Tedirginlik Çağının Krizlerine Karşı Çıkış Yolu:
“Yerel Kimliğin Korunduğu Bir Evrensellik”

Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Evren Balta ile, yaşamakta olduğumuz küresel dönüşümün kültürel, siyasal ve iktisadi boyutlarını tartıştığı Tedirginlik Çağı kitabını konuştuk. Tedirginlik Çağı’na şiddet, aidiyet ve siyaset üçgeninden mercek tutan Balta, küresel çapta yaşanan krize karşı çıkış yolu olarak, ‘yerel kimliğin korunduğu bir evrenselliğe' vurgu yapıyor.

Tedirginlik Çağı’nı kısaca nasıl tanımlarsınız?

Gelecekten duyulan endişe, risklerin artması ve risklerin bertaraf edilmesinden, giderilmesinden artık tamamen kişilerin kendisinin sorumlu hale gelmesi, kalıcı bağların kaybı gibi toplumsal hayatı dönüştüren kimi önemli gelişmelerin yarattığı kalıcı tedirginlik hali diyebilirim.

Şiddet, aidiyet ve siyaset üzerinden tedirginlik çağını yorumlama sebebiniz neydi? Bu perspektifte Türkiye’nin yeri nasıl görünüyor?

Kitapta tam olarak Türkiye üzerinden bir tartışma yürütmüyorum. Kuşkusuz Türkiye de geniş dünyanın bir parçası ve orada olan değişimler Türkiye’yi de etkiliyor. Her ülkenin kendine özgü koşulları var. Her şey birebir aynı yaşanmıyor yani. Çünkü kurumlar farklı, hissedilen, algılanan tehditler farklı, bu tehditlere yönelik bireysel ya da toplumsal güvenceler farklı… Dolayısıyla ben Türkiye’den ziyade bu kitapta büyük oranda daha küresel bir dönüşümün izini sürmeye çalışıyorum. Ama zaman zaman Türkiye izdüşümlerini de tartışıyorum. Türkiye savaşın dönüşümünü, mülteciler meselesi üzerinden en yakından yaşayan bir yer. Yine otoriterizmin yükselişini doğrudan deneyimleyerek yaşayan ülkelerden. Ama benim kitapta yapmak istediğim şeylerden birisi; bütün bunların bizlere özgü bir şey olmadığını, toplumsal dönüşüm burada, bu ülkede kendine özgü biçimleriyle tezahür etse de daha büyük eğilimin bir sonucu olarak yaşandığını göstermekti. Aidiyet biçimlerimizin nasıl değiştiğini, siyasetin yapılış biçiminin nasıl değiştiğini ve şiddetin nasıl dönüştüğünü anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla bu üç dönüşümü ve bu üç dönüşümün birbiriyle olan ilişkisine odaklanmak istedim.

Korku güvensizlik ülkeyle kurulan aidiyet ilişkilerini nasıl etkiliyor?

Toplumsal eşitsizliğin en önemli belirleyicilerinden birisi aslında hareket haline geldi. Bir diğer deyişle kişisel yasam şansımızı belirleyen önemli değişken hareket edebilme imkânı ve hız. Tabi hareketlilik herkese açık olan bir imkân değil. Doğrudan sınıfsal pozisyonsunuzla ilgili. Ama öte yandan karşılaştığın riskleri örneğin yükselen otoriterizmin, iş kaybını, güvencesizliği vs. bertaraf etmenin en önemli yollarından birisi de hareketlilik. Küresel olarak hareket edebileceğin başka ülkelerin pasaportuna sahip olmak, başka vatandaşlıklara sahip olmak, başka ülkelerde oturma izni almak ülkeye karşı duyduğun korku ve güvencesizliğe karşı bir tur sigorta gibi. Sadece bir sigorta değil aynı zamanda bir statüde. Bu öyle bir sigorta ki kanımca siyasetin yapılagelişini de doğrudan değiştiriyor.

Kitapta vatandaşlıktan çıkabilen ve kalan vatandaşlar saptamaları var, siyaseti değiştiren mekanizma bu diyebilir miyiz?

Büyük toplumsal dönüşümler geçiren ülkelerde aslında o toplumsal dönüşümlerin kişisel hayatlarımızda yaratabileceği sonuçları bertaraf etmenin önemli yollarından birisi de ülkeden çıkmak haline gelmiş durumda gibi. Burada önemli olan bu mekanizmanın karşı karşıya kaldığın gerçek güvensizliklerle, doğrudan ya da o an orada olan tehditlerle ilgili olmaması. Yani burada sözünü ettiğim bu tehditleri doğrudan yasayan insanlar değiller. Daha ziyade bu duruma olası tehditler üzerinden yapılan bir gelecek planlamasıyla ilgili hale gelmesi. Tıpkı devletlerin önleyici güvenliğe kayması gibi, kişilerde önleyici güvenliğe kaymış durumda. Yani mesela Türkiye’de bir sürü şey değişiyor ama bunlar olurken bunların etkilerini çok doğrudan hissetmeyen bir sürü insan var. Devletin baskıcı aygıtıyla karşı karşıya bununla doğrudan karşı karşıya kalan insanları bir yana bırakıyorum, onların hikayesi bambaşka. Pek çok insan içinde bulunduğu ülkeyi değiştirmek yerine yaşadığı ülkeyi değiştirmeyi tercih ediyor. Biraz evvel söylediğim gibi çok sınıfsal bir tutum da. Örneğin bu gruplara “çıkış seçkinleri” diyenler var. Yani başka bir ülkenin pasaportunu almak, başka bir ülkede oturum izni almak onlar için çok önemli. Kendileri için bunu yapamıyorlarsa bile çocukları için bunu yapıyorlar. İşte çocuklarını gidip Amerika’da doğurmak, Yunanistan’da daire satın alarak, Avrupa Birliği’nde oturma izni alarak ya da başka bir şekilde vatandaşlık imkanını harekete geçirmek vs. gibi. Siyaseti itiraz ederek değiştirmek yerine, yaşadığın ülkeyi değiştirme, terk etme eğiliminden söz ediyorum burada.

Parası olan, yeteneği olan, olimpiyatlarda hızlı koşan, makale yazan, sermaye sahibi insanlara şu an dünyanın hemen her yerinde kurumsal yollarla vatandaşlık imkânı açılmış durumda. Yani popülizm ne kadar yükselse de aslında devletler ikili bir vatandaşlık tanımı yapıyor. Bir arzu edilebilenler, iki arzu edilemeyenler.

İnsanlar bir yandan hareket halinde ama devletler de özellikle popülizmin yükselmesiyle sınırlarını kapatma eğiliminde bu iki durumu nasıl yorumlarsın? Hangisi diğerini dönüştürecek?

Hangisinin hangisini dönüştüreceğini cevaplamak zor. Aşağıdan gelen bir dalga var. Yani göçmenler, mülteciler hareket ediyorlar ama bu gruplar hareket edenlerin en istenmeyen kategorisi. Dolayısıyla Avrupa’da popülist hareketlere baktığınızda o popülist hareketlerin yükselişi de bu istenmeyen grupları engellemek üzerinden gidiyor. Yani sınırları, göçmenlere, mültecilere kapatmak gibi. O noktada aslında hareket edebilenlerle hareket etmek zorunda kalanlar arasında hem yerel hem de küresel düzeyde ciddi bir gerilim var. Hareket edebilen ayrıcalıklı gruplara sınırları sonuna kadar açıyor. Örneğin mülk yoluyla vatandaşlık programları dünyanın yükselen eğilimi. Ya da ekonomik, kültürel, sosyal sermayeye sahip kişilere verilen vatandaşlıklar, biz buna olimpik vatandaşlık diyoruz literatürde. Yani parası olan, yeteneği olan, olimpiyatlarda hızlı koşan, makale yazan, sermaye sahibi insanlara şu an dünyanın hemen her yerinde kurumsal yollarla vatandaşlık imkânı açılmış durumda. Yani popülizm ne kadar yükselse de aslında devletler ikili bir vatandaşlık tanımı yapıyor. Bir arzu edilebilenler, iki arzu edilemeyenler.

Arzu edilmeyenler için sınırlar yükseltiliyor değil mi?…

Evet, popülizmin yükselme nedenlerinden biri arzu edilmeyenlerin hareketi… Yani göçmenlerin, altta kalanların, yoksulların, şiddetten kaçanların hareketini sınırlama arzusu. Devletlerin bütün ulusal sınırlarını açık tuttuğu gruplar var. Sınırlarını ise arzu edilmeyen gruplar için kapalı tutuyor. Popülizm de tam bunu yapıyor. O aradaki sınırı keskinleştirerek; kime o sınırın açık olduğunu yeniden tanımlamaya çalışıyor ve kime kapalı olduğunu. Bu büyük bir küresel eşitsizlik… Artık o eşitsizliğin ulusal bir eşitsizlik olmadığını yani aynı zamanda küresel bir yapılaşma süreciyle de karşı karşıya geldiğimizi gösteriyor. Bazı insanlar çok kolay bir biçimde dünyanın her yerine gidebilir, yaşayabilir, çalışabilirken ve bu hakka kurumsal yollarla sahip olabilirken bazı insanların şiddetten kaçması duvarlarla engellenmeye çalışılıyor. O hareketin sınırlanması anlamındaki ikilik önemli eşitsizlik mekanizmalarından birisi haline gelmiş durumda. Ve bu aslında ulus ötesi bir eşitsizlik yani sadece ulusal sınırlar çevresinde belirlenen bir eşitsizlik değil ama ulusal olarak sahip olduğunuz imkanların sizin küresel sınıflarda nereye oturacağınızı belirlediği bir eşitsizlik.

Güvencesizliğin dereceleri, siyasal rejimlerin kurumların gücüne, ülkenin geçmişine kültürüne, sivil toplumun gücüne bağlı olarak kesinlikle değişiyor.

Kitapta belirsizliklerin artmasıyla insanların kendini güvende hissetmeme duygusunun arttığı vurgulanıyor. Bu konuda küresel ölçekte insanların kendilerine yaptıkları yatırımlardan bahsediliyor. Türkiye için durum nedir, bu anlamda dayanışma ağları kurulabildi mi?

Türkiye’deki meselenin kendine özgünlüğü, çarpıcılığı ya da korkunçluğu aslında devletin bu güvencesizlikte temel bir aktör haline gelmiş olmasıyla ilgili. Keyfiyetin yükselmiş hukukun kaybolmuş olmasıyla ilgili. Kapitalizmin en önemli ilkelerinden olan mülkiyet hakkının bile artık bir güvence olmaktan çıkmış olmasıyla ilgili. Yani bırakın isinizi kaybetmeyi aynı zamanda sermaye sahipleri için de Türkiye’ye baktığımızda vergiyle malının elinden alınması, mülkiyet hakkının kaybolması gibi devlet aygıtı üzerinden büyük bir güvencesizlik söz konusu. Dolayısıyla bu güvencesizliğin dereceleri, siyasal rejimlerin kurumların gücüne, ülkenin geçmişine kültürüne, sivil toplumun gücüne bağlı olarak kesinlikle değişiyor. Sosyal devletin hangi mekanizmalarla ilerlediği, devlet aygıtının hangi keyfiyet ilişkileri üzerinden yeniden kurgulandığı ve hangi güvencesizlikleri tetiklediğini anlamak önemli bir konu.  Dayanışma ağlarına gelince. Bunların önemini hiç küçümsemiyorum ama başkasının iyi niyetine, yardıma devam etmesine bağlı mekanizmalar iyi hissettirse de yetersiz her zaman. Güvende hissetme toplumsal olarak düzenlenmeli. Yani hala ekmeğimiz aslanın ağzında olmaya, hayatınız, geleceğiniz, hapse girip girmeyeceğiniz bir keyfiyetin sonucunda belirlenmeye devam ettiğine göre, dayanışmanın endişeyi azaltıcı bir şey olduğunu söylemem çok mümkün gözükmüyor ama tabii ki olması gerekiyor ve olmamasından her zaman daha iyi.

Ülkelere göre değişiklik gösterse de küresel krizlerden bahsediyoruz. Kitabın son bölümünde bu krizlere karşı küresel hareket etme biçimlerinin ortaya çıkması gerektiğinden söz ediyorsunuz böyle bir ihtimal var mı? 

İklim krizi üzerinden aslında taleplerin ne kadar artık küresel olması gerektiğini ve dünyanın karşı karşıya kaldığı sorunların aslında küresel kimlikler ve küresel talepler oluşturulmadan aslında mümkün olmadığı bir döneme geldiğimizi söylüyorum. Ama öte yandan küresel birlikteliklerin altını oyacak; milli ve yerli olana geri dönüş bir talep eden siyasi hareketlerin yükselişte olduğunu da görüyoruz. Karşı karşıya kaldığımız şeyle başa çıkmanın yolu, yerel kimliğin korunduğu bir evrensellikten geçiyor. Çünkü bir sürü yerel sorunla da karşı karşıyayız. Yerel kimliğin evrensellikle birleşmesi, küresel sorunlara odaklı yerel siyasi perspektife sahip olmak gerekiyor. Sadece iklim kriziyle ilişkili değil, küresel epidemikler, açlık, küresel eşitsizliğin artması, yapay zekanın emeği lüzumsuzlaştırması gibi bütün dünyada aynı anda yeni türde kayıplar ya da eşitsizlikler yaratan süreçlerle de ilişkili bu söylediğim… Dolayısıyla ortak bir siyasi hattın önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu ortak yazgı birlikte hareket etmeyi sağlayacak mı?

Eskisi gibi kolay değil. Ulusal düzeyde araçlar azalmış, küresel düzeyde araçlar henüz icat edilmemiş durumda. Örneğin ulusal devlet aygıtını kontrol ediyor olmanız kendi siyasi programınız uygulayabilme imkânı vermiyor artık size. Birçok açıdan vermiyor, örneğin sermayeyi vergilendirmek eskisinden çok daha zor. Devletin eşitsizliği azaltacak ya da iklim krizini giderecek kamusal kaynaklara yatırım yapabilmesinin en önemli araçlarından birisi aslında vergi. Sermayeyi vergilendirdiğiniz anda gidiyor. Devletin mesela vergi üzerindeki gücünü,

kontrolünü giderek daha fazla kaybettiği bir donemde, verginin bile bir küresel talep haline gelmesi gerekiyor. Ya da diyelim ki emeğin lüzumsuzlaşması meselesinde kapitalizmin ürettiklerini satacak kitlenin artık ortadan kalkması, yoksulluğun işsizliğin bir norm haline gelmesi durumunda yine küresel olarak iş saatlerinin azalmasıyla çözüm mümkün. Ama sermayenin, üretimin hızla hareket ettiği bir dünyada ulusal devletlerin bunu yapması da çok zor. Dolayısıyla bunun da küresel olarak düzenlenmesi gerekiyor. Yani ulusal devletlerin elindeki popülist hükümetler de dahil bir zamanlar olan araçlar artık yok. Dolayısıyla siz ne kadar ulusal düzeyde ilerici bir gündeme sahip olursanız olun bu bir küresel paletle birleşmediği, bir küresel düzenlemeye tabi olmadığı oranda yapabilecekleriniz sınırlı. O yüzden de mesela daha sol popülist hareketlerin seçim kazansa bile başarısız olma ihtimalleri çok yüksek. Çünkü önerdikleri şeyleri yapabilme araçları çok az, sağ popülist hareketler ise bu meseleye reaksiyoner bir biçimde karşılık verdikleri için kapatarak, göçmen almayarak, dışlayarak, günah keçileri bularak kısa dönemde onlar daha etkili bir çözüm bulmuş gibi gözüküyorlar. Ama onların da uzun dönemde bu krize çözüm bulabilme ihtimalleri yok. Bu sorunlar küresel regülasyon olmadan çözülemeyecek. Ama bunun nasıl yapılacağı, araçlarının nasıl olacağı konusu henüz inanılmaz belirsiz. Bence hâlihazırda dünyada donen kavga bu sorulara bir cevabımız olmaması ile doğrudan ilgili. Ve bu cevapları bulabilmemiz için de küresel bir harekete ihtiyaç var her düzlemde.

Emine Uçak

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
116 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör