Emine Deniz: Trump seçimler sırasında vermiş olduğu sözleri tutuyor

ABD’de Trump’ın başkan olarak göreve gelmesiyle ülke genelinde çeşitli protestolar başladı. İslamofobi, ırkçılık ve seksizm karşıtı bu protestolar ülkemizde de tartışma konusu oldu. ABD’deki protestoları ve bu protestolar etrafında bir araya gelen sivil toplumun ülke siyaseti üzerindeki etkisini anlamak için New York Üniversitesi’nde doktora eğitimini sürdüren Emine Deniz’le röportaj yaptık. Deniz merkezine Türkiye sivil toplumunu […]

ABD’de Trump’ın başkan olarak göreve gelmesiyle ülke genelinde çeşitli protestolar başladı. İslamofobi, ırkçılık ve seksizm karşıtı bu protestolar ülkemizde de tartışma konusu oldu. ABD’deki protestoları ve bu protestolar etrafında bir araya gelen sivil toplumun ülke siyaseti üzerindeki etkisini anlamak için New York Üniversitesi’nde doktora eğitimini sürdüren Emine Deniz’le röportaj yaptık. Deniz merkezine Türkiye sivil toplumunu alan değerlendirmelerini de bizimle paylaştı.

“Müslümanlar Trump’ın Amerikan başkanı seçilmesinden önce ülke sınırlarında güllük gülistanlık zaman geçirmiyorlardı”

-ABD’de neler oluyor?

Bu soruya en kestirme cevap: “Trump, seçimler sırasında vermiş olduğu sözleri tutuyor” olurdu. Hatırlarsak Trump’ın seçim vaatleri arasında Müslümanların ülkeye girişlerine dair güvenlik adımlarını daha da kuvvetlendirmek vardı. Seçilmesinin ardından imzaladığı bir kanun hükmünde kararname ile Irak, İran, Libya, Somali, Sudan, Suriye ve Yemen vatandaşlarının ülkeye girişini 90 gün boyunca yasakladı.

Burada bir parantez açalım. Müslüman Amerikan vatandaşları, Müslüman yeşil kart sahipleri veya Müslüman-çoğunluk ülkelerin Amerikan vizesine sahip vatandaşları Trump’ın Amerikan başkanı seçilmesinden önce ülke sınırlarında günlük gülistanlık zaman geçirmiyorlardı. Bunun yanı sıra bu ülkeler Obama yönetimi sırasında “kaygıya mahal ülkeler” olarak tanımlanmışlardı.

Ve hatta filmimizi daha da geriye saralım. Kolonyal donemde ayrı post-kolonyal donemde ayrı canına okunmuş bir nüfustan bahsediyoruz. 2003 yılında Irak’ın işgali ile başlayan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı yangın yerine çevirme ve insanları bir şiddet sarmalına hapsetme tarihi var. Yangın yeri hali radikalleşmeye, radikalleşmenin güvenlik önlemlerinin artmasına neden olmasına, bu durumun daha da radikalleşmeye neden olduğu uzun bir süreçten bahsediyoruz.

“Trump tarafından önümüze konan uygulamayı Obama dönemi ile uygulamaları karşılaştırmak Trump ve benzerlerini normalleştirmek olur”

-Peki bu durumu diğerlerinden farklı kılan neydi?

Amerikan Başkanı Trump’ın uygulamaya koyduğu karar kazanılmış hakları askıya alıyor. Dünyanın bütün devletleri sınır güvenliklerini sağlamak için bir takım uygulamalara başvuruyorlar. Vize almak, sığınma veya vatandaşlık hakkı elde etmek kolay değil. Fakat bütün bu işlemler sonucu devlet ve birey arasında bir sözleşme oluşuyor. O sözleşmenin ihlali durumunda da yapılacaklar belirleniyor. Ve bir gün devlet birdenbire herhangi bir geçerli ve meşru neden olmadan aranızdaki sözleşmeyi feshediyor. Yani oyunun kuralları biz oyunun içindeyken değişiyor.

Burada yukarıda Obama yönetiminin bu yedi ülkeyi daha önce “kaygıya mahal ülkeler olarak” belirlemesinden, 2011 yılında Irak’a ayrılmış özel mülteci vizelerini altı ay boyunca durdurmuş olmasından veya 2015 yılında İran, Irak ve Suriye’nin de aralarında bulunduğu ülkeler için vize kurallarına yeni maddeler eklemesinden farklı olan birden fazla durum var. İnfazı kabil sözleşme esasına aykırı hareket etmek, ikincisi 130 milyonluk bir nüfusu etkileyen bir kararı küçük bir danışman kadrosu ile vermek –Trump yönetimi değil Trump, Obama değil Obama yönetimi demem bilinçli bir tercih–, kararnameye ilişkin uygulama ve kuralların belirsizliği ve kararnamenin Amerikan Anayasası’na olası aykırılığı akla ilk gelenler.

Burada kişisel bir görüş için kendime yer açmak istiyorum. Herhangi bir devletin ülkesinin sınırlarını korumak üzere attığı veya atacak olduğu adımların özgürlüğü güvenlik politikalarına önceleyen insanların damağında kekremsi bir tat bırakmaması mümkün değil. Fakat Trump tarafından önümüze konan uygulamayı Obama dönemi ile uygulamaları karşılaştırmak en basitinden Trump ve benzerlerini normalleştirmek olur. Bu normalleştirmenin sonunun da hayırlı bir yere çıkacağını düşünmüyorum.

“Direnişte görünür olan beyaz, eğitimli, liberal orta sınıf bir kitle var”

-Bir sivil direniş var. Sizce bu direniş siyasete nasıl yansır?

Geçtiğimiz haftaya kadar radarımıza girmemiş olmaları tamamen bizim suçumuz olan ama yıllardır yapısal İslamofobiye, insansız hava araçları (drone) ile yapılan saldırılara karşı aktivizm peşinde zamanlarını, sağlıklarını, ve hatta sosyal statülerini harca(mış)yan kimseler var. Daha da eskiye gitmeliyiz!  Yerlilerin kültürel, sosyal, siyasi hakları için, yerlilerin mülkiyet hakları için organize olmuş aktivistler, siyahilerin önce eşit vatandaşlıkları için, bugünlerde karşılaştıkları yapısal ırkçılık için örgütlenmiş bir sivil direniş var.

Sivil direniş yeni değil ama direnişe katılan ve görünürlüğü, ne yazık ki, daha fazla olan bir kitle var: (Çoğunluğu) Beyaz, eğitimli, liberal orta sınıf.  Bu sınıf 1) siyasi eliti üretiyor, 2) siyasi eliti etkileyecek mekanizmalara sahip. Aynı zamanda da dünya genelinde artan popülist milliyetçi söylemin liberal demokrasinin bütün kazanımlarına vuracağı darbeye karşı oluşan bir tepki var.

Şu anda en çok duyduğum şeylerden biri: “2018 yılında yarı donem kongre ve senato seçimleri için çok iyi adaylar yetiştirmeliyiz.” Hatta Barack Hussein ve Michele Obama zamanlarını ve kaynaklarını en küçük yönetim biriminden en büyüğüne daha iyi siyasiler yetiştirmek için harcayacaklarını açıkladılar.

 -Sizce Amerikan sivil toplumunun siyaset karşısında bir şansı var mı?

Amerikan siyasetinde sivil toplumun etkisi tartışılamaz. Düşünürseniz, telefonla temsilcilerini arayarak veya mektup/e-mail yolu ile ulaşarak oylamada nasıl oylamaları istediklerini bildiren bir seçmen grubundan bahsediyoruz. Ve kongre/senato üyesi bunları haftalık bültenlerinde açıklıyor.  Ama aynı zamanda daha önce de bahsettiğim gibi Amerika’nın kuruluşundan bu yana gelen haksızlıklara karşı uzun zamandır sivil direniş gösteren gruplar var. Bir de yine daha önce bahsettiğim gibi bu sahneye yeni yeni adım atan beyaz-çoğunluk, eğitimli ve liberal bir kitle var. Bu iki grup arasında George Orwell’in muhteşem tabiri ile kimin “daha eşit” olduğu hepimizin mâlumu.

Bunu da kabaca iki sebebe bağlayacağım. İlki, milli iradenin tecellisinde kimin oy kullanabildiğinin ve kimin oy vermek için sandık başına gideceğinin ve daha önemlisi gidebileceğinin verilerle biliniyor olması. Bir parantez daha Trump’ın seçildiğinden beri, biliyorsunuz popüler oylamayı 2,9 milyon oy ile Hillary Clinton kazandı, ve secim öncesinde de seçimlere hile karıştığını iddia etmesinin narsistliğinden başka bir nedeni daha var: Güneyli Cumhuriyetçilerin uzun zamandır peşinde oldukları yerli, siyahi, hispanik, ve illegal yollar ile ülkeye gelip çeşitli sebeplerle vatandaşlık hakkını kazanmış vatandaşların oy kullanma haklarının elinden alınmasına neden olacak kanunları geri getirme çabası.

İkincisi ise Amerikan siyasetinde politika finansmanı ve bu sayede de paranın önemi: En yakın örneğini Çarşamba günü yasadık. Trump’ın secim zamanı ve yemin töreni sırasında kamu politikası uygulamalarından biri de “yerli ve milli” üretim, işçi ve tüketim idi. (Produce American, Hire American). Trump’ın çalışanlara tahsis edilen H1B vizesinde bir değişikliğe gideceğini öngörülüyor. Ve Kaliforniya eyaletinin Demokrat temsilcilerinden biri bir yasa tasarısı önerdi. Tasarının detaylarına girmeden şunu söylemek istiyorum, yasanın eski hali ile karşılaştırıldığında yeni tasarı iyi Amerikan üniversitelerinden mezun olanları ve teknoloji sektörünü koruyor. Kanun tasarısı Trump’ın olası daha “korkunç” tasarısından korumak üzere ve tarafsız olarak lanse ediliyor. Sivil toplum için ve ülkeye eğitim almak için gelmiş önce göçmen sonra da vatandaşlık statüsüne geçecek olan kimseler için elbette yararlı bu tasarının kimin lobi faaliyetleri sonucu ortaya çıktığı da yanı sıra son derece açık.

“Yargının tavrını tamamen sivil direniş etkiledi demem mümkün değil”

-ABD yargısı Trump’ın Müslümanlara vize kısıtlaması kararını askıya aldı. Yargının bu tavrını sivil direniş ne derece etkiledi?

Öncelikle sıklıkla görülen bir yanlış anlaşılmayı düzeltelim, Brooklyn’de bölge savcılığından bir yargıç geçici olarak vize kısıtlamasını ülkeye girmek üzere havaalanında olan ve karar sırasında “in-transit” (yolda) olan kimseler için askıya aldı. Yargının tavrını tamamen sivil direniş etkiledi demem mümkün değil. İki kişinin şikâyeti mahkemeye bu durumlar da tecrübeli Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU) tarafından taşındı ve elbette ki hangi mahkemeye taşımaları gerektiğini biliyorlardı. Davaya bakan yargıç altı yıl sure boyunca görevini yerine getirmek üzere Obama tarafından atanmıştı ve Demokrat seçmenin genel eğilimine yakın biriydi. Bu durumda davayı sonuçlanması gerektiği gibi sonuçlandırmaması için bir neden yoktu. Yani gördüğümüz yıllara yayılmış bir devlet aygıtının güçler arasında eşit dağılımını sağlama çabasının tezahürü idi.

Oysa Amerikan yargısının Treyvon Martin, Michael Brown, Philando Castile, Alton Sterling davaları ve daha nicelerinde sicili böylesine parlak değil.

-ABD’deki protestolar toplumun genelinde nasıl karşılık buluyor?

Protestocular arasında beyazların bulunması, Amerika’nın kadim meseleleri sınıf ve ırk ayrımcılığına dair değil genel geçer vurgusu olan protestolar olması nedeniyle elbette daha yumuşak karşılanıyor. Kimse insanları “uyuşturucu kullanan, hapse girip çıkan, eğitimlerini yarıda bırakan ve ahlaki değerleri zayıf” olarak yaftalamıyor. Protestonun Cumhuriyetçi kanada yakın ana akım medyada yer alma biçimi protestocuları karalama üzerinden çok, protesto edilen şeyin Amerika’nın güvenliği için alınmış bir karar olduğunu ve Obama yönetimin de aynısını yaptığını –hakikat sonrası habercilik kuralları dahilinde– vurgulamaya dayanıyor.

“Türkiyeli sivil toplum örgütlerinin devlet ile olan ilişkilerini sürekli olarak sorgulamaları önemli”

-Bu örnekten Türkiye sivil toplumunun çıkarması gereken dersler var mı sizce? Varsa nedir bunlar?

Öncelikle ders yerine, üzerine düşünmemiz için neler var diyelim isterim. Üzerine düşünmeniz gereken noktaları sıralarken de iki konuyu açıklığa kavuşturmam gerektiğini düşünüyorum.

İlki, ben liberal gelenekten gelen ve liberal gelenek ilkeleri içinde siyasi varoluşunu sürdürmeye çalışan biriyim. Bu durumda yaşamımın akışı sürecinde karşılaştığım şeyler üzerinde düşünürken isteyerek ve çoğu kez istemsizce bu siyasi düstur ile düşünüyorum. Yani buradan sonra okuyacaklarınız bir liberalin Amerika sivil toplumuna bakıp Türkiyeli sivil toplum üzerine neler düşündüğüdür.

İkincisi ise, her toplumun kendi iç dinamiklerinin farklı olduğunu unutmadan ilkelerim dahilinde bir düşünme egzersizi bu, bu nedenle genel geçer uygulanabilecek noktalardan bahsetmek istiyorum. Nüansları atladığım için herkesten özür dilerim.

Sivil toplumun devlet şiddetini kontrol altına almak belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz araç. Bu durumda Türkiyeli sivil toplum örgütlerinin devlet ile olan ilişkilerini sürekli olarak sorgulamalarının önemli olduğunu düşünüyorum. Bahsettiğim, bağışcılığın az olduğu bir ülkede, devlet yardım ve hibelerinden uzak durmak değil, ama o hibeleri alabilmek için devlete veya devletin tezahürlerine yanlamayı işin kuralı saymamak.

“Türkiyeli sivil toplum örgütlerinde çok karşılaştığım bir söylem eğer kelli ferli heteroseksüel erkek olmaz ise panelde/çalıştayda/sunumda/çalışmada bizi kimse dinlemez algısı”

Bahsetmek istediğim bir diğer noktayı sevgili Umut Tümay Arslan’ın şahane kavramsallaştırması ile anlatmak istiyorum: ““heteronormatifliği ve Türklük ethosunu* yeniden üretmeyen” bir sivil toplumun peşinde olmalıyız. Türklük ethosunu daha az önemli görmediğimi vurgulayarak, son zamanlarda sıklıkla karşılaştığım heteronormatifliğin yeniden ve yeniden üretilmesi hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Sivil toplumdan bahsedeceksek öncelikle bu soyut varlığın heteroseksüel hükümran sınıfa ait erkek egemenliğinden çıkmasının gerekliliğinden bahsetmemiz lazım. Türkiyeli sivil toplum örgütlerinde çok karşılaştığım bir söylem eğer kelli ferli heteroseksüel erkek olmaz ise panelde/çalıştayda/sunumda/çalışmada bizi kimse dinlemez algısı. Dinlemez tabii, sen hiç dinlemeleri için sınırları genişletmeye çalışmamışsın ki. Beni inanılmaz hayal kırıklığına uğratıyor bu her seferinde. Elbette Amerika’da da tamamı erkeklerden oluşan televizyon programları, konferans panelleri var, ama bunu konuştuğunuzda sivil toplum temsilcilerinden “ne yapalım başka türlü ilgi çekemeyiz “den farklı cevaplar duyuyorsunuz.

Bir diğer konu herhangi bir konuda sivil toplum hamlesine ihtiyaç duyacak isek, bu hayvan haklarından, eşit yurttaşlığa, LGBTİ haklarından devlet şiddetine tek tip olmamızın gerekliğinin neredeyse gizli bir kabul olması. Amerikan sivil toplumu bu günahtan âri mi? Ee elbette hayır, ama Trump’ın başkan seçilmesinden beri gördüğümüz protestoların yayınlanan bildirilerin içeriklerine bakıldığında bu konuda bir aşama kaydedilmesi için atılan adımları görüyorsunuz. Çok katmanlılık Amerikan sivil toplumun sıklıkla konuştuğu konulardan biri. Mesela, 2016 kışında katıldığım bir konferansta Türkiye’nin çeşitli yerlerinden iş kadını örgütleri vardı. Konferansın ana teması, 2015 Temmuz’unda yeniden başlayan çatışmalı süreç içinde kadının is hayatına katkısı idi. Ülkenin batısındaki iş kadınlarını temsil eden örgütlerden herhangi biri ülke ve dünya genelinde bir ekonomik kriz yaşandığından bunun da herkesi etkilediğinden öteye gidemediler. Birbirimiz ile bir örnek, tek flama altında ve asla birbirimizi eleştirmeden ve tartışmadan sivil kontrolü devlet üstünde oluşturma çabalarının 19 Mayıs müsamerelerinden farkı yok. 19 Mayıs müsameresinin de sivillik ile alakası yok.

Burada bir noktaya daha değinmek istiyorum, tek tipleştirme ve yekpare bir oluşumdan bahsediyormuşçasına konuşma ve davranma bicimi hem sivil toplumun içinde hem de sivil toplumun karşısında devlet tezahürüne yakın duranlar arasında var. Muhalefet etmek, bir konuda karşı fikir ifade etmek, sivil bir hareketin içinde yer almak kalın bir fırçayla tek renge boyanmak gibi. İlkeleriniz nedeniyle çeşitli zamanlarda, belki de siyaseten asla yan yana gelmeyeceğiniz kimseler ile bir arada olabilmek bir olgunluk belirtisi değil neredeyse bir günah. Kadınların yürüyüşü ile başlayan, Müslümanların ülkeye girişinin yasaklanması ile devam eden süreçte okuduğum birçok yazıdan çok etkilendim. Çoğunun ana teması da su idi: Bugün bizimle sokakları dolduranların bu yaşananlarda payı büyük olabilir, hatta belki de bazen baskının ve devletin dilini yeniden üretiyor olabilirler fakat onlara yanımızda olma fırsatı vermek, ötelememek ama bunu yaparken de sorumluluklarını hatırlatmak geleceğimiz için önemli.

Bu noktada benim başka bir düşünme noktası da sorumlulukların nasıl hatırlatıldığı oldu. Kimseden bunu beklemek gibi hakkım olmadığını biliyorum ama olsa daha iyi olur diye ekliyorum. Beni hem düşündüren hem utandıran yazıların diline dönüp baktığımda sunu fark ettim: Kimseye “giydirmiyor”, kimseyi “hizaya çekmiyor” ama hiç taviz vermeden hatırlatıyor eksiklerini. Keşke başkalarında kızdığımız baş öğretmen tavrımızı bir kenara bırakabilsek. Belli ki, ben de su anda aynı şeyi yapıyorum, bir grup insani hizaya çekmeye çalışıyorum. Bunu da kabul ediyorum. Ama ben Türkiye’deki “o zaman neredeydiniz” veya “biz size dememiş miydik” aktivizmden çok bunaldım. Yalnız olmadığımı da çok iyi biliyorum.

Kapatırken vurgulamak istediğim ve belki de en önemli olduğunu düşündüğüm şey ise: “Eskiden ülke/dünya böyle değildi” çığırtkanlığına mahal vermemek. Kendimizi, dilimizi sürekli kontrol etmek.  İmtiyazlarının, o imtiyazların seni “eskiden” nasıl koruduğunun farkında olmak lazım. Bu bizim sorumluluğumuz. Nokta.

Yukarıda sözünü ettiğim konu ile bağlantılayarak bitirmek istiyorum, biri herhangi bir sivil toplum temsiliyetine ister hizaya çekerek ister başka yollarla imtiyazlarını ve imtiyazlarının yaptıkları iste nasıl görünür olduğunu söylerse dinlemek ve gerekli düzeltmeleri yapmak o sivil toplum temsiliyetinin sorumluluğu. Hakkaniyet bunu gerektirir.

*Umut Tümay Arslan, bir yazısında, özellikle bazı sosyalist sol ve demokrat kesimlerden insanların 1915’e sanki yüz yıl öncesinde olmuş-bitmiş ve orada kalmış bir olgu olarak yaklaşmalarını, aradan geçen bir asırlık dönemde yaşanan “çifte ortadan kaldırma” sürecinin (Ermenilerin yok edilmesi ve Ermenilerden geriye kalan izlerin yok edilmesi) görmezden gelinmesi durumunu Türklük Ethosu olarak tanımladığı oluş ile açıklar/Kaynak için tıklayın