gelen yerlerden birisi de Aliağa. Termik Santral ve Aliağa deyince yıllar önce yaşanan çevre hareketi akla gelir. Petrokimya tesisleri, demirçelik fabrikaları, gemi söküm tesisleri, termik santraller… Aliağa’da Termik Santral macerası 30 yıl  yıl önce de yaşandı, İzmirliler Konak’tan Aliağa’ya kadar elele oluşturdukları insan zinciriyle bu belayı def etmişlerdi. Bu hareket yargı kararları ile tamamlanan süreç sonunda, bir yandan termik santrali önlemiş diğer yandan Türkiye Çevre Hareketi için güzel bir miras bırakmıştı. Yıllar sonra Aliağa’da yeniden termik santral gündeme geldi ve şu anda yasal olarak verilmiş gayri sıhhi müessese izni olmadan çalışan bir termik santral var. Aliağa, kapasitesinin çok üzerinde kirlilikle boğuşuyor, bu kirlilik sadece Aliağa’yı, Foça’yı, Menemen ovasını değil İzmir kentini ve bölgeyi doğrudan etkiliyor. Diğer yandan küresel iklim  krizine çok büyük katkısı var. Bir an önce önlem alınması gerekiyor. Öncelikle yeni hiçbir tesise izin verilmemeli, var olanların da vazgeçilemeyecek olanlar dışındakilerin derhal kapatılmalı, kalanların kirliliğe yol açmayacak şekilde her türlü önlemi alması sağlanmalıdır. Bütün bunların uzmanlardan ve bağımsız katılımcılardan oluşacak çalışma grupları ile tespit ve değerlendirmeleri yapılmalıdır. Daha fazla gecikme olursa, kitlesel ölümler ve bölgemizin yaşanmaz hale gelme riski mevcut.

Ekoloji hareketi için önemli bir yere sahip olan Bergama bölgesinde çevre sorununa yol açan çalışmalar için neler söylemek istersiniz?

Çevre hukukunun ve sağlıklı yaşam hakkının yok sayılması konuşulurken Bergama-Ovacık altın madeni sorunu atlanmamalı. Hatta Türkiye ekoloji hareketinden bahsederken Bergama atlanmamalı. Zira, Ovacık Altın Madeni ve ona karşı yürütülen Türkiye Ekoloji Hareketi’nin dönüm noktalarından olan Bergama Hareketi, açılan davalar ve verilen yargı kararları, mahkeme kararlarını takmayan idari uygulamalar, ekoloji hareketini itibarsızlaştırmak,  kriminalize etmek için yürütülen algı operasyonları, psikolojik hareket uygulamaları, son olarak FETÖ/PDY soruşturması nedeniyle maden şirketinin kayyıma devredilmesi, patronunun  terör suçlusu olarak arananlar listesinde yer alması gibi yönleriyle bu konu 1990’lı yıllardan bu yana Türkiye’nin tarihinde önemli bir yer kaplıyor. Bergama da çok değerli bir toplumsal hareket oldu, sağlıklı çevrede yaşama hakkını koruyan önemli yargı kararları alındı ancak bir şey değişmedi, Eurogold, Normandy, Newmont, Koza, TMSF yönetimindeki Koza fark etmiyor, siyanür liç yöntemiyle işletilen Ovacık Altın Madeni, çevre sağlığı ve canlı yaşamı için yaratacağı riskleri tespit eden onlarca bilimsel rapora, onlarca mahkeme kararına, AİHM kararına rağmen faaliyetini yıllardır sürdürdü. Bergama da deprem bölgesidir, olası bir depremde Ovacık Altın Madeni’nin atık havuzlarının patlaması riski çok yüksek, bu riski neden göze alalım? Birilerinin altın karı için Bakırçay öldürülüyor. Bergama Ovacık Altın Madeni kapatılmadan, bu ülke toprakları benzer yıkımlardan kurtulamaz.

Toplumsal tepki sayesinde konuyla ilgili acele kamulaştırmalar geri alındı ancak bu haliyle tehlike geçmiş değil. Bir şekilde bölgenin ekolojisini olumsuz etkilemeyecek, sosyal ve  kültürel yapısına, uygun, yerel ekonomiye hizmet edecek, Yarımada’ya özgü bir bir turizm anlayışında ortaklaşılması, o doğrultuda plan ve projeler yapılmalıdır.

İzmir Çeşme Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesinin sınırları yeniden belirlendi, bu proje ve ilgili projeler ne gibi çevre sorunlarına yol açacak?

Körfeze köprü ve tüp  geçişi, Turizm adı altında Yarımada’nın talan edilmesi projeleri, Gediz Deltası’ndaki doğal yaşam alanına çok büyük zarar vereceği için mahkemece iptal edilmesine karşın, Körfez Geçiş Projesi bir türlü gündemden çıkartılmıyor, zaman zaman ısıtılıp ısıtılıp  getiriliyor. Ben bunun nedenini turizm adı altında Yarımada’ya biçilen yeni elbise ile doğrudan ilgili  olduğunu düşünüyorum. Bu günlerde en önemli gündemimiz bu konu biliyorsunuz. 12.02.2020 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararı ile İzmir Çeşme Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesinin sınırlarının yeniden belirlendi, ilan edilen Çeşme Kültür ve Turizm Koruma Gelişim Bölgesi (ÇKTKGB) alanı yaklaşık olarak toplam 120.170.000. m2 (12017 Hektar) aşmaktadır.

Gerence Körfezi batısındaki Çeşme Yarımadası toplam alanı 300.000.000 m2 (30.000 Hektar) olup ÇKTKGB yarımadanın yaklaşık %40 ını kaplamaktadır. Turizm bölgesi sınırları içine deniz yüzeyleri- deniz alanları dahil edilmiştir. Turizm Bölgesi olarak ilan edilen deniz alanı;  güneyde Yumru Koy’un açıkları, Mersin körfezi açıkları, Kokar Koy açıkları ile Ege Denizinin deniz alanlarıdır. Bu geniş deniz alanı içinde Cirakan Adası, Böğürtlen Adası ve Carufa Adası, ilan edilen turizm bölgesi sınırları içinde kalmaktadır. Kuzeyde ise Ildırı ve Narlıca Kuzeyinde kalan geniş deniz alanları turizm bölgesi sınırlarına dahil edilmiştir. Karabağ Adası turizm bölgesi deniz alanı dahilinde kalmaktadır.

Turizm Bölgesi dışında toplam 11 adet Turizm Merkezi ilan edilmiştir. Turizm merkezleri ile birlikte turizm bölgesi, Çeşme ve Alaçatı merkezi yerleşimleri dışında Çeşme Yarımadası’nın tamamını kapsamaktadır. Bu şekilde Yarımada turizm bahanesiyle halka kapatılıyor, bölgenin doğal ve kültürel varlığı hesap edilecek, var olan susuzluğa yapılacak devasa turizm tesislerinin tüketimi de eklenince bölge çöle dönecek. Toplumsal tepki sayesinde konuyla ilgili acele kamulaştırmalar geri alındı ancak bu haliyle tehlike geçmiş değil. Bir şekilde bölgenin ekolojisini olumsuz etkilemeyecek, sosyal ve  kültürel yapısına, uygun, yerel ekonomiye hizmet edecek, Yarımada’ya özgü bir bir turizm anlayışında ortaklaşılması, o doğrultuda plan ve projeler yapılmalıdır.

O atıklar oradan taşınmadan, nerede muhafaza edilecekse, en az zararlı halde kontrol altına alınmadan, failleri ortaya çıkartılıp, cezalandırılmadan bize uyku haram olmalı.

Son olarak uzun yıllardır bölge halkının ve sivil toplum örgütleri ve çeşitli kitle örgütlerinin  gündeminde olan Gaziemir nükleer bulaşıklı atıklardan bahsedebilir misiniz?

Gaziemir-Karabağlar sınırları içindeki Aslan Avcı Kurşun Fabrikası atıkları içinde çıkan atıklardan söz ediyorum. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK), kirliliğin Europium- 152 (EU 152) radyoaktif kaynaklı, nükleer yakıt  çubuklarının ergitilmesiyle oluştuğunu tespit etti. Radyoaktif atıkların Türkiye’ye ithali ve ticareti yasak. yani  yaşadışı yollarla getirilmiş Gaziemir’deki nükleer atıkların varlığı Nisan/2007’de tesadüfen ortaya çıktı, Aralık/2012’ye kadar kamuoyundan gizlendi. Radikal Gazetesi’nin 3 Aralık 2012 tarihli sayısında Serkan Ocak imzası ile manşetten duyurulması üzerine ciddi bir tepki oldu. İlk tepkiye henüz bir aylık olan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi gösterdi. Ardından olay, fabrika sahasında oturan mahalle sakinlerinin, Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP) başta olmak üzere İzmir’deki ekoloji hareketlerinin, sivil toplum örgütlerinin, Çevre Mühendisleri Odası, İzmir Tabip Odası ve diğer demokratik kitle örgütlerinin gündemini oluşturdu. ABD’den nükleer fizikçi Prof. Dr Hayrettin Kılıç, Almanya’dan Nükleer Karşıtı Hekimler Birliği’nden Dr. Angelika Claussen Alex Rosen ile Dr. Alper Öktem ile birlikte uluslararası düzeyde ciddi bir çalışma yürütüldü ve halen Türkiye Nükleer Karşıtı Hareketin gündeminde. Ama hiç bir şey değişmedi. Atıklar halen orada duruyor, civarında yaşayanları, İzmirlilerin sağlığını tehdit ediyor. Nereden, hangi yollarla, kimler tarafından getirildiği halen ortaya çıkartılmadı, açılan davalar beraatle sonuçlandı. Bu olayla ilgili  TAEK, Çevre Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve ilgili tüm kurumlar sınıfta kaldı. Gaziemir’deki atıklarla baş edemeyen bu ülkede nükleer santral yapılmaya çalışılıyor. Geriye iş İzmirlilere düşüyor, o atıklar oradan taşınmadan, nerede muhafaza edilecekse, en az zararlı halde kontrol altına alınmadan, failleri ortaya çıkartılıp, cezalandırılmadan bize uyku haram olmalı.

İzmir ve çevresine ait maalesef çok fazla çevre sorunu var. Peki sizin çözüm önerileriniz nelerdir?

Çevre kirliliğinin ve ekolojik bozulmanın temel sebebi sistemseldir. Bugün artık insan emeğinin yanı sıra doğal varlıklar da sömürüden nasibini alıyor. Kapitalizmin sürekli büyüme ve kalkınma anlayışı, bunu hedefleyen endüstrileşmenin geldiği aşamada, yenilenemeyen doğal varlıklar hızla tükeniyor, oluşan atıklar çevrenin taşıma kapasitesinin çok üzerinde kirlilik oluşturuyor. Nükleer ve tehlikeli atıklar yaşanabilir bir gelecek vaat etmiyor, onun yerine hastalıkların ve ölümün habercisi. Doğal varlıkların ölçüsüz tüketilmesi, yaşam alanlarının geri dönüşsüz kirletilmesi, fosil yakıt endüstrisi sonucu oluşan küresel iklim değişikliği ile ekolojik yıkımın eşiğe geldik.

Çevre sorunlarının ilk farkına varıldığı dönemde bir tür koruma kavramı olan ‘sürdürülebilir kalkınma’ kavramı bugün artık, kirletmenin, yok etmenin kılıfı halini aldı. Türkiye’de de bu politikaların en vahşisi uygulanıyor. Tam bir kuralsızlık hali söz konusu. Hükümetin aldığı günübirlik kararlarla şu ana kadar kazanılmış çevre hukuku kuralları yerle bir ediliyor. Türkiye bugün karbon salınımını en çok  artıran ülkelerden birisi. Avrupa ülkelerinin vazgeçtiği çok enerji tüketen kirli teknolojilerle çok yoğun yatırımlar yapılıyor. Yanlış politikalar ve yaşanan iklim krizi neticesinde tarım ve hayvancılığın geçimlik iş olmaktan çıkması, ortaya çıkan işsizlik ve yoksulluk yüzünden Türkiye insanı, madencilik ve diğer kirli işlerde karın tokluğuna çalışmaya mahkum ediliyor.

Kirlilik yaratan işletmelerin yoksul halkın geçim kapısı haline gelmesi, bunlara karşı toplumsal tepkiyi zayıflatıyor.  Bunun sonucu tam bir denetimsizlik hali yaşanıyor, hava, su, toprak kısaca yaşam varlıkları yok oluyor, kirleniyor. Yaşadığımız pandemi süreci pek çok şeyi bize göstermiş olmalı. Düşünebiliyor musunuz? Gözle görünmeyen küçücük bir varlık, virüs yaşamı teslim aldı, çok kalkınmış, ağır silahlara sahip, çok zengin olan, güçlü iktidarlarla yönetilen ülkeler virüs karşısında aciz kaldı. Bunun bir anlamı olmalı. Demek ki; bu dünyada sadece biz yaşamıyoruz, doğanın hakimi ve sahibi değiliz. Benzer pandemileri yaşamak istemiyorsak, yaşamın sürmesi isteniyorsa, atılacak her adımda  yaşam alanlarının ve varlıklarının korunması esas alınmalıdır. Bu da doğayla uyumlu bir ekonomiyi, doğayla uyumlu bir toplumsal hayatı oluşturmak, kısacası yaşamın bütününü ekolojik hale getirmek gerekiyor.  

Özet olarak şunu söyleyebilirim; ekolojinin ve kent yaşamının korunması, yaşamın savunulması konusu kısa erimli bir mücadele değildir, sorunlar devam ettiği sürece onların çözümü için, yeni sorunların yaşanmaması için herkesin bulunduğu yerden gücü yettiği ölçüde mücadele etmesi gerekir, bunun sonucunda gözle görünür bir kazanım olmasa da asıl kazanım mücadelenin sürmesidir. Çünkü savunulan sadece bu kuşağın değil, gelecek kuşakların da yaşama hakkıdır, mücadele de kuşaktan kuşağa kadar aktarılacaktır. İnsanlık tarihi de böyledir.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Yukarıda  sorunlardan söz ederken her birinin çözümü için önerilerimi de açıklamıştım. Çevre kirliliğinin ve ekolojik bozulmanın temel sebebi sistemsel olduğunu da özellikle vurguladım. Mutlaka yeni bir bakış açısı, yeni politikalara yeni bir yaşam biçimini planlamaya ihtiyacımız var. İzmir’in, Ege Bölgesi’nin sorunlarını çözümü de İzmirlilerin ve bölgede yaşayanların karar süreçlerine katılması, yerel yönetimlerin bu işi koordine etmesi, bilimsellikten ödün vermeden önceliği yaşamın korunmasına veren önlemler, kararlar ve planlarla mümkün olabilir. 

Doğayla uyumlu, yaşamın korunduğu, sağlıklı günler diliyorum.