Arjantin’den Sur’a Hafıza Mekanları Bize Ne Söyler?

Zan Vakfı ve Beraberce Derneği’nin Diyarbakır’da düzenlediği etkinlikte hafıza mekanlarının tarihsel önemi ve yargılamalarda ne gibi işlevler gördükleri konuşuldu.

Beraberce Değişim Derneği’nin 2017 yılı programı kapsamında Arjantin’deki ESMA Hafıza Mekanı’nda iki ay boyunca gönüllü olarak çalışmalara katılan Zelal Pelin Doğan ile Sur’un Yıkımına Hayır Platformu’ndan Talat Çetinkaya, Diyarbakır’da hafıza mekanları üzerine konuştular. Doğan Arjantin’deki ESMA’da çalıştığı dönemdeki gözlem ve deneyimlerini aktarırken Çetinkaya da UNESCO Dünya Mirası listesindeki Diyarbakır Sur’da yaşanan tahribata karşı verdikleri mücadeleyi anlattı.

Arjantin’deki diktatörlük döneminde işkence, zorla alıkoyma ve kaybetme merkezi olan Eski Donanma Okulu’nun hafıza mekânına dönüşme hikayesini anlatan Doğan, ESMA Hafıza Mekanı’nın çalışma şekli ile yürüttüğü faaliyetleri aktardı. ESMA’nın yargısal süreçte bir suç mahalli olarak önemli bir işlev gördüğünü ve mekanların olduğu gibi korunmasının delillerin toplanması açısından hayati olduğunu vurgulayan Doğan, Hafıza Mekanları değişim programına katılma gerekçesini şöyle anlattı: “Hukuk Fakültesi’ne başladığımdan itibaren 90’lı yıllardaki zorla kaybetmeler, Cumartesi annelerinin talepleri ve mücadeleleri, asit kuyularında işlenen cinayetlerle ilgileniyordum. Bu yüzden Arjantin’de diktatörlük döneminde zorla kaybetme ve işkence mekanlarından Hafıza Mekânı’na çevrilen ESMA’da gönüllü çalışmak istedim. Orada, bulunan bir saç teli, tutukluların duvarlara yazdıkları kısa bir not, yerdeki bir kan lekesi, bulunan bir gömlek düğmesinin kaybedilenlerin kimliklerinin tespitinde ve davalarda nasıl önemli rol oynadığını gördüm.”

Talat Çetinkaya da Sur’un, o bölgede işlenen cinayetler, duvarlardaki kurşun izleri gibi sebeplerle ESMA’ya benzer şekilde bir suç mahalli olduğunu ve suçun, suçlunun ve suçun mağdurunun tespiti için önemli deliller bulundurduğunu vurguladı. Sur’daki yıkım sebebiyle delil niteliğindeki nesne ve izlerin çoğunluğuna ulaşma imkanı kalmadığını aktaran bir şehrin toplumsal belleğinin kesintisiz sürdüğü tarihi bir bölgenin yerle bir edildiğini söyledi. Sur’daki yıkıma karşı kurulan platformun video, fotoğraf, belge toplayarak envanter ve arşivleme çalışmalarını, Sur’un sakinleriyle sözlü tarih çalışmalarını sürdürdüklerini söyleyen Talat Çetinkaya ile Sur’un son durumunu konuştuk:

Öncelikle Sur’daki son durum nedir, oradan başlayabilir misiniz?

Bilindiği gibi Sur 15 mahalleden oluşmaktaydı. 8 mahallesi yıkıldı, 7 mahallesi kalmış durumda. 40 bine yakın yurttaş zorunlu olarak ev ve iş yerlerini terk etti. 4700’e yakın yapı yıkıldı. 200’e yakın “tescilli” ve “tescile değer yapı”, daha fazlası da tescillenmeye fırsat olmadan yok oldu. Bu istatistikler bir yana sokak dokusuyla, tarihi ve kültürel, toplumsal yapısıyla 3 yıl içinde büyük bir yok oluş yaşandı. Aileler ev sahibiyken birden bire kiracı oldu, iş sahibiyken işçileşti, işssizleştiler. Görece huzurlu bir yaşamları varken gelecekleriyle ilgili büyük bir endişe içindeler şimdi. Her aileye düşen ortalama çocuk sayısı 4 olduğu düşünüldüğünde bu çocukların geleceğiyle ilgili ciddi kaygılar oluştu tüm ailelerde. Bunun yanında hiç alışık olmadıkları yüksek katlı binalara, surdaki yaşamlarına göre uzak komşu ilişkilerinin olduğu mahallelere taşındılar.

Hafıza Mekanları dediğimiz yerler topluma ne söylüyor, neden önemli bu mekanlar? Dünya örneklerini de göz önüne alarak paylaşabilir misiniz?

Suriçi bölgesinin, Diyarbakır’da yaşayanlar için çok önemli olduğu biliniyor. Bu önem, şüphesiz söz ettiğimiz mekanın tarihsel ve kültürel derinliğiyle ilgili bir durumdur. Kim olduğu, hangi sınıftan olduğu, hangi siyasi görüşten olduğuna bakmadan tüm Diyarbakırlıların orda olmaktan manevi bir haz aldığı, kendini dinleyebildiği, şehrin tek mekanıdır diyebiliriz. Sadece Diyarbakırlıların değil, bu şehre gelenlerin de o mekana attıkları ilk adımla birlikte “ilk görüşte aşk” yaşadıkları sıkça gözlemlenen bir durumdur. Görünüşte sadece çevresi 5 kilometre olan bir alan gibi görünse de 7 bin yıldır yaşamın kesintisiz sürdüğü bir mekanın böylesi bir etki yapması şaşırtıcı olmasa gerek. Onlarca devlet, yüzlerce topluluk, inanç, kültürün yaşandığı bir mekandan söz ediyoruz. Onlarca güzelliğin yanında büyük trajedilerin mekanı. Yaşayan bir mekan. Bu mekanlar her adımda kendinden söz ettirir, duvarlarıyla, sokak dokusuyla, evlerinin her kıvrımıyla bu derin tarihin ve kültürün içine çeker insanı.  Diğer yandan bu hızlı yaşanan ve eskiten çağda kalıcılığın, birikimin, anıların ve hafızanın önemli olduğunu ve mümkün olduğunu hatırlatmaktadır.

Şüphesiz dünyada bu tür mekanlar çok fazladır.  Başta bulunduğumuz coğrafyadan örnekler verebiliriz: Şu an Sur’daki yıkıma benzer bir yıkım yaşayan Halep şehri ve sürekli savaşla ve çatışma ile iç içe olan Kudüs. Benzer derinlikteki şehirler ve benzer sonuçlar.  Yeri gelmişken şunu söyleyebiliriz: Bu şehirlerin yarattığı kültürel ve manevi derinlik o kadar büyük ki yüzlerce yıkımdan sonra tekrar ayağa kalkmayı başarmaktadırlar. Nesilden nesile aktarılan hafıza ve anılar,  aslında topluma şunu söylüyorlar sanırım. Farklılıklarla bir arada yaşayabilme becerisini geliştirme. Üç mekanda da tarih boyunca olabildiğince farklı toplumsal ve inançsal yapılar bir arada yaşamıştır. Ancak iktidar ve tekleştirme zihniyeti her defasında bu mekanları yok etmek istemiş ve büyük trajediler yaşanmıştır. Oysa bu mekanlar topluma şunu anlatmaktadır: Mekanı özel kılan farklıklardın bir arada olmasıdır. Mekanı çekici kılan katman katman olmasıdır ve içinde birazda kaos barındırmasıdır. Tarihsel olarak iktidarcı yapılar ve günümüzün kapitalizm çağında bu özellikler maalesef yok edilmek istenmektedir.

Sur büyük ölçüde yıkıldı, yeniden nasıl bir inşa süreci var, ortaya çıkan bu durum kolektif hafızaya nasıl etki edecek?

Evet. Başatada dediğimiz gibi Sur’un 15 mahallesinden 8’i yıkıldı. Akıllara durgunluk verecek şekilde bir inşaat süreci var. Her karesi tarih olan bir mekanda ağır iş makinalarıyla olabildiğince hızlı inşaat çalışmaları var. Hiçbir hassasiyet gözetilmeden tarihsel sit alanı kepçelerle kazılıyor, hiçbir uzman gözetimi olmadan, harfiyatlar taşınıp bir kenara atılıyor. Yıkım alanlarında kalan, tarihi ev ve yapı parçaları sağa sola yığılıp sonra kamyon kamyon satılığa çıkarılıyor. Bu durumun kendisi aslında kültürel bir yıkım.  Hasankeyf’e, Zeynel Bey türbesinin taşınmasında gösterilen özenin on binde biri Sur’daki yapılara gösterilmiyor. Bu kadar özensizlik ancak bile iste yapılır diyoruz.  Nitekim Hasankeyf’te kalan diğer yapılar dinamitlerle patlatıldı. Sur’da kalanlar da kepçelerin serbest stil  çalışmasına kurban edildi, ediliyor. Toplumsal dinamikleri hiçe sayan bu yıkıcı yöntemleri, toplumsal yapılar görüyor ve en hafif tabirle bu toplumsal bir tramvaya yol açıyor. Kendi değerlerine saygısızca yaklaşıldığını gören toplumsal kesimlerde tabi ki tepki gelişmektedir.

Diyarbakır’da bugüne kadar hafıza mekanları çalışmaları nasıl sürdürüldü, neler yapılabildi, neler yapılamadı, değerlendirir misiniz?

Yeterince olmasa da daha önceki yıllarda, belediyeler tarafından hafıza mekanlarıyla ilgili çalışmalar oldu. Hatırlayabildiğim kadarıyla saymak istiyorum: Sur dibi mekanlarının restorasyonu, tarihi konakların müze haline getirilmesi, bazı kiliselerin onarılması, bazı sokak isimlerinin tarihsel kimlikleirini hatırlatacak şekilde yenilenmesi, farklı dillerde sokak tabelalarının yapılması, bazı tarihsel kişilerin isimleriyle mekanların açılması…. Bunların dışında bir de Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nin müze olması için yapılan çalışmaları sayabiliriz.

Bugünkü durumda hafızanın mekan aracılığıyla yarına aktarılması için neler yapılabilir, neler yapmak lazım?

Bugünkü durumda her şeyden çok hafızaya, hatırlamaya ihtiyacımız var.  Çünkü sistem bize unutmayı dayatıyor. Bu durum doğal bir süreç değil, bunu görmek lazım. Yoksa aşırı nostaljik durumdan söz etmiyoruz. Bize unutmayı dayatan bir yapıdan söz ediyoruz. Hatırlamaya değer, özellikle de kollektif hafızaya dair ne varsa yok etmeye çalışan bir makineden söz ediyoruz.  O makine ruhumuzu, maneviyatımızı toplumsallığımızı yok edip aslında ruhsuz bireyler olarak her şeyi tüketmemizi istiyor.  Bu anlamda aidiyet duygusunu geliştirmek gerekir diye düşünüyorum. Coğrafyaya, şehire, köye, mahalleye, tarihe, topluma ait olma duygusunu geliştirmek gerek.  Nasıl ki yedi bin yıldır Diyarbakır’daki yaşam kesintisiz bir şekilde tün farklılığıyla akıp gelmişse bundan sonra farklılıklarıyla ayakta tutmak ve beslemek gerekir diyebilirim.

Reha Ruhavioğlu

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
64 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör