Ne Seninle Ne Sensiz: Bir Katılım Hikayesi

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir ülke varmış. Günler yıllar geçtikçe bu ülkede yaşayan insanların ihtiyaç ve talepleri o kadar karmaşık bir hâl almış ki, ülkenin yöneticileri herkesin faydasına olan çözümleri üretebilmek için eski yolların yetmediğini fark etmişler ve   yeni bir yol bulmaya çalışmışlar. Gece gündüze gündüz geceye döner yöneticiler de kara kara düşünürken, aralarından biri demiş ki çözümü en iyisi ihtiyaç sahibine soralım, hatta sormakla da kalmayalım çözümü birlikte üretelim. Bundan böyle o ülkenin insanları gereksinimlerini karşılayacak, haklarını koruyacak çözümleri birlikte üretmişler. Uzaktaki o ülkede herkes mutlu mesut yaşamış. Bir çırpıda katılımın hikâyesi bu olabilir. 

Katılım alanında çalışan uzmanlar olarak temsili demokrasinin ardından gelen katılımcı demokrasinin nereden kaynaklandığını buradan tarif eder, ortak çözümler sonucunda üretilen politika ve hizmetleri insanların daha çok sahiplendiğini de cümlemizin sonuna iliştiririz.  Bunların hepsi katılımın ve katılımcılığın genel kavramsal çerçevesini oluşturmak açısından tabii ki önemli. Ancak katılım adı üstünde pasif bir durumu anlatan bir kavram değil, içinde eylemeyi barındırıyor. Bu eylemlilik hali tek bir an ve faaliyete sınırlanmadığı, amacı ve çerçevesi belli bir süreç olarak tasarlandığında, sürekliliği sağlandığında ve süreçteki tüm aktörler üzerlerine düşen görevleri yerine getirdiğinde katılım tanımında olan vaadini yerine getirebilir hale geliyor. Bunun olmadığı hâllerde katılım süreçteki paydaşlar için hikâyedeki gibi bir mutlu son vaat etmiyor, sonucundan kimsenin mutlu olmadığı ama vazgeçilemeyen “faaliyetler döngüsü” olarak kalıyor. Peki o zaman ne tür bir katılım ve süreç beklentileri karşılayabilir?

Öncelikle şunu teslim etmek gerek. Katılım süreçleri tek başına demokrasi ve haklar alanında tüm meseleleri çözecek sihirli değnek değil ama elbette bir hak alanı olarak önemli ve örgütlü ya da örgütsüz tüm vatandaşlar için vazgeçilmez nitelikte. Katılım dediğimiz zaman da sadece karar alma süreçlerine yani bir politika ya da hizmetin oluşturulmasının farklı aşamalarında aktif olarak yer almayı düşünmemek gerek. İyi kötü bir demokrasiye sahip olan tüm ülkelerde katılımı aslında farklı şekillerde ve seviyelerde sağlamak için araçlar mevcut. Vatandaşlar ve sivil toplum örgütleri olarak belediyelerin stratejik plan hazırlama süreçlerinde aktif olarak yer almak da katılım, üyesi olduğumuz sivil toplum örgütünün yönetim kurulunda olmasak da plan ve faaliyetlerini şekillendirmek için öneriler geliştirmek de katılım, mahallenin bir ihtiyacının toparlanarak yerelde ilgili yerlere iletilmesi, bunun için mahalleli ile çalışılması da bir katılım süreci. Özetle katılım aslında farklı bağlamlarda karşılık bulabilir ve tam da bu nedenden dolayı aktif vatandaşlık ve örgütlülük açısından birçok fırsatı barındırıyor. 

Bağlamı ne olursa olsun hangi kapsamda uygulanıyor olursa olsun katılım uygulamanın tam aksine bir süreç. Bu nedenle de hedefi, faaliyetleri, bütçesi, insan kaynağı, zaman çerçevesi ve sonuçları, çıktıları en başından tarifli olan bir süreç. Uygulamada ise genelde tek bir çalıştay, konferans, odak grup çalışması ya da görüş alma toplantısı katılım olarak tanımlanıyor. Bunlar elbette katılımın içinde sadece bir faaliyet ve katılımın yerini tutacak ya da istenen sonuçları üretecek nitelikte değiller. Bu nedenle katılımın öncelikle bir süreç olarak kabul görmesi ve uygulamanın da bu yönde şekillendirilmesi katılanların ve süreci tasarlayanların beklentilerini karşılama ve tatmin edici bir sonuç elde edilmesi için neredeyse bir ön koşul. 

Tam da bu noktada her katılım sürecinin olmazsa olmazı “amacın” belirlenmesi devreye giriyor. Artık amaç, hedef, vizyon, misyon gibi kelimelerin tükenip içlerinin büyük ölçüde boşaldığı dönemde amaç belirlemek, üstelik katılım açısından biraz “geçmişte kalan” bir yaklaşım olarak görülebilir. O zaman belki kelimelere saplanıp kalmadan şunu sorabiliriz kendimize: Bu katılım süreci neden var ve en sonunda ne tür bir değişime hizmet edecek? Bu soruların yanıtı bir kez verildiğinde aslında katılım için önemli ilkelerden biri olan örneğin şeffaflığın sağlanması için de önemli bir adım atılmış oluyor. Çünkü, süreçle ilgili olarak en başından itibaren bilgi sahibi olarak katılan herkes, sürecin ne tür bir amaca hizmet ettiğini bilerek yerini alıyor olacak. Benzer bir biçimde, amacın net tarif edilmesi faaliyetlerin belirlenmesini de sağlar. Zira her faaliyet her amaca uygun olmayacağı gibi, faaliyetlerin sürecin en başında belirlenmesi bütçe, insan kaynağı ve zaman çerçevesinin çıkarılması açısından da gerekli.

Hazır faaliyetten söz açılmışken, değişen ihtiyaçlar ve hedef gruplarla birlikte, katılmasını umut ettiğimiz gruplara daha çok hitap edebilecek katılımı teşvik edecek yeni ve yaratıcı faaliyetleri düşünmenin ve uygulamaya geçirmenin de zamanı geldi. Artık sivil toplum olarak yeteri kadar çalıştay, seminer, konferans yaptık şimdi dijital araçların da devreye girmesiyle birlikte alternatif yöntemleri üretmek, yüz yüze araçlarla birlikte teknolojinin nimetlerini de bir araya getirmek gençler başta olmak üzere erişimi kısıtlı olan grupları dahil etmek için bir fırsat sunabilir.  Özetle katılımı tek bir faaliyet üzerinden tanımlamak kapsamını ve yarattığı etkiyi de o faaliyetin çerçevesi ile kısıtlayan bir yaklaşımı da beraberinde getireceğinden süreç tasarlamaya faaliyetten değil, amaçtan başlamak her zaman daha geniş bir perspektif sunacaktır.

Katılımın süreç olarak tanımlanması ne kadar gerekliyse, süreci tanımlayan ilkelerin olması da bir o kadar önemli. İlkeler, tarafların katılımın çerçevesini bilerek süreçte yer almasını, diğer bir deyişle süreçte nasıl yer alabileceklerini ve sınırlarının neler olduğunu da belirleyen bir faktör. Katılımcı süreçler tanımlayan ve işleten tüm uluslararası ve ulusal düzeydeki kuruluşlar ve örgütlerin birçoğu tam da bu nedenden dolayı ilkeler belirleyerek, katılımcı süreçlerin zeminini tahkim etmek gibi bir amaç güdüyorlar. Temel olarak şeffaflık, hesap verebilirlik, geri bildirim verme, yeterli bir zaman çerçevesinin olması tüm katılım çalışmalarında artık asgari düzeyde kabul görmüş olan ilke ve uygulamalar. Bu ilkelerin katılım sürecinde uygulamaya geçirilmesi, bir sonraki çalışmaya katılımı özendirecek bir etkiye de sahip, bu nedenle de katılım alanında sürekliliği sağlamak açısından kritik bir role sahip. 

Türkiye’de on yılı aşkın bir süredir katılım üzerine çalışmalar yapılıyor, eğitimler veriliyor, çapı ve etkisi beklenen düzeyde olmasa dahi katılım için “faaliyetler” düzenleniyor. Ancak halen daha bu alanı tam anlamıyla düzenleyen bir mevzuat olmadığı gibi, sivil toplum ve kamu kuruluşlarının üzerinde uzlaştığı bir ilkeler bütünü de yok. Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’nın yürüttüğü bir çalışma kapsamında sivil toplum örgütleri ve farklı paydaşlarla yapılan görüş alma süreci sonucunda üretilen Davranış İlkeleri bu açıdan önemli bir çerçeve. İlkelerin daha kapsamlı ve uygulamaya yönelik olarak açıklanması ve üzerinde tartışılmasına ihtiyaç var ancak iyi bir başlangıç noktası veriyor. Kısacası önümüzdeki dönemde kamu ve sivil toplum arasındaki diyaloğu ve bu düzeydeki katılımı düzenlemek için ilkeler üzerinden bir tartışmayı yeniden başlatmak ve tüm tarafların üzerinde uzlaşacağı bir ilkeler bütününün oluşmasına ihtiyaç var.  Bu ilkeler bütünün eşlik edeceği, süreç olarak kurgulanmış bir katılımın beklentileri karşılamaya bir adım daha yakın olması mümkün. 

Kapak görseli: Miguel Á. Padriñán

Ebru Ağduk

Üyelik Tarihi: 25 Temmuz 2019
11 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör