“Zaman alacak ama yaraları birlikte saracağız”
“Yaşamak risk altında olmaktır” der, Korku Kültürü kitabının yazarı Frank Furedi. Bugünlerde bu cümlenin gerçekliğini sarsıcı şekilde hissediyoruz. Özellikle son bir yılda yaşananların ardından nasıl hayatta kalacağımız ve yaşamaya nasıl devam edeceğimiz konusunda derin kaygılar içindeyiz. Bir travmanın yasını yaşayamadan bir diğer travmayla yeniden korkuya kapılıyoruz ve bu travmalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ne yaşıyoruz, nasıl […]
“Yaşamak risk altında olmaktır” der, Korku Kültürü kitabının yazarı Frank Furedi. Bugünlerde bu cümlenin gerçekliğini sarsıcı şekilde hissediyoruz. Özellikle son bir yılda yaşananların ardından nasıl hayatta kalacağımız ve yaşamaya nasıl devam edeceğimiz konusunda derin kaygılar içindeyiz. Bir travmanın yasını yaşayamadan bir diğer travmayla yeniden korkuya kapılıyoruz ve bu travmalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ne yaşıyoruz, nasıl sağlıklı kalacağız ve sosyal medyayı nasıl kullanmalıyız gibi soruların cevabını almak üzere Türk Psikologlar Derneği İstanbul Şube Başkan Yardımcısı ve Travma Birimi Sorumlusu Klinik Psikolog Dr. Serap Altekin ile buluştuk.
– Son yıllarda yaşadığımız olayların; patlama, terör saldırısı, canlı bomba eylemleri gibi şekli değişse de boyutları, ağır travmalara yol açıyor. Bu travmalar kendi içinde kategoriye ayrılıyor mu?
Travmatik olaylar; doğal kaynaklı ve insan eliyle gerçekleşen travmalar olmak üzere ikiye ayrılıyor. Doğal kaynaklı travmalar; deprem, sel, kasırga, volkanik patlama gibi olaylardır ve belirli bir coğrafyada kitlesel zararlara ve kayıplara sebep olan afetlerdir. İnsan eliyle gerçekleşen travmatik olayların başında ise; soykırım, savaş, katliam, çatışma, tutsaklık, işkence gibi insanlık tarihi kadar eski olan gerçeklikler gelir. Yine bu kategoride, şiddetin her türünü ele alabiliriz; fiziksel, duygusal, ekonomik ve politik şiddet başta olmak üzere, cinsel şiddet, cinsel istismar ve tecavüz insan eliyle gerçekleşen travmalar arasında en yaygın olan ve en derin izler bırakan hayat olayları arasındadır. Türkiye’de ve dünyada son yıllarda çok sık yaşanan patlamalar, terör saldırıları, canlı bomba eylemleri gibi travmalar insanlar ve toplumlar üzerinde uzun süreli ve derin yaralar açan travma örnekleri arasındadır. Literatür verilerine ve klinik gözlemlere göre, insan eliyle gerçekleşen travmalar, doğal afetlerin etkilerine kıyasla insanlar ve toplumlar üzerinde daha uzun süreli, daha derin yaralar açar.
Darbeler ve darbe girişimleri de, gerek esnasında yaşanan sarsıcı ve korkutucu şiddet içeren olaylar nedeniyle, gerekse sonrasında yaşanan özgürlük kısıtlamaları, uzayan gözaltı ve tutukluluk süreleri, cezaevlerinde sıkılaşan kurallar ve görüş yasakları gibi uygulamalar nedeniyle insanlar üzerinde travmatik etkiler yaratır. Türkiye’de geçmiş yıllarda yaşanan darbelerin etkileri de son yaşanan darbe girişiminin etkileriyle yeniden alevlenmiş durumda…
– Tüm bu ağır kayıpların ardından yaşanması gereken ‘yas’ durumu var. Her şeyden önce yas nedir ve neden gereklidir?
Yas süreci bir uyumlanma sürecidir; kaybın gerçekliğiyle yüzleşme ile başlar; üzüntü, keder, acı, kızgınlık, öfke, isyan, özlem, suçluluk, gibi yoğun duyguların iç içe yaşanması ile devam eder. Genellikle de anlamlandırma ve hayatı yeniden yapılandırma ile sonlanır. Kayıpların ardından yas sürecinde yapılan ritüeller, seremoniler, uygulanan tüm o sosyokültürel adetler, aslında son derece sembolik ve işlevseldir; gidenden çok geride kalanlar için anlamlıdır ve faydalıdır. Cenaze ritüeli, oradaki o sembolik vedalaşma ve helalleşme, kaybın gerçekliği ile yüzleşmenin bir örneğidir mesela; taziye ziyaretleri, belirli günlerdeki toplanmalar ve dualar da birer temas, destek ve dayanışma aracıdır. Metaforik olarak yas süreci, “çiğneyerek yutmak ve yavaş yavaş hazmetmek”tir. Yas tutmamak, tutamamak yahut yasa izin ve imkan verilmemesi ise bir anlamda “çiğnemeden yutmaya zorlamak” gibidir. Hele ki lokmaların da ardı arkası kesilmeyince bunun insanın sağlığını bozması kaçınılmazdır…
– Peki yas tutulmasına izin verilmediği noktada neler yaşanır?
Kayıplarının yasını tutmaya ihtiyaç duyan insanlara izin vermediğinizde, bu uzun süreli toplumsal etkiler yaratır. Bir araya gelmek, yan yana durmak, sokak anmaları yapmak, anısına bir çiçek bırakmak, olayın ve kayıpların anısına bir anıt dikmek veya benzeri bir sanatsal dışavuruma dönüştürerek toplumsal bir bellek oluşturmak, bunların her biri yası yaşamanın farklı farklı tezahürleri olabilir. İnsanları bu haktan men ettiğinizde, çiğnemeden yutmaya zorlamış oluyorsunuz. Tutulmayan yas ve hazmedilemeyen travmalar da toplum genelinde öfkeyi, nefreti ve şiddeti arttırıyor; kutuplaşmanın ve ayrımcılığın tırmanmasına neden oluyor. Yası tutulamayan kayıpların ve işlemlenemeyen travmatik deneyimlerin etkileri daha ağır, daha karmaşık ve daha uzun süreli bir hale gelir. Toplum genelinde bir yandan korku, kaygı, tedirginlik, çaresizlik ve umutsuzluk yoğunlaşırken; diğer yandan kızgınlık ve öfke artarak şiddetin, nefretin, kutuplaşmanın, düşmanlaşmanın ve ayrımcılığın önünü açtı. Herkes birbirini suçluyor, herkes adeta birbirine saldırıyor son günlerde. Ayrımcılık, insanları “biz-siz” olarak, “bizden olanlar-bizden olmayanlar” olarak tanımlamakla ve ayırmakla başlıyor. İkinci adımda, “biz” diye anlam yüklediğimiz şeylere iyi atıflarda bulunurken, “bizden olmayanlar”a düşmanca ve olumsuz şeyleri yüklemek geliyor. Ve üçüncü adımda ise, o düşmanca ve ayrımcı nefret söylemi, nefret eylemlerine ve şiddete dönüşüyor. İşte orası en tehlikeli yer çünkü farklı olana yaşam hakkı tanımayan bir noktaya varıyor.
– Bir de yas tutmamaktan çok tutamama hali var sanırım değil mi? Suruç’tan bu yana durmayan büyükşehirlerdeki patlamalar, Cizre ve Sur’da yaşananlar, dünyanın farklı şehirlerindeki terör saldırıları derken birini anlamaya, dindirmeye çalışırken biri başlıyor…
Yas bir uyumlanma sürecidir ve yası yaşayabilmek için zamana ve alana ihtiyaç vardır. Ancak şu son aylarda koşullar buna el vermiyor. Suruç’un üzerinden tam bir yıl geçti ve biz travma sahası çalışanları hala Suruç aileleriyle çalışmaya devam ediyoruz. Suruç’un ardından başlayan psikososyal destek çalışmaları bitmediği gibi bunun üzerine daha neler neler eklendi malum; 10 Ekim Ankara Garı patlamaları, üstüne Ankara’da iki patlama daha, Genelkurmay ve Güvenpark, bir taraftan İstanbul’daki üç patlama, Sultanahmet, Vezneciler ve İstiklal Caddesi, üstüne İstanbul Atatürk Havalimanı’ndaki silahlı saldırı ve patlama; bir yanda Cizre’de ve Sur’da yaşananlar, diğer yanda Barış İçin Akademisyenler; ve bunlara ek olarak dünyada olup bitenler, Bağdat’taki ve Brüksel Havaalanı’ndaki patlamalar, Fransa’da Paris’teki ve Nice’teki terör saldırıları, Pakistan’da lunaparka yapılan saldırı ve Orlando’daki saldırı gibi… Böyle art arda saymak bile ne kadar yorucu, ne kadar boğucu. Bütün bunları çok yakın tarihlerde yaşadık. Birbirinin üstüne eklendikçe de, etkiler büyüdü, birikti, yaralar derinleşti, acımız da yasımız da boğazımızda düğümlendi. Bu yaraların derinliğini zamanla daha net göreceğiz. Zira, yaşanan toplumsal travmaların etkileri sadece bugüne ve bugün tanıklık edenlerle sınırlı değildir; etkiler nesiller boyu kendini hissettiren derin izler bırakır, iyileşmesi zor yaralar açar. Kolektif bilinçdışı ile tüm bu yaşananların izleri ve yarattığı korkular ve kaygılar bir şekilde bundan sonraki nesilleri de etkileyecektir.
– Biz nasıl bir şey yaşıyoruz şu anda? Ağır şeyler yaşıyoruz. Bunun psikolojide nasıl bir karşılığı var?
Bilimin bir şeylere bakış açısı, genellikle şöyle ilerler; bir şey olur, onun üzerine incelemeler, çalışmalar, gözlemler yapılır. Ancak ondan sonra o araştırma verileri ışığında bir şeylerin tam olarak adını koymak, nedenlerini, etkilerini ve sonuçlarını tanımlamak ve açıklamak mümkün olabilir. İşin en zor ve karmaşık tarafı da şu ki hala travmatik olayların tam ortasındayız, içindeyiz ve yaşamaya devam ediyoruz…
– Dolayısıyla bu yaşananların adını tam olarak koymak için erken öyle mi?
Evet. Literatürde her ne kadar “travma sonrası stres bozukluğu” tanısı şu anda pek çok insanın yaşadığı belirtileri tanımlıyor olsa da, biz aslında henüz o “travma sonrası faz”a geçebilmiş değiliz. Zaten tabloyu en zor ve ağır hale getiren şey tam da bu. Bir travmanın şokunu atlatmadan bir yenisi eklendi. Bir travmanın yarattığı kayıpların yasını yaşayamadan, sindiremeden üzerine bir yenisi, bir yenisi daha eklendi ve hala da ekleniyor. Bu koşullarda da gerçekten iyi olmak, iyi kalmak, sağlığını, aklını koruyabilmek, yani bedenen, ruhen ve zihnen kendini koruyabilmek çok zorlaştı.
– Travma sonrası stresin bireysel ve toplumsal belirtileri neler?
Travmatik olaylar sonrası belirli tepkiler, “anormal bir duruma verilen normal tepkiler” olarak görülür. Mesela, iç içe geçen pek çok yoğun duygunun yaşanması olağandır; panik, korku, endişe, kızgınlık, öfke, suçluluk, çaresizlik ve umutsuzluk inişli çıkışlı olarak yaşanır. Belirli görüntülerin ve anıların gözün önünden gitmemesi, kulaklarda yankılanan sesler, burundan gitmeyen kokular gibi ‘yeniden yaşantılama’ adı verilen stres belirtilerine rastlanabilir. Olay yerinden ve olayı çağrıştıran her şeyden kaçma ve kaçınma ihtiyacı ortaya çıkabilir. Tetikte olma hali, tedirginlik, şüphecilik doğal olarak böyle zamanlarda artar. Uykuda ve iştahta bozulmalar olabilir. Enerjisizlik, ilgisizlik, isteksizlik artabilir, dikkat ve konsantrasyon zorlukları olabilir, bütün bunlar da insanın günlük hayatını sekteye uğratabilir. İlişkisel düzeyde yaşanan yabancılaşma ve yalnızlaşma, toplumsal düzeyde çözülme getirir. Ayrımcılık, tekilleştirme, düşmanlaştırma ve nefret söylemleri arttıkça da toplum genelinde, insanlar arasında ve sokaklarda şiddet ve nefret eylemleri artış gösterir.
– Peki bu belirtiler insanların sıradan yaşamlarını en basit haliyle nasıl etkiliyor?
İnsan denen varlığı, hiçbir zaman çevresinden izole bir varlık olarak düşünmemek gerekir. İnsan; biyo-psiko-sosyal-kültürel bir bütündür çevresiyle. Yani içinde bulunduğumuz tüm çevresel koşullar, sosyopolitik krizler ve toplumsal olaylar insanı doğrudan veya dolaylı olarak ve de sürekli olarak etkiler. Bireysel olarak bizde yarattığı etkilerden başlarsak; korku, kaygı, tedirginlik, çaresizlik, umutsuzluk, karamsarlık şu anda çok yükselmiş durumda. İnsanların en temelde hayatta kalma güdüsü var. Ve şu anda hayatta kalmakla ilgili ciddi endişe eder hale geldi herkes. Çünkü “her an her yerde benim ya da sevdiklerimin başına bir şey gelebilir” kaygısı, artık bir kuruntu olmaktan çıktı, maalesef reel bir korku ve tehdit unsuru haline geldi. Bununla beraber bu son yaşananlara, ülkemiz gerçekliğinde bakacak olursak insanların karamsarlığını arttırdı, hatta umutsuzluğa doğru götürdü. İnsanlar çok çaresiz hissediyor. “Ne yapsam işe yaramayacak”, “ne yapsam bir anlamı yok” diye düşünmeye başladılar ve bu yüzden de gittikçe izole olmaya, geri çekilmeye, normalde yapabilecekleri şeyleri de yapmamaya başladılar ki işte burası sağlıksız ve tehlikeli bir yer. Zira, insanların böylesine her şeyle ilgili enerjilerini, ilgilerini, motivasyonlarını kaybetmesinin kısa ve uzun vadede bir faydası olmayacağı gibi zararı olacak; insanları ruhsal ve sosyal güç ve destek kaynaklarından da mahrum bırakıyor olacak.
– Son haftalarda yaşananlarla birlikte insanların daha saldırganlaştığını ve bir anlamda ilişkilerinde hayal kırıklığına uğradığını görüyoruz. Artık kimsenin birbirine tahammülü kalmamış gibi. Sizce ne anlama geliyor bu?
Herkes herkese bir anlamda ‘saldırmaya’, birbirini etiketlemeye ve ötekileştirmeye çok yatkın bir hale geldi. Ortaya çıkan politik farklılıklar çok sivri ve çok sert şekilde ifade bulmaya başladı. Bununla beraber birtakım insanlar aile içinde, bazı insanlar yakın arkadaş çevresinde ilişkilerini gözden geçirmeye, sorgulamaya başladılar. Hayal kırıklıkları yaşamaya başladılar, “inanamıyorum nasıl böyle bir şey söyler” şeklinde birbirine yabancılaşmalar başladı. Ve bu yabancılaşmanın getirdiği şey de yalnızlaşma olmaya başladı. Mesela bazı insanlar, bazı arkadaşlarını veya akrabalarını sosyal ağlarından çıkarmaya başladılar; bazıları gerçek hayatta da ilişkilerini kesmeye başladılar. Bundan daha da ağır ve acı olan ise, bir noktadan sonra bunun sokakta birbirini tehdit etmeye veya linç etmeye dönüşmesi oldu.
– Toplumsal olayların yaşandığı dönemlerde, sosyal medyanın nasıl bir avantajı ve dezavantajı oluşuyor?
Sosyal medyanın kullanımına iki boyutlu bakmak lazım. Birinci boyut; hayatımıza hız ve zenginlik katan, üretimi, iletişimi ve gelişimi kolaylaştıran bir şey. Haber almak, bilgi almak, örgütlenmek, dayanışmak ve bütün bunları hızla yapabiliyor olmak, çok önemli bir zenginlik ve güç kaynağı. Ancak ikinci boyut, kullanım şeklinize göre çok tehlikeli bir araca, zarar veren bir mecraya dönüşebiliyor olması. Her şey hem bir ilaç hem bir zehir olabilir ya, önemli olan sizin onu ne ölçüde ve nasıl kullandığınızdır. Sosyal medya ve teknoloji de böyle bir şey.
Herhangi bir afet ya da toplumsal kriz yaşandığında, doğal olarak, haber ve bilgi almak için insanlar daha yoğun şekilde sosyal medya kullanımına yöneliyorlar. Ancak bu yoğun kullanım bazen çeşitli ihlal ve ihmallerin ortaya çıkmasına da sahne olabiliyor. Doğruluğu kanıtlanmamış bilgilerin dolaşıma girmesi, dezenformasyonun yayılması, yaşanan travmanın etkisiyle zaten yüksek olan kaygı, korku ve panik halinin daha da artmasına neden olabiliyor mesela. Buna ek olarak, artan ayrımcı dil ve nefret söylemleri yoluyla, sosyal medyanın bir teşhir etme, hedef gösterme ve linç etme aracı olarak kullanılması yine tehlikeli boyutlardan bir diğeri. Bunun dışında en sık karşılaştığımız ve en zarar verici şeylerden biri de, ham fotoğraf ve videoların kullanılması; yani ölen, yaralanan insanların görüntülerinin buzlanmadan yayınlanması, parçalanmış beden görsellerinin dolaşıma girmesi.
– Bu fotoğrafların olduğu gibi yayınlanmasının ne gibi etkileri bulunuyor?
Bu konuya pek çok açıdan bakmak gerek. Öncelikle şunu unutmamak gerekir ki, bir insan öldüğü zaman onun hakları bitmiyor; biz onun bedenini tüm çıplaklığı ile teşhir etme hakkına asla sahip değiliz, bu temel bir insan hakkı ihlali öncelikle. Ayrıca bir etik ihlal; dünyanın her yerinde kan, yaralanma ve ölüm içeren haberlerin görsellerinde uyulması gereken etik prensipler vardır; fotoğrafların mutlaka buzlanarak verilmesi gerekir, yaş uyarısı koymak gerekir. Bunun ötesinde de, ham fotoğraf ve video paylaşımları insani ve vicdani duyarlılıktan ve sorumluluktan uzak bir duruş. Bu görüntülere maruz kalan insanların yaşadığı ve yaşayacağı etki çok uzun süre, çok derin izler bırakacak nitelikte oluyor.
– Böyle zamanlarda sosyal medya kullanımı için neler önerirsiniz?
Afet, toplumsal kriz veya olağanüstü olaylarda, elbette haber ve bilgi paylaşımı çok önemli ve çok kıymetli; doğru bilgiye ve habere ulaşmak insanlar için bir hak olduğu kadar, kaynağından bilgi ve haber paylaşmak da vatandaşın sorumluluğu. Ancak bunu yaparken, özellikle de görsel kullanımı seçiminde fayda-zarar dengesini iyi gözetmek gerek. Bazen şöyle savunmalarla veya açıklamalarla karşılaşıyoruz: “Biz konunun ciddiyetini ve vehametini aktarabilmek için, bir duyarlılık yaratabilmek için ham şekilde yayınlıyoruz bu ölümleri, bu beden parçalarını”. Niyet edilenin aksine, bu tür paylaşımlar duyarlılık yaratmaz, bilakis insanları duyarsızlaştırır, bu tür görüntülerin insanların kafasında normalize olmasına neden olur. Ayrıca, insanların gözünün önünden günlerce, aylarca, bazen yıllarca gitmeyen görüntülere, kulaklarında yankılanan seslere sebep olabilir. Zaten zor ve ağır şeyler yaşanırken, insanların üzerindeki travmatize edici etkileri daha da arttırır.
Son olarak, sosyal medya kullanıcılarının belki aklına o anda gelmiyor olabilir ama şöyle de bir durum olabiliyor; diyelim ki bir patlama sonrası, daha çocuğunun, eşinin veya kardeşinin akıbetiyle ilgili herhangi bir habere ulaşamadan, bu gerçekliği sosyal medyada dönen fotoğrafla öğrenen insanların yaşadığı şok, acı ve travma kelimelerle tarif edilebilecek gibi değil. O belirsizlik, panik ve endişe içinde haber beklerken, ve hep içinde bir umudu canlı tutmaya çalışırken, en ham haliyle o fotoğrafın bir anda önüne düşmesi, insanların hayat boyu etkilerini silemeyecekleri anlardan biri haline geliyor. Fotoğraf ve video yayınında bu insani ve vicdani duyarlılığı da göz önüne almak önemli…
– Belirtileri ne zaman ciddiye almak ve bir yardıma başvurmak gerekir?
Uyku ve yeme düzeninizle ilgili problemler haftalardır normale dönmüyorsa; tekrarlayıcı anılar, ani irkilmeler, şiddetli kaçınmalar günlük hayatınızı etkilemeye devam ediyorsa; kendinizi rüyadaymış, bedeninizin dışındaymış gibi hissediyorsanız ya da başınızdan geçen olayı hiç hatırlamıyorsanız; başınızdan geçen olayla ilgili rahatsız edici anılardan kurtulmak ve uyumak için alkol ve benzeri uyuşturucu, uyarıcı maddelere yönelme isteğiniz varsa; kendinizi boşlukta, duygusuz, tepkisiz ve donmuş hissediyorsanız; ani öfke patlamaları, huzursuzluk, yerinde duramama gibi tepkileriniz yoğunsa; hayata dair genel ve yoğun bir isteksizlik ve enerjisizlik yaşıyorsanız, gelecekle ilgili hiç plan yapamama haliniz varsa, yani günlük hayatınız ciddi düzeyde sekteye uğramaya başladıysa belirtileri ciddiye almak ve bir yardıma başvurmak faydalı olacaktır.
– Bu süreçte toparlanmak için toplumsal olarak neler yapmalıyız?
Herkes için çok zor, karanlık ve ürkütücü bir gece yaşandı ülkede; ardından belirsizlikle bekleyiş ve haber takibi sürerken de OHAL ilan edildi; yaşananların yarattığı şok, panik, kaygı, korku ve çaresizlik, pek çok insanda umutsuzluk yaratırken; isyan, kızgınlık ve öfke de, kayıpların acısı ve yası ile iç içe geçti. Her toplumsal travmanın ardından yaşandığı gibi yine kutuplaşma, ayrımcılık, nefret ve düşmanlık söylemleri ve de şiddet eylemleri tırmandı; hem sosyal medyada hem de sokaklarda can yaktı.
Zor olacak, uzun zaman alacak ama yaraları birlikte saracağız; yan yana durarak, birbirimizin gözlerine daha çok bakarak, birbirimizin halini hatrını daha çok sorarak, dayanışarak ve iyi bildiğimiz şeyleri iyi yapmaya devam ederek, çalışarak, üreterek ve en önemlisi de geleceğe, barışa, demokrasiye ve insanlığa inancımızı ve umudumuzu koruyarak. Savaşı, çatışmayı, şiddeti, nefreti ve ayrımcılığı ancak ve ancak barışı savunarak, birbirimizle temasta kalarak ve dayanışma içinde olarak ve de mutlaka empatiyi, sağduyuyu ve vicdanı içselleştirerek aşabiliriz. Böyle zamanlarda birbirimizle insani temas ve dayanışma içinde olmak, en değerli güç ve destek kaynağımızdır, şifa ve umut kaynağımızdır.
– Bireysel olarak iyileşmek için tavsiyeleriniz neler?
Zaman hem kendi sağlığımıza hem de birbirimizle temasımıza özen gösterme zamanıdır. İçinizden gelmese de yemek ve uyku düzeninize özen göstermeye çalışın; hareket edin, yürüyüş yapın, ailenizle ve arkadaşlarınızla konuşun, temas edin. Ve belki de en önemli noktalardan biri, gün içinde zaman zaman haber takibine ve sosyal medya kullanımına ara verin ki tükenmeyin, gücünüzü yeniden toplayacak alan açın kendinize. Farklılıklarımızla uyum içinde ve kardeşçe yaşayacağımız, güvenli, huzurlu ve aydınlık bir dünyayı hep birlikte inşa edebilmeyi diliyorum.
Bizi Takip Edin