“Bütüncül ve Hak Temelli Ekonomi Politikalarına İhtiyaç Var”

Toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdiği konusunda hem fikir olunan Koronavirüs salgını sonrası sosyal politika süreçlerini konuştuğumuz Balıkesir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yonca Altındal, “Bütüncül ve hak temelli ekonomi politikalarına ihtiyaç var” dedi.

Özellikle kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler gibi. Pandemi riskinin toplumda eşit paylaşılmadığı gerçeğini göz önünde bulundurarak pandemi sonrasında yeni sosyal düzenin inşasında etkili olacak faktörler/ilkeler hakkında ne söylersiniz?

Yonca AltındalCovid19 pandemisinin dünya genelinde gündemin kilit noktası olması bakımından sosyolojik olgu haline gelmesi konunun tartışılmasını elzem hale getirmektedir. Bu noktada özellikle sosyal politika konusunda uzman akademisyenlerin söyleyecekleri, öngörüleri ve tespitleri konunun sadece sağlık boyutunun çok ötesinde ve kapsamlı olarak düşünmeye bizi yönlendirmektedir. Öyle ki pandemi süreci pür bir sağlık ve hastalık gibi madalyanonun iki ayrılamaz yüzü olmaktan çok toplumsallığın temel izleklerini sorgulamadan değerlendirilmesi mümkün olmamaktadır ve olmayacaktır da. Dezavantajlı gruplar denilen bugün daha çok literatürde kırılgan gruplar olarak ele alınan kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler, göçmenler ve yoksullar açısından ise durum çok daha derinden bir sosyolojik analizin yapılmasını gerekli kılmaktır. Çünkü bahsedilen bu gruplar gerekli sosyal haklardan yararlanamamaları sebebiyle bir anlamda ötekileştirilen insanlardan oluşmaktadır. 

Sosyolojide Erving Goffmann’ın damgalama yani etiketleme olarak oluşturduğu kavram, tam da bu noktada kırılan grupların yaşantılarına tekabül etmektedir. Pandeminin kadın emeğinin farklı boyutlarını ve kadına yönelik şiddetin daha görünür kılındığı, ucuz emeğin pek çok toplumsal alanda daha net olarak görüldüğü, yaşlıların, engellilerin ve göçmenlerin dışlanması durumunu tartışmak bu bakımdan sosyal politikanın işlevselliğinin olup olmadığı bağlamsallıklarda tartışmayı karşımıza çıkarmaktadır. Pandemi riski öncelikle sosyal adalet ilkesinin uygulandığı, kırılgan gruplar için sosyal politika alanının hayatta anlam bulduğu zaman gerçekçi çözümlerle önlenebilir. Bu anlamda çocuk hakları sözleşmesi gibi protokollerin altına imza atmak yeterli çözüm olarak düşünmek mümkün değildir. Önemli olan nokta yürürlükteki maddeleri gerçek anlamıyla uygulamaktan geçer. Bunun için öncelikle özellikle en çok risk grubu olan yaşlılara özgü bir sosyal politika alanının oluşturulması çok önem taşımaktadır. Kararlar alınırken mutlak anlamda sahada bilfiil çalışan sosyologlara, sosyal politika çalışan akademisyenlere ve sosyal psikologlara dayanışmak gerekmektedir. Yaşamın içerisinde kırılgan gruplara ilişkin farkındalık duygusunu anlayamadan, sınıfsal farklılıkları görmezden gelen bir anlayışın ve bu anlayışla beslenen politikaların yaşamsallığın ömrü kelebek kadar olacağı için yaşamın kendisine dokunan bu gurupları sadece basit bir araştırma nesnesi olarak gören sığ anlayışın yerine çok daha bütüncül ve yapıcı politikaların ortaya konulması ve uygulanması ile mümkün olabilecektir. 

Pandemi ile birlikte hali hazırda var olan sosyal eşitsizlikler daha da görünür olmaya ve derinleşmeye başladı. Sosyal eşitsizliklerin önlenmesine yönelik özellikle yoksul, engelli ve dezavantajlı grupların topluma entegrasyonu ve yapılabilirliklerini arttırmak ve kurumsal ve kolaylaştırıcı politika ile toplumsal ortamı geliştirmek için sosyal politika alanında neler yapılabilir? 

Bu soruya kısmen bir ilk sorunuzda cevap verdiğimi düşünüyorum. Öncelikle gelir adaletini kazandırmak gerekiyor, yardım etmenin yerine hayatta aktif bir özne olarak var olabilmenin toplumsal koşullarını oluşturmak gerekiyor. Yine biraz önce bahsettiğim gibi burada yine asla vazgeçmemiz gereken sınıfsallığın nasıl sunulduğu çok önemli bir konu. Yani şunu demek istiyorum. Çocuklar sadece kırılgan grup değildir. Hangi çocuk kırılgan gruptadır? Cevabını vermek için çok zeki olmanıza gerek yoktur. Cevap çok basit. Yoksul çocuk. Engelli çocuk. Kız çocuk. Göçmen çocuk. Bu saydıklarımın karşıtlığında olan varsıl ailenin çocuğu, engelli olmayan çocuk, erkek çocuk, göçmen olmayan çocuk aslında kırılgan grup olarak kabul edilemez. Ben öyle görmüyorum en azından. Pandemi sürecinde tüm çocuklar ev alanlarına yani özel alanlarda sosyalleşmeye ve eğitimlerini almaya devam ettirmiş olsalar da ortada net olan ikincil olarak saydığım özellikleri çocuklar pandeminin ortaya koyduğu olumsuz sağlık koşulları, ekonomik koşullar, psikolojik koşullardan en az etkilenmiş olmalarıdır. Demek ki ortada şöyle bir konu var. Kimler kırılgan grup? Hangi insanları biz neye göre kırılgan grup olarak değerlendirebiliriz? O zaman her yaşlının, her çocuğun, her kadının kırılgan olmayacağı toplumsallığını tartışmalı ve üzerinde ayrıntılı bir şekilde düşünmeliyiz. Yapılacak en önemli sosyal politika alanına ilişkin fikir üretmek önemlidir ki akademiye büyük rol düşmektedir. Bu akademisyenler ise gerçekten alanın uzmanı olan sahayı tanıyan akademisyenlerden oluşmalıdır. Anketlere boğulmuş yapılan çalışmalardan öte çok daha yaşam dünyasına girmeyi araştırmalarında yöntem olarak benimseyen ve uygulayan sosyal bilimci özelinde sosyal politika çalışan sosyolog ve sosyal psikologlara oldukça gereksinim söz konusudur. Ayrıca akademisyen ve sivil toplum kuruluşları ortaklaşa ‘hayata nasıl kazandırılabilir ve pandemi sürecinden nasıl daha sosyal içerme ile tutunabilir’ sorularına yanıt bulabilecek gerçekçi değerlendirmeler sunarak, politik alanı şekillendirebilme gücüne sahiptir.  

Gerçek anlamda emeğin görünür olduğu ve sınıfsal uçurumların yaşanmaması adına pandemi sürecinde insanların işlerini kaybettikleri ya da mesailerinin belli olmadığı homeoffice’lerde düşük ücretlerde çalışmak zorunda kalmadıkları bütüncül ve hak temelli ekonomi politikalarına ihtiyaç var.

Salgının etkisinin azalmasından sonra “yeni normal” sürecinde sosyal politika alanında yaşanacak dönüşümler hakkında ne düşünüyorsunuz? İnsani kalkınma, sosyal politikanın neresinde konumlanacak?

Aslında bunu beraber yaşayıp göreceğiz. Bu süreç azgelişmiş ve gelişmiş ülke kavramlarını aslında bambaşka bir yere taşıdı. Ekonomisi güçlü ve sosyal politika yönelimli ülkeler pandemi ile bu güçlerini farklı şekilde gösterdiler. Bu gösterişlerde ve uygulanan politikalarda bazen başarılı oldularsa da genel olarak dünya genelinde bir başarıdan bahsetmek çok mümkün görünmüyor. Belki disiplin kavramı burada çok önemli bir politikada uygulama alanı olarak görüldüğü için örneğin Çin’de pandeminin yuvası iken alınan sıkı tedbirlerle ve kurallara uyma ile tamamıyla vakalar ortadan kalktı. Yarın ne olur onu bilemiyoruz tabii ki. Çok net gördüğümüz ise ABD ve İngiltere’nin virüse karşı yenildikleri. Akdeniz ülkelerinin de kural tanımaz tutumları ile sayılar ve yüzdeler artış gösterdi. Belki burada düşünülmesi gereken Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede yeni normale adapte olunup olunmayacağı konusunun tartışılması. Bu, şu an için oldukça efsunlu bir dünya gibi. Çünkü Türkiye’de yaşayan vatandaşlar bir yanıyla Akdeniz insanı gibi kurallara uymakta direnen bir yandan da bu kurallara uymanın çok önemli olduğunu savunan iki kesim arasında gidip geliyor. Yaşananlar için bir daha eski dünya olmayacak savı biraz daha post-truth dönemi ile ilişkin teorilerin sorgulanmasına bizi götürüyor. Sanırım onu konuşmak da çok uzun bir başka röportaj konusu. 

İnsani kalkınma için ise söyleyebileceğim sosyal politikanın merkezinde konumlanmasının tabii ki arzu edilen oluşuna dair. Ancak bunun için öncelikle ekonominin seyrinin postfordizmden yani yarının ne olduğu belli olmadığı, emeğin değer yitimine uğramadığı, günü kotaran işlerin sayısının arttığı ve insanların enformel iş alanlarında yaşama tutunmak zorunda kalmadığı sigortasız, sendikasız iş kollarından uzaklaşılması gerekiyor. Bunu bugün ya da yarın yapmak yani kısa vadede elbette mümkün görünmüyor, kulağa çok gerçekçi de gelmiyor. Hemen pandemi bitişini izleyen dönemde ele alıp değerlendirmek için ise romantik olarak düşünmekten çok daha fazla düşünmek ve neyi nasıl yapılabilirliğimize odaklanmamız gerekiyor. Yine de gerçek anlamda emeğin görünür olduğu ve sınıfsal uçurumların yaşanmaması adına pandemi sürecinde insanların işlerini kaybettikleri ya da mesailerinin belli olmadığı homeoffice’lerde düşük ücretlerde çalışmak zorunda kalmadıkları bütüncül ve hak temelli ekonomi politikalarına ihtiyaç var. Bunu hayata geçirmek için ise pandeminin ne zaman ve hangi koşullarda bittiği ve sonrasındaki insanların çalıştığı emek piyasalarındaki konumlarının sosyolojik olarak açıklanmasıyla mümkün olabilecek gibi görünüyor. 

Hem akademinin hem de sivil toplumun birbirini anlamaya çalışarak ve yıpratmayarak özellikle kırılgan grupların hayata kazandırılması adına karşılıklı işbirliği içerisinde yaşamda karşılığı bulunan ve uygulanabilecek sosyal politika üretmeye yönelik nitelikli çalışmaların sayılarının artmasıdır.

Sosyal politikaların sunumunda görev alan kurumlar arasındaki iş birliği ağları ile birlikte kamu ve sivil toplumun rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni normal sürecinde sosyal politika alanında paydaşlar arasındaki ilişkiler hakkında ne öngörüyorsunuz? 

Bu iş birliklerini kesinlikle çok değerli buluyorum; ancak Türkiye’de yeterince gelişmediğini uzun zamandır gözlemliyorum ve üzerinde düşünüyorum. Türkiye’de ciddi anlamda sadece yaşanan pandemi sürecinde değil pek çok sosyal politikanın üretilme sürecinde iki temel sorun söz konusu olduğunu açıkça söyleyebilirim. 

İlki akademisyenlerin özellikle çalışmalarında sahaya inmemeleri, sahayı tanımamaları araştırmacı ve araştırılan arasında kurulan keskin hiyerarşik yapı ve ilişki nedeniyle yeterince yaşam ve anlam dünyasına giremeyip tablolara boğulan üzerine derinlemesine konuşulmayan ve politika üretilmesine yol açamayan birbirini yineleyen özgün olmayan pek çok çalışmanın bulunması. Bunun ciddi anlamda sosyal bilim adına büyük bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum. Ya da yapılan çalışmaların ekip halinde olmakla birlikte ekipten belli kimselerin araştırmanın saha alanında bulunmamaları, bulunmak istemeyişleri, sahayı değersiz görmeleri ve sahada çalışmadan elde edilen bulguları yorumlama ve analiz kısmında yeterince ayrıntılı olarak açıklama yap(a)mamaları, teori ve uygulama kısımlarını bir arada yazmakta ciddi anlamda sıkıntıların bulunmasından kaynaklandığı dile getirmek gerekiyor.

Diğer önemli sorun ise sivil toplum örgütlerinin akademiden yoksun proje üretmeye çalışmalarıdır. Bunu en çok taşra kentlerinde görmekteyiz. Pek çok sivil toplum örgütü üniversitelerde bu konuları çalışan akademisyenlere ulaşmazlar. “Biz sahacıyız siz teorisyensiniz” diye bir ayrım yaparak pek çok projenin yapılmasının önüne engel oluşturmaktadırlar. Küçücük kentler ya sivil toplum örgütlerine akademisyenlerin hiç uğramadığı ya da sivil toplum üyelerinin akademisyenlerin çalışmalarının kendi çalışmalarına katkı oluşturmayacağı onlardan daha çok emek verdikleri yönündeki birbirini anlamaz tavır nedeniyle sekteye uğramaktadır. Oysa önemli olan hem akademinin hem de sivil toplumun birbirini anlamaya çalışarak ve yıpratmayarak özellikle kırılgan grupların hayata kazandırılması adına karşılıklı işbirliği içerisinde yaşamda karşılığı bulunan ve uygulanabilecek sosyal politika üretmeye yönelik nitelikli çalışmaların sayılarının artmasıdır. 

Yeni normal dönemine dair söyleyeceklerimin başında ise hiç olmadığı kadar umudumun var olduğu. Yaşanan bu sıkıntılı süreç insanların dayanışma halinde olması gerektiğini öğrettiğini düşünüyorum. İnsanlar evde kalabilen insanlar en azından orta üst sınıfa mensup insanlar nihayet bunu düşündüler. En ufak anı ve yaşamsallık artık değer kazandı. Şu an için en büyük lüks ne çok iyi bir marka araba, ne de çok lüks bir sitede ev sahibi olmak. Şu an için istenen ve arzulanan en büyük lüks sevdiklerimize kavuşmak, sarılmak ve yanlarında olmanın değerini bilmeye başlamak. Bunu elli yaşına kadar önemsememiş bir birey artık bunu kavrayabildi. Dışarıda yaşamanın ne zor olduğunu, çöp toplayarak hayatını geçindirmek zorunda olan insanları, yoksulların, göçmenlerin yaşamlarını az da olsa en azından düşünmeye başladılar en azından hiç düşünmeyen bir kesim bir parça da olsa duygudaşlık kurmaya başladı. Yaşlılar ve çocuklar anlamaya başlanıldı. Kadın olmanın ne zor ve meşakkatli bir yolculukta hiç durmayan bitmeyen enerjiye sahip olunduğu fark edildi. Ev işçilerinin işleri öğrenildi, beğenilmeyen önemsenmeyen her ne varsa üzerine düşünüldü. Bu bakımdan benim ‘dışımda kimler var ve ben ne yapabilirim’e dair en insani soru nihayet insanların sorduğu gece yatarken geçmişte yaptıklarından vicdanlarıyla yüz yüze geldiği, muhakemesi ile yarın için ben de bir tuğla koyabilmekse doğru evrimleştiğini düşünüyorum. Umarım bu sabun köpüğü gibi çabucak ortadan kaybolmaz. Zaman gösterecek diyelim.

Pandemi sadece tıbbın ve sağlığın biyolojinin konusu asla değildir, olmamalıdır. Sosyal politika alanını sorgulamayan sosyolojik değerlendirmesini yapmayan bu kadar elzem olarak görülen kırılgan grupların kamusalın ve özelin yaşamsallıklarındaki değişim ve dönüşümleri, ekonomik yapının temel nüvelerini, toplumun temel yapısını çözümlemeden bir değerlendirme yapmanız mümkün değildir.

Son olarak, sosyal politikanın tarihsel gelişimi göz önünde bulundurulduğunda bazı dönem noktalarının olduğunu, pandemi krizinin de bu noktalardan birisi olarak kabul edildiğini söyleyebiliriz. Bundan sonrası için bizi nasıl bir dünya bekliyor?

Bunları konuşmak için çok erken olduğunu düşünüyorum. Belki insanlar felsefe okumayan sosyoloji okumayan insanlar da şunu artık anladı ve kavradı. Heraklitos’un ünlü sözünde dediği gibi “Değişmeyen Tek Şey Değişimin Kendisidir”. Aynen öyle. Kimse Kasım 2019’da pandemi kelimesini hayatında önemli bire yere koymamıştı. Kimse covid19 ile tanışmamıştı. Kimse maske takarak sokağa çıkmıyordu, kimse sosyal mesafe kavramını hiç duymamıştı hayatında, kimse izole yaşamlar, sosyaliteden uzak bir yaşam düşünemiyordu özellikle de bizim gibi sımsıkı sarılmayı ve öpmeyi bu kadar çok seven ve gündelik yaşam pratiklerinde ilişkilerinde sıkça yaşayan toplumlar için özellikle yalnızlaşılan ve sevgi göstergelerinden uzak bir yaşamı düşünmüyordu. Şimdi düşünüyor ve düşünmekle de kalmıyor birebir yaşıyor. En küçük yaştaki çocuğundan en yaşlısına kadar üstelik. Herkes bunu deneyimliyor. Ancak bu yaşanan bir başka unutulan ve hafifsenen şeyleri de bizlere gösterdi. Hala sık sık karşımıza çıkıyor. Pandemi tıp, istatistik, biyoloji ve moleküler biyoloji disiplinlerini önemli hale getirdi diye durmadan okuyoruz izliyoruz. Bu çok doğru evet. Kesinlikle sağlık ve sağlığa ilişkin bilim dalları canlıya dair yaşama dair ve bunların istatistiklerin tutulması eskisinden çok daha değerli, değerli de olmalı. Ancak unutulan ise bunları değerlendirenlerin sosyolojinin ne kadar önemli bir disiplin haline gelmesine dair. Sosyoloji artık vazgeçilemez bir disiplin. Pandemi sadece tıbbın ve sağlığın biyolojinin konusu asla değildir, olmamalıdır. Sosyal politika alanını sorgulamayan sosyolojik değerlendirmesini yapmayan bu kadar elzem olarak görülen kırılgan grupların kamusalın ve özelin yaşamsallıklarındaki değişim ve dönüşümleri, ekonomik yapının temel nüvelerini, toplumun temel yapısını çözümlemeden bir değerlendirme yapmanız mümkün değildir. Çünkü sosyoloji hayatın ta kendisidir. Sosyolojiden yoksun yapılan her açıklama bu anlamda sığ ve yetersiz kalacaktır. Bir kere pandemi kimi etkiliyor? Kimler tehlike altında? Kimler hayatını kaybediyor? Kimler virüse karşı verdiği mücadeleyi kazanabilerek nefes almaya başlayabiliyor? Kimler nerede nasıl yaşıyor? Apartmanın bodrum katında yaşayan beş çocuklu bir kalorifercinin yaşadığı pandemi süreci ile güvenlikli sitede havuzlu villasında üç köpeği ile en büyük arzusunun dışarıda arkadaşlarıyla yurt dışına gidememesi ve uçağa binememesi evinde bu süreci online konserlerle mutlu olmaya çalışması arasında yaşayan hayattan uzak insan arasında derince bir fark var değil mi? İşte tam da bu nedenle pandemi ve sosyal politika sürecini ele alırken de yaşananları değerlendirirken de fen bilimlerinin de önemi bilinerek ancak sosyolojik perspektiften asla uzaklaşmayarak var olana dair konuşabilir ve geleceğe dair toplumun yapısını göz önüne alarak sorgulayabilir ve yazabiliriz.