Avcılık: Erkekler, erkek olmayanlar, insan dışı hayvanlar…

“Topyekûn özgürlük savunucuları olarak bizler, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, yabancı düşmanlığına, homofobiye, transfobiye, tüm ayrımcılık çeşitlerine neden karşı çıkıyorsak, türcülüğe, yani insanların hayvanlar üzerinde kolayca hak iddia etmesini, tahakküm kurmasını sağlayan üstünlükçü düşünce sistemine de karşı çıkmalıyız”. Avcılık, günümüzde hâlâ, Türkiye ve birçok ülkede spor ya da hobi olarak niltelendiriliyor. Avcılığı, haklar bağlamında değerlendirdiğimizde ve genel olarak […]

“Topyekûn özgürlük savunucuları olarak bizler, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, yabancı düşmanlığına, homofobiye, transfobiye, tüm ayrımcılık çeşitlerine neden karşı çıkıyorsak, türcülüğe, yani insanların hayvanlar üzerinde kolayca hak iddia etmesini, tahakküm kurmasını sağlayan üstünlükçü düşünce sistemine de karşı çıkmalıyız”.

Avcılık, günümüzde hâlâ, Türkiye ve birçok ülkede spor ya da hobi olarak niltelendiriliyor. Avcılığı, haklar bağlamında değerlendirdiğimizde ve genel olarak avcıların eylemlerini incelediğimizde, bunun tam bir işkence ve yaşam hakkı gasbı olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. İnsanlık tarihinde avcı-toplayıcı toplumlar, hayatta kalmak için gayet eşit şartlarda avlanırken, bugün geldiğimiz tekno-endüstriyel çağda avcıların büyük bir çoğunluğu, avcılık yoluyla yaşlı ya da engelli hayvanların doğadan elimine edildiği iddiasıyla avcılığın bir seleksiyon olduğunu savunuyor. Orman ve Su İşleri Bakanlığı da avcılığı destekliyor, sadece “kaçak” avcılığı önlemek için yasalar çıkartıyor, avcıların kan tutkusunu yasalar dâhilinde avlandıkları sürece tatmin etmelerine hiçbir ses çıkarmıyor. Aksine bakanlık, “yasal” avcılığı destekliyor, teşvik ediyor; avcılık üzerinden ciddi bir bakanlık bütçesi sağlıyor. Avcılığın kaçağının- yasalının olamayacağını düşünüyorum, tıpkı tecavüzün yasalının, kaçağının olamayacağı gibi…

Edirne’nin ‘düşman’ işgalinden kurtuluşunun 88. yıl dönümünde avcılar resmî geçit töreninde.

Avcıların neredeyse tamamı, yaban hayvanlarını “vurulmaları” için yaratılmış canlılar olarak görüyor; avcılık yasaklanırsa yaban hayvanlarının aşırı derecede üreyeceklerini düşünseler de bilimsel teoriler ve doğanın gerçekleri bu tür iddiaları tamamen çürütüyor. Avcılığın iddia edildiği gibi doğaya ve yaban hayatına hiçbir katkısı yok, aksine oldukça yıkıcı sonuçları var. Bilimsel gerçekleri bir kenara bırakırsak hayvan hakları hareketi açısından avcılık, kanlı bir insan hobisi ve kesinlikle yasaklanması gereken bir cinayet eylemi. Doğuştan gelen haklara sahip ve hissedebilir bireyler olan hayvanların tutsak edildiği, yaşam haklarının gasp edildiği tüm eylemler ve avcılık sürdüğü sürece, hayvan haklarından bahsedebilmek de mümkün olmayacak.

AVCILIK, SİLAH ENDÜSTRİSİ, CİNAYETLER…

Bugün birçok ülkede avcılık tartışılıyor olsa da avcılığın, dünyanın en büyük sanayi kollarından olan silah endüstrisine sağladığı pazar nedeniyle yasaklanması ısrarla engelleniyor. Hayvan katliamlarından bağımsız olarak, av tüfeğiyle cinayet, kadın ve nefret cinayetlerinin tutulduğu çetelelerdeki kategorilerin en başında yer alıyor. Avcılıkta kullanmak için çok basit bir şekilde edinilebilen silahlar, hayvanlarla birlikte kadınların, çocukların da canını alıyor. Bu yönüyle de avcılığın kesinlikle yasaklanması gerektiğini düşünüyorum.

Geçtiğimiz aylarda, Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın “av turizmi” izni ile Türkiye’de hayvan öldürmeye gelen, ABD Başkanı Donald Trump’ın oğlu da birçok avcı gibi öldürmeye doymuyor.

Sadece ABD’de, avlanma için izin verilen arazilerde -kamu arazilerinin yüzde 60’ında serbestçe avcılık yapılabiliyor, bir yılda 200 milyondan fazla hayvan kayıtlı olarak öldürülüyor, bu sayıya tabii ki suda yaşayan balık gibi hayvanlar dâhil değil. Tüm dünyada, denetimlere takılmayan, istatistik çalışmalarına dâhil edilmeyen yüz milyonlarca hayvan, yine insanın bu kanlı hobisi, kan ve ölüm tutkusu yüzünden katlediliyor. 2015’de Türkiye’de, 5 milyon 500 bin ruhsatlı av silahı olduğu konuşuluyordu. Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın yine 2015’te yayınladığı rapora göre, yıllık aktif avcı sayısı 185.489 olarak kaydedilmiş. Avcılık nedeniyle yaşam hakları gasp edilen, annelerinden veya yavrularından ayrılan, yakalandıkları tuzak ve kapanlarda günler boyunca acı ve ağrı içinde ölümü bekleyen hayvanları düşündüğümde, bu rakamlar beni oldukça korkutuyor. Can almaktan, kan akıtmaktan hoşlandığını resmen ilân etmiş bu kadar insanla aynı toplumda yaşadığımız için endişelenmemek elde değil. Yine Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın 2015’de yayınladığı rapora bakıldığında, ülke genelindeki toplam 185.649 avcıdan sadece 60’ının kadın olduğunu görüyoruz.

İngiltereli zoolog, davranış bilimci ve “Hayvan-İnsan Sözleşmesi” adlı kitabın yazarı Desmond Morris, “Avın amacı heyecanı, tehlikeyi yaşamak, erkeklik ve cesareti kanıtlamaktı” der. Buradan avcılığı farklı bir boyutta değerlendirmek istiyorum ki, avcılığı hem toplum hem de devletler nezdinde bu kadar meşru kılan bir düşünce yapısı, insanlığın iliklerine kadar işlemiş durumda: Türcülük… Topyekûn özgürlük savunucuları olarak bizler, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, yabancı düşmanlığına, homofobiye, transfobiye, tüm ayrımcılık çeşitlerine neden karşı çıkıyorsak, türcülüğe, yani insanların hayvanlar üzerinde kolayca hak iddia etmesini, tahakküm kurmasını sağlayan üstünlükçü düşünce sistemine de karşı çıkmalıyız. Avcılık da tüm toplumlara hâkim olan türcü zihniyet sayesinde meşrulaşan ve tabii ki kanlı silah endüstrisinin sağladığı dokunulmazlık ile 21’inci yüzyılda hâlâ varlığını sürdüren bir saçmalık.

TOPLUM, ERKEKLİK, AVCILIK, ET YEMEK…

Ataerkil kültürün kökenine baktığımızda ise başlangıcının avcılık olduğunu görüyoruz. Toplumsal cinsiyetin erkeğe yüklediği rollerden birinin iktidar ve erk olduğunu, bu konuda yazılıp çizilen tüm teorileri bir kenara bırakırsak sadece gündelik yaşantımızdan gayet iyi biliyoruz. Erkeğe yüklenen bu rol ile erkek gerekirse öldürebilir, köleleştirebilir, erkek olmayanlar ya da insan dışı hayvanlar üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilir, hak iddia edebilir. Toplumsal yaşantımıza baktığımızda, çoğu erkeğin bu iktidar üzerinden kendisini var ettiğini, o iktidarı kaybetmemek için ne kadar hırçınlaştığını, birçok özneyi kolayca nasıl gözden çıkardığını görüyoruz. Yine ataerkil toplumlarda, et yemenin, avlanmanın, birebir erkeklikle özdeşleştirildiğini, toplum nezdinde erkekliği pekiştirdiğini görüyoruz. Et yemeyen erkeklerin ise “erkekten” sayılmadığı ya da “yarım erkek” sayıldığı bir toplumda yaşadığımızı, deneyimlerimden rahatlıkla söyleyebilirim. Bu  “tam” erkekler, örneğin toplu taşımada hiçbir rahatsızlık emaresi göstermeden ve artık tekerlemeye dönüştürdüğü yüksek sesli cinsel şiddet içeren küfürleriyle bir kısım insanı canından bezdirirler; tacize karşı tepki verenleri canından ederler (bkz. Bahadır Grammeşin davası); bıçkın delikanlı hâlleri, sözde yırtıcılıklarıyla herkesi dize getirmeye çalışırlar, toplumsal normların dışında kaldığını düşündüğü bir takım insanları sokakta linç edebilir, fırsatını bulsa ve cezalandırılmayacağını bilse anında ortadan kaldırabilirler. Ne zaman ki, bir yerden testosteron kokusu ağır bir şekilde yükseldiyse orada hep şiddeti, nefreti görmüşümdür. Neyse, konuyu çok dağıtmayayım…

Samsun Canik’te avcılardan kaçarak kent merkezine inen yaban domuzu, tekme, sopa ve taşlarla linç edilerek öldürülmüştü. Domuz son nefesini verirken, aralarında çocukların da bulunduğu erkeklere bir polis memuru da eşlik ediyordu. Domuzun yaşadığı tarifsiz acı karşısında failler, sadece 500 TL idarî para cezasına çarptırıldı.

AVCILARDA SKOR, REKOR TUTKUSU

Avcılıkla bir yaşamı sonlandıran, bir bedene sahip olan ya da bir hayvanı esir eden erkeklerin büyük bir çoğunluğunda “skor”, “rekor” gibi takıntılar olduğunu, avcılık karşıtı mücadele verenler ya da hayvan hakları aktivistleri çok iyi bilir. Mesela, en uzun boynuzlu yaban koyununu avladığı için övünen erkek, seks yaptığı kadınla ilgili ayrıntıları ortaya dökerek bunu bir alay konusu hâline getiren ya da belli bir süre zarfında kaç kadınla birlikte olduğunu açıklayarak bu “skor”la övünen aynı hemcinslerini bana anımsatıyor. Yıllar önce eşine, çevresine uyguladığı sistematik psikolojik, cinsel ve fiziksel şiddet nedeniyle kendisini teşhir ettiğimiz ve kendisine tavır aldığımız bir erkek, yanındaki kadına, bir polis saldırısından kaçarken tesadüfen evine sığınan bir arkadaşımıza sorması için “Bak, bu arkadaşa sor, kaç kadını, kişiyi nasıl dövdüğümü sana anlatsın” diye yıllar sonra hâlâ bununla övünüyor, yaptıklarından hiçbir rahatsızlık duymuyor. Kendisine sorsak o dönem hepimizi çok seviyordu, hepimize çok değer veriyordu… Verdiğim bu örnek üzerinden, eleştirel kuramcıların yazdıklarına bakarsak Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, “İnsan ve Hayvan” makalesinde türcü ve cinsiyetçi egemen erkekle ilgili şunları yazar: Faşistlerin hayvanlara, doğaya ve çocuklara yönelik yobaz sevgilerinin önkoşulu av istencidir. Faşistlerin kaygısızca bir çocuğun başını ya da bir hayvanın sırtını okşaması, bu okşayan elin yok edebileceği anlamına gelir… Kadın, uygarlığın boyunduruk altına almayı şanından saydığı doğanın imgesi oldu. Doğaya sınırsız ölçüde egemen olma, kozmosu sonsuz bir av sahasına dönüştürme bin yılların düşüydü. Erkek toplumundaki insan ideası da buna göre tasarlanmıştı.

AVCILAR ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA

Sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da iktidar sorunu yaşayan erkekler kadına, LGBTİ’lere veya insan dışı hayvanlara tahakküm uygulayarak toplumdaki yerini sağlama almaya bakar. Ben her ne kadar klinik psikolojinin verilerini kullanmaktan pek hazzetmesem de İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nın eski öğretim görevlilerinden Prof Dr. Eflatun Adam ve arkadaşlarının, Türkiye’deki avcıların kişilik özellikleriyle ilgili olarak yürüttüğü bir araştırmadan da bahsetmek istiyorum. Söz konusu araştırma sonuçlarına bakıldığında, avcıların içine kapanıklık, saldırganlık, suçluluk duygusu ve başarısızlık sendromundan muzdarip olduğu sonucuna ulaşıldığını görülür. Araştırma neticesinde, avcı erkekler, avcı olmayan erkeklere kıyasla cinsel doyuma daha az ulaşırken cinsel yaşam anlayışında çok daha tutucu çıkmışlardır. Desmond Morris’in işaret ettiği gibi, erkekliğini kanıtlamak, heyecan aramak için ya da biraz önce bahsettiğim araştırmada bahsi geçtiği gibi birilerine saldırıp başını belaya sokmamak için avcılar, hayvanların canına kast ederek belki de kendilerini dizginliyor, içindeki şiddet dürtüsünü baskılayabiliyor.

 “ÖLDÜREN SEVGİ İSTEMİYORUZ”

Söz konusu araştırmada, deney grubunda yer alan 200 avcının hemen hemen hepsinin derin bir hayvan sevgisi taşıdığı sonucuna varılması da bana çok tanıdık geliyor. Feministlerin, kadınların eylemlerde attığı “Öldüren sevgi istemiyoruz” sloganı ya da aynı sloganın yazılı olduğu dövizler size de tanıdık gelmiyor mu? Doğada ölüm makinesine dönüşüp hayvanın canına kast eden erkek, sokakta ya da ev içinde kadının canına kolayca kast edebiliyor.

SADECE KENDİMİZE Mİ ÖZGÜRLÜK?

Tüm bunları düşündüğümüzde, avcılığın ataerkilllikten, erkek iktidarından; cinsiyetçiliğin de türcülükten bağımsız olmadığını, birbirlerini beslediğini görüyoruz. Öznesi kim olursa olsun, öldüren, hapseden, beden dokunulmazlığını ihlâl eden tüm düşünce ve eylemlerin 21’inci  yüzyılda artık tarihe karışması gerektiğini düşünüyorum ancak Türkiye’de hak kavramına o kadar sığ bir şekilde yaklaşılıyor ki. Toplumsal şiddeti besleyen, birbirinden asla bağımsız olmayan ayrımcılık çeşitlerinden biri olan türcülüğe karşı ya da hayvan haklarının teslimi için düzenlenen eylemlere sadece hayvan hakları aktivistleri katılıyor, destek veriyor. Topyekûn özgürlüğün inşası geciktirildikçe, hayvanlar özgürlük arayışlarımızın, anlayışlarımızın dışında bırakıldıkça ne özgürlük ne adalet ne de eşitlik görebileceğiz. O nedenle, her ortamda faşizmle de cinsiyetçilikle de türcülükle de mücadele etmeli, bu kötücül düşünce sistemlerinin ne gibi sonuçlar doğurduğunu dile getirmeliyiz. Bugün hâlâ toplumlarımızda avcılık diye bir olgu var olması, nasıl bir dünyada yaşadığımızı sorgulamak konusunda oldukça geç kaldığımız anlamına geliyor.  Ve bu geç kalmışlık, hareketsizlik, tepkisizlik şiddetin günbegün tekrar üretilmesine olanak sağlıyor. Böyle bir dünyada yaşamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Bence hepimizin ilk başta kendine sorması gereken soru, bu olmalı ve bunun sonucunda da artık bir karara varmalıyız. Bu karara varmadığımız ve yaşamlarımızı değiştirmemekte direttiğimiz sürece, hepimiz, o şiddetin üreticisi, destekçisi ve bir parçası şeklinde yaşamaya devam edeceğiz.

Burak Özgüner

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
51 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör